Sendika.org: Müzik değişti, ayak da değişmek zorunda

Eylül ayı sona ermek üzere. Bir tarafta Eylül beklentisi, diğer tarafta Eylül korkusu… Toplumsal muhalefet cephesinde Haziran ayına benzer bir Eylül beklentisi gerçekleşmemiş olsa da bu aya damgasını vuran AKP’nin “Eylül korkusu” oldu. Daha sırada Ekim Korkusu, Kasım Korkusu, Aralık Korkusu… var.

gezi

Eylül ayının siyasal gündem açısından kısır geçmesinin önemli nedenlerinden biri kuşkusuz AKP’nin bu korkusu idi. AKP özellikle bu ayı, daha doğrusu son iki-üç ayı hareketsiz geçirmek zorunda kaldı. AKP hükümetinin daha önceki yazlardaki “performansını” bu yıl göremedik. Korkusunun boşuna olmadığını da “kısmen” gördü. Tayyip Erdoğan’ın ve şürekâsından birkaç kişinin (örneğin Erdoğan Bayraktar gibi) bir iki efelenmesinin dışında nerdeyse icraatsız bir dönem geçirdiler. Buna rağmen hazırda bekleyen “isyan ateşi” neredeyse her “fırsat”ı değerlendirip kendini yeniden tutuşturdu. Kâh ODTÜ’de Melih Gökçek’in otoyol inşaatında alev aldı, kâh Tuzluçayır’da cami-cemevi inşaatında. (Ki bu iki proje de Eylül ayında başlatılmış projeler değil, Gezi’den önceki planlardı). Bununla da yetinmedi, Taksim’den Kadıköy’e sıçradı, tribünde dakikaları saydı. Antakya’da zaten ateşi hiç azalmamıştı.

AKP’nin karşısındaki gücü tarttığı, ne yapacağını görmeye çalıştığı bu dönemde, karşı hamleleri de “yavaş yavaş” devreye sokmaya başladığını görebiliriz artık. Bunun somut kanıtı Beşiktaş taraftarlarına (Çarşı’ya) yapılan “ilginç” operasyon oldu. Tayyip Erdoğan’ın daha önce “evde tutmakta zorlandığım” dediği yüzde 50’den birileri ortaya çıkıp “1453 Kartalları”nı yeni bir taraftar grubu olarak kurduklarını açıkladı. Bu grubu kuranların Çarşı’nın da kurucuları içinde oldukları, artık Çarşı’dan ayrıldıkları ve bu oluşumun Beşiktaş tribünlerinin politikleşmesine bir tepki olarak gerçekleştiği belirtildi. Bunlar, futbola siyaset karışmasına “karşı”larmış!

Bu operasyonun doğrudan bir AKP operasyonu olduğu su götürmez. Herkesin bildiği bir gerçeği tekrarlamak olacak ama AKP’nin asıl amaçladığı “futbola siyaset karışmasını” engellemek değil, “futbola sol siyasetin karışmasını” engellemektir. Yoksa AKP, Türkiye tarihinde sporu özellikle futbolu siyaset aracı olarak kullanma konusunda en “başarılı” siyasi oluşumdur. Tayyip Erdoğan, idolü olan Turgut Özal’ın izinden gitmiş ve hatta onu neoliberalizm uygulamalarında olduğu gibi bu alanda da geçmiştir. Hatırlanacağı gibi Turgut Özal, Naim Süleymanoğlu’nu olimpiyat şampiyonu olduktan sonra milletvekili yapmıştı. Tayyip Erdoğan da Hamza Yerlikaya’yı aynı biçimde milletvekili yaptı. (Şimdi bu şahıs, neredeyse yüzde 90’ının dopingli çıktığı güreşçilerin federasyon başkanlığını yapıyor, olsun hala sıkı bir AKP’li). Tayyip, Turgut’u geçecek ya, o yüzden bir sonraki dönem (olimpiyat şampiyonu bulamayınca) Hakan Şükür’ü milletvekili yaptı.

AKP, 11 yıllık iktidarı süresinde futbolu siyasette kullanma, siyaseti de futbolda kullanma uzmanı oldu. Abdullah Gül’’ün (Kayseri’nin iki takımı) ve Tayyip Erdoğan’ın (Rize ve Kasımpaşa) ikişer takımı süper ligin müdavimi oldular. Melih Gökçek ve oğullarının futbol aşkı (Ankaragücü) anlatılamaz bile. Siyaseti futbola (spora) sokma başarısında MHP’nin bile yapamadığını AKP başardı. Şimdiye kadar hiçbir faşist futbolcu “köpek kafası” işaretini yapmayı akıl edememişti ama Emre Belözoğlu “Rabia işaretini” yapmayı becerebildi.

AKP’nin, siyaseti futbola sokma konusundaki son operasyonu ise “1453 Kartalları” oldu. Fatih Sultan Mehmet’in de fanatik bir Beşiktaş taraftarı olduğunu kabul eden bu şahsiyetler, atalarından öğrendikleri taktikle, Beşiktaş taraftarlarını “böl-parçala-yönet” yapacaklar. AKP’nin Beşiktaşlılardan korkmasının mekansal bir nedeni de var; Kasımpaşa stadı. Lig başlayalı beş hafta olmasına rağmen ve henüz Kasımpaşa stadını kullanamamış olsa da ilk maçta kopacak gürültü, Tayyip’in mabedini Tayyip karşıtı çok büyük çatışma alanına çevirecek. Kasımpaşa stadı, Beşiktaş’ın kullanımına verilirken sözleşmeye konan ilk maddelerden biri “statta siyasi içerikli slogan atılmaması” idi. Bunu beceremeyeceğini anlayan AKP iktidarı, şimdi Beşiktaş’a yüklü bir ceza vererek (seyircisiz oynama) bu korkusunu sadece erteleme yoluna gidecek. Korku ertelenebilir mi?

AKP’nin Eylül korkusunun başını futbol taraftarları çekiyordu, Ekim’den korkmasının nedeni ise üniversiteliler. Bu yıl AKP’li bakanlarını ve elbette Tayyip Erdoğan’ı üniversite açılışlarında göremedik (Bülent Arınç’ın Bursa’daki ufak bir girişiminin dışında). Erdoğan üniversiteye gitmek yerine, AKP’lilerin üniversiteli çocuklarını ayağına çağırdı, Necip Fazıl eşliğindeki fetva konuşmasında “sesiniz daha çok çıksın” dedi. Sesleri çıkacak da meşruluklarına inanmıyorlar. Artık üniversitede AKP propagandası yapmak ne kendi içlerinde meşru ne de solcuların, devrimcilerin olduğu yerde mümkün. Üniversite için AKP liyakatsiz, sıfatını hak etmeden sağlamış yönetici demek, akademisyen demek. Üniversite için AKP, bilimsel içeriği olmayan müfredat demek. Üniversite için AKP sosyal yaşamı dini kurallara bağlanmış BBG evleri demek. Üniversite için AKP ücretli köleliğe geçişteki son durak demek. Kısacası AKP’nin üniversite, üniversiteliye satabileceği bir umut kırıntısı bile kalmadı artık. O yüzden korkması boşuna değil. Sadece Ekim’den korkması boşuna, çünkü Haziran’a kadar her ay kâbus yaşayacak! (AKP, üniversitelerde “1071 Kolektif”i mi yoksa “Hicret Kolektif”i mi örgütler acaba?)

AKP tüm bu korkularına önlem olarak ister böl-parçala-yönet isterse en katı baskı araçları geliştirsin korkularıyla yüzleşmekten kurtulamayacak. Çünkü toplumsal sorun yönetilebilir olmaktan ve baskı araçlarıyla engellenebilir olmaktan çıkmıştır. AKP kafasıyla yapılan analizlerle sorunun anlaşılmaktan uzak olduğu, anlaşılsa bile kabul edilebilir olduğuna ilişkin hiçbir işaret yoktur. “Koskoca” cumhurbaşkanı, BM toplantısı için gittiği dünya sahnesinde “Gezi analizi” yapıyor; yaşananlar ülkedeki demokrasinin gelişmişlik düzeyini gösteriyormuş, çevre duyarlılığıymış, sayıları da çok azmış, Taksim’de 100 kişi ateş yakmışmış. Demokrasinin gelişmişlik düzeyi dediği 2 metre mesafeden 14 yaşındaki çocuğun kafasına gaz fişeği ile ateş etmek. Asıl sorunun sadece çevre duyarlılığı olduğuna bu ülkede inanan bir tek kişi kaldı mı? Sayıları ise kendi İçişleri Bakanlığını yalanlıyor; sadece 1 Haziran’da sokağa çıkan insan sayısı 2.5 milyon insan.

Türkiye egemenleri ve AKP için artık ara durak yerel seçimler. Mart’taki yerel seçimlere kadar yalanla, dezenformasyonla, baskıyla, tezgahla, provokasyonla devam etmeye çalışacaklar. Sonra önlerinde bir durak daha, cumhurbaşkanlığı seçimi çıkacak. Beşir Atalay’ın dediği gibi bu yıl son 11 yıldan daha zor geçecek. Çok haklı!

Diğer yandan Ekim ayıyla birlikte yerel seçim gündemi ülkenin üzerine çökecek. Adayların açıklanması bile tek başına gündemlerin önemli bir bölümünü oluşturacak. Yerel projelerden daha çok aday isimlerinin tartışılacağı bir eksenin oluşacağı kesin. Bu isimlerle birlikte siyasal tercihler karşı karşıya gelecek. Bu konuda en belirgin istisna olası bir Sarıgül kanadında yaşanabilir. Mustafa Sarıgül, tüm süreci siyasetten değil, “hizmet”ten (her iki anlamda) kurmaya çalışacaktır.

Her şeye rağmen kesin olan bir şey var ki bu yerel seçim süreci bir genel seçim süreci olarak sürdürülecek ve sonuçları da genel seçim değerlendirmesi olarak yapılacak. Bu yerel seçimlerin bir siyasi seçim olarak yaşanmasına neden olacak üç etkenden söz edilebilir. Birincisi, Tayyip Erdoğan’ın alışılageldik seçim taktiğidir. Neoliberalizm döneminde belediyelerin hem ana kaynak hem de önemli bir kapitalist pazar olma özelliğine uygun olarak işlevlendiği bir gerçek. Eski bir belediyeci olan Tayyip Erdoğan’ın da bunu en iyi bilen ve uygulayan olduğu da. Onun yönetimindeki AKP her genel seçime aynı zamanda bir yerel seçimmiş gibi (son genel seçimlerdeki çılgın projesi Kanal İstanbul’du, Meclis seçimiyle ne alakası varsa),  her yerel seçime de bir genel seçimmiş gibi (Tayyip Erdoğan, adaydan önce kendisi için oy istiyor) giriyor. (AKP seçimlere hazırlandığı süreçte kadın düşmanlığından vazgeçmiyor. En son kadın istihdamına ilişkin gündeme getirilen düzenleme ile hem 20 yıl sonranın ucuz işçilerini yetiştirme hesabı yapılıyor hem de kadınlara 3-5 çocuk doğurun diyen ve onları nesil yetiştirmekle sorumlu tutan AKP esnek ve güvencesiz kadın emeğinin yaygınlaştırılmasının zeminini hazırlıyor. Tüm bunlar sermayeyle İslamcı gericiliğin talepleri arasında bir denge kurularak gerçekleştiriliyor.)

İkincisi, şimdiden ne plan yapılırsa yapılsın yerel seçim başarısı ya da başarısızlığı bütün siyasi partilerin (güçlerin) cumhurbaşkanlığı seçimi sürecindeki tercihlerini etkileyecektir. Ve elbette ki ardından gelen genel seçim sürecini de. Dolayısıyla kayıp da kazanç da çok büyük olacak. Özellikle AKP için.

Üçüncü etken Haziran İsyanı’nın yarattığı siyasal baskıdır. Haziran İsyanı’nın en belirgin olarak yarattığı sonuç, AKP iktidarının meşruluğunu sorgulatmak olmuştur. Tayyip Erdoğan’ın sürekli sandığı işaret etmesi, yüzde 50’den dem vurması tam da bu yüzdendir; Tayyip Erdoğan kaybettiğini bildiği meşruiyeti yeniden kanıtlamak istemektedir. Nasrettin Hoca misali, sokakta kaybettiğini sandıkta bulacağını ummakta, bu umutla yeniden cumhurbaşkanlığı hayalleri kurmaktadır. Mart’ta oy verecek olan halk, genel olarak, AKP’nin belediye başkanı tercihlerine değil, Tayyip Erdoğan’a oy verecek ya da vermeyecektir.

Böylesi bir süreçte doğru olan siyasal tercih AKP’ye, Tayyip Erdoğan’a kaybettirmek, geriletmek olacaktır. Bu durum basitçe, bütün siyasi faaliyetin sandık eksenli yapılması ve AKP karşıtı her adayın sandıkta desteklenebileceği sonucunu çıkartmaz, çıkartmamalı. Söz konusu olan, gericilikle harmanlanmış neoliberalizmin geriletilmesi, işlevsizleştirilmesidir. Tek başına sandık sonucu bunu garanti etmeyecektir. Süreç sandık tavrını da içine alan bir mücadele dönemi olarak görülmeli ve örgütlenmeli. Bu genel-geçer bir laf olarak da algılanmamalı, hazırlık, en azından bu süreçte çok önemli. Genel siyasetin bilgisine olduğu kadar yerel siyasetin de bilgisine da hakim olmak elzem. İl, ilçe ve mahalle ölçeğindeki her icraat, her vaat, her değişim devrimcilerin bilgisi ve gözetimi altına alınmalı. Tekrar hatırlanmalı ki Haziran süreci bir talep hareketi ya da bir alternatif model sunma hareketi değildi, bir “yaptırmama” hareketi idi. Bu özelliği korunduğu sürece (ki bu özellik de bu koşullarda ancak sokakta korunabilir) iktidarda kimin olduğu fark etmez, iktidarını uygulayamayan bir koltuk iktidarıdır onunki sadece.

Sandık sadece burjuva partilerin dünyasını değiştirmekle kalmıyor elbette, kendisini düzen dışı tanımlayan sol siyasal partiler için de bir “ezber bozan” araç haline geliyor. Geleneksel sol gruplar için sandık süreci, basitçe, halkın politikleştiği bir dönemde daha kolay siyasal propaganda yapma olanağı olarak görülürken, sandığa gitmek zorunda olan sol partiler için oy oranı/sayısı (hangisini açıklayacağı keyfiyete bağlı) baskısının çok yoğun hissedildiği bir dönem. Doğal olarak da bu hissi baskılanma, aklı geriye itiyor. Kadroların daha çok oy toplayabilmesi için duyduğu motivasyon ihtiyacı, bu motivasyonu sağlamak için kendisi dışındaki herkesi karalama/değersizleştirme taktikleri, parti isminin hatırlanabilmesi için gerekli olan popülist söylem, ulaşılamayacağı bilinmesine rağmen bir ortak hedef yaratmak için konulan abartılı sayısal hedefler vs. vs. Hatırlatmak gerekir ki devrimcilerin halkın (sınıfın) çıkarından başka çıkarı yoktur, hiçbir araç (parti dahil) halkın çıkarından daha değerli değildir ve “ne yazık ki” parti çıkarı=halkın çıkarı değildir. (O bir önceki dersteydi.)

Sonuç olarak; müzik değiştiğine göre oyun da değişmeli. Eski müziğe göre oynayanlar elenecek. Çok değil daha altı ay önce birileri, “Kadıköy’de, Tuzluçayır’da sabahlara kadar süren barikat savaşları yapılacak” deseydi, “İstanbul’un, Türkiye’nin onlarca yerinde binlerce insanın katıldığı forumlar düzenlenecek” deseydi, “hiçbir AKP’li yönetici statlara, üniversitelere giremeyecek” deseydi, gülüp geçilirdi. Tekrar edelim, müzik değişti, ayak da değişmek zorunda.

25 Eylül 2013
Kaynak; sendika.org