Birdirbir: Bir ağaç gibi, bir orman gibi – Merve Erol

turkiye

31 Mayıs isyanı hız kesmeden günleri deviriyor. Bütün memleket çalkalanıyor, Gezi Parkı ve Taksim Meydanı hiç boş kalmıyor. Dostluk ve dayanışma hikâyeleriyle beraber, ölüm haberleri de birbiri ardına geliyor, yaralı sayıları artıyor. “Başbakanını yedirtmeyen” iktidar ise, valisinden emniyet müdürlerine, kurşun sıkan polisine, hiçbir sorumluda bir hata, bir kusur bulamıyor.

Daha önce hiç böyle bir şeyle karşılaşılmamıştı. Şimdi, yaşanan ve yaşanmakta olan şeye kelimeler kifayet etmiyor. Kalıba sığmıyor, tanıma gelmiyor, benzeri gösterilemiyor. Roger Waters’ın dediği gibi, koca dünyadaki başka her şeyi önemsiz kılan bu ayaklanma, günlere yayılan bu devrimci ân, bir hayret, bir güven, bir aşk duygusu uyandırıyor. Anlamaya çalışmak, üzerine konuşmak kesmiyor, yaşamak gerekiyor, milyonlar bunun için atıyor kendini sokağa. Ve buna karşı durmak isteyen muktedirlerin bütün foyasını çıkarıyor ortaya. Bakınız, mesela, otuz yıldır süren savaşı otuz yıldır aynı Gezi direnişi gibi yansıtan medya. Televizyonlar ve basın günlerce nasıl suskun kaldıysa, bu büyük infial yaşanmamış gibi yaptıysa, otuz yıl boyunca da Kürt illerinde yaşananları göstermemişlerdi. Biz günlerce bu medya karşısında neler hissettiysek, Kürtler de otuz yıl boyunca onu hissetmişlerdi.

Gaz savaşları

Belediyenin taşeron şirkete bütün kamu imkânlarını sağlayarak giriştiği ruhsatsız gece yıkımının bir açıklaması yok. Adeta bir suç işlendiğini açık edercesine, kurnazlıkla, el ayak çekildiğinde girişilen, müthiş bir özgüvenle tüm prosedürleri gözardı eden bu “yol çalışması”, Emek’te ve başka kültür mevzilerinde olduğu gibi, Başıbüyük’ten Sulukule’ye kentsel dönüşüme direnen pek çok mahallede olduğu gibi, İstanbul nüfusuna oranla hayli küçük sayılacak bir kitlenin pasif direnişiyle karşılaştı. Yol çalışması halledildikten sonra Gezi’ye girilmeyecekti madem, park alanında kurulacak çadırlara ses çıkarmak da abes ve hukuka aykırıydı. Ama kamusal yeşil alanda kurulan çadırlar yıkıldı, insanlar sürüklenerek atıldı. Polis ancak dokunulmazlığı bulunan bir milletvekili, İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder geldiğinde çekildi oradan. Aynı günün akşamı bu sefer çok daha büyük bir kalabalık Gezi’den savaş taktikleriyle koparıldı. 31 Mayıs cuma günüyse, açık kameraların ve yerde oturan insanların gözü önünde Taksim Meydanı’nda yapılan saldırıda bu sefer o milletvekili de biber gazı silahıyla hedef alındı.

Polisin uyguladığı şiddetten yana kuşkusu yoktu. Gezi Parkı’nın etrafı çitlerle örüldü, bütün Taksim boşaltıldı. Biber gazı taarruzu başladı.

Gece olup İstiklâl Caddesi civarında toplaşmalar ve kaçışmalar sürüp giderken, bambaşka bir şey oldu. Önce, Halkalı’dan Bostancı’ya, Sarıyer’den Nurtepe’ye, tencere tava sesleri yayıldı gökyüzüne. Sonra bu “tantana”yı, dünyanın en büyük vurmalı orkestrasını yaratanlar, slogansız sembolsüz döküldüler sokağa. Ve kalabalıklar köprüleri aşarak yığılmaya başladı Taksim Meydanı’na. O âna kadar, ne biz bu yanardağın farkındaydık ne de polis farkında.

Ustalık döneminin otuz günü

31 Mayıs’a gelen sürece, son bir ayda yaşananlara bakalım: Getirdiği bütün sorular ve kuşkularla Reyhanlı katliamı… Taksim’de kutlanmasına izin verilmeyen 1 Mayıs… Tayyip Erdoğan semtteyken, Beşiktaş’ın son lig maçında havaya ateş açacak kadar gözü dönmüş polis terörü… U-14 maçında dahi sıkılan biber gazları… Beyoğlu’nu her gün her yürüyüşte kaplayan gaz bulutu… Greve çıkan THY çalışanlarına uygulanan şiddet ve zulüm… İçki “düzenlemesi”… “İki ayyaşın kanunları” lafı… Onunla beraber, “dinin emirlerine göre yapılan yasaya neden karşı geliyorsunuz” sözleri… Yol açacağı ağaç katliamıyla, betonlaşmayla tartışma yaratan üçüncü köprüye bir de üstelik Yavuz Sultan Selim adının verilmesi… Ertesi gün hapının reçeteye bağlanması… Gebelik testi yaptıran kadınların kocalarına Sağlık Bakanlığı’ndan “haberiniz var mı” telefonları… Ankara metrosunda “ahlâk kurallarına uyun” anonsu… İstanbul hayatını tümden değiştirecek Galataport ihalesi…
Yayın yasağıyla karşılanan Reyhanlı başta olmak üzere, her biri tek başına gündem işgal edecek, hükümet götürecek tonla olay, birbiri ardına döküldü ortalığa… Taksim’e yürüyen yüz binlerin her birinin aklında, bunlardan belki biri, belki birkaçı, belki tamamı vardı. Kadınlarda, gencecik insanlarda belki de artık bir varolma endişesi vardı. Bu endişe çoktan yaratılmıştı.

Al sana kamusal simya

Sivil toplum, vesayetle mücadele, demokrasi nidalarıyla iktidarı tahkim edilen başbakan, “muhatabım kim” diyor. Bütün İstanbul ilçelerini, elliye yakın şehri kaplayan gösterilerde kendini gösteren bir halk, literatürdeki o soyut varlık.

‘80’ler bile değil, ‘90’larda doğmuş olup apolitiklikle itham edilen, Tayyip Erdoğan’dan başka devletlû sima tanımayan, bugün siyasal düzeni zorlayan gençler… En sevdikleri eğlence siyasetin ve endüstrinin çarklarında erimiş gitmiş futbol taraftarları: Semti bütün ahengi bozularak işgal edilmiş Çarşı, onlara desteğe koşan Bursasporlular, kol kola Galatasaraylılar, Fenerbahçeliler, Karşıyakalılar, Göztepeliler… Girift ve ucu bucağı belirsiz dava girdaplarında öfke biriktirmiş “Mustafa Kemal’in askerleri”… Her gün polis tehdidiyle ve ahlâk zabıtalarıyla mücadele eden, Beyoğlu’nun tutunmasında büyük payı olan LGBT bireyleri, espriyle söylendiği gibi “Mustafa Kemal’in transları”… Onların yanında bozkurtlar, onların yanında “Mülk Allah’ındır, sermaye defol” diye yürüyen Anti-kapitalist Müslümanlar, onların yanında Kürtler, onların yanında bir antoloji gibi ortaya serilen sol partiler, örgütler… Arkadaşları onyıllarla yargılanan, sürekli saldırı, soruşturma tehdidi altında yaşayan üniversite öğrencileri… Geleceği belirsiz, daha baştan kendilerinden vazgeçilmiş, ucuz işgücü bantına koşulmuş liseliler… Kendilerine Çin işçi sınıfı örnek gösterilen işçiler, işsizlikten intiharı düşünenler… Plazalarda ömür çürüten beyaz yakalılar… Oteller, rezidanslar, tabut gibi TOKİ binaları arasında oradan oraya savrulan, dev viyadükler arasına sıkışmış İstanbul halkı…

Herkes dışarı çıktı ve dansedilebilir devrim nasıl olurmuş, ucundan bir parça gösterdiler. Tribünlerden ilham alan sloganlar bütün eylem jargonunu değiştirdi, yürüyüşlere ve mücadeleye tempo kazandırdı. Ev kadınından devrimci öğrencisine kadar ortaklaşılan slogan, “faşizme karşı omuz omuza”, düzenin adını böyle koydu. Bir başka ortaklık: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam”. Zincirlerini koparmış milyonların cesareti, ve adeta deprem koşullarını hatırlatan bir büyük dayanışma duygusu.

Türkiye neşesini kaybediyor, mizah can çekişiyor derken sökün eden, duvarlara, dövizlere, tweet’lere nakşolunan müthiş bir yaratıcılık, olağanüstü bir espri duygusu, her köşesi enstalasyonlarla bezenip Beyoğlu’nun en şahane ve gerçek galerisi haline gelen sokaklar, birkaç günlüğüne sanat kılınan hayatlar.

Meydan bizimdir

Muhafazakâr sağ geleneğin Taksim’e “ideolojik” bir bakışı var. “Bana tarihi ihya etmem için oy verdiler” diyen bir adamın kışla-AVM ısrarının ardında belli ki bu türden bir tarihsel derinlik yatıyor. 31 Mart ve mütarekeyle özdeşleşmiş bir kışla, bugün artık iç organlarında bir açık müzeymişçesine gezilen, 1977’den bu yana en afili fotoğrafları veren, modern kamusal mimarinin Türkiye’deki iyi örneklerinden, kendisi de artık bir tarihselliğe kavuşmuş AKM’ye karşı… Ve tabii “1 Mayıs meydanı”ndan “dinlerin kardeşliği” meydanına ağaçsız, hayvansız, cansız bir geçiş…
Halbuki bir haftadır Taksim’de ve Gezi Parkı’nda hayaletler dolaşıyor, Nâzım Hikmet’in ölümünün tam da ellinci yılında, bastırılan her şey gün yüzüne çıkıyor. Meydanda, parkta, yollarda, “Bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine…” diye, o dizeler boşuna tekrarlanmıyor. Başbakan olayları tahrik edip, sürekli el yükseltip halkı iç savaşla tehdit ederken, polisin ve devletin hiç varlık gösteremediği günlerde, bu “iliştirilmiş baba” figürünü tefe koyup çalarak tarihinin en güvenli, huzurlu, şen karnavalını yaşıyor Taksim. Bu düzenin sahiplerinin bu halktan, bu ülkeden o kadar büyük çıkarları var ki, iktidar sarhoşluğu yaşayan bu “örnek lider”le ne yapacaklar, şimdi onlar düşünsün.

Onlar düşünedursun, Gezi artık o çadırları oraya yerleştirenlerindir. Bu yaz, bir açıkhava okulu, festivali halinde Gezi’de geçebilir. Oradan çıkılıp güle oynaya İstiklâl Caddesi’nde bir eylem kortejine takılınabilir. Karşıya geçecek olanlar, Gezi’de son bir biranın ardından Başbakanlık ofisinin yanındaki iskeleden gülüşerek, öpüşerek Kadıköy vapuruna binebilir, binebilmelidir. Beşiktaş direnmeli, evet, o çay bahçesi dahi oraya geri dönmeli…

Ve İstanbul’un, Türkiye’nin her yerinde insanlar yaşam alanlarını, yaşam biçimlerini, sokağını, ağacını, binasını, iş-eğlence-ibadet alanını belirleme hakkına sahip olmalı. İşte buna “demokratik modernite” diyoruz.

Merve Erol
4 Haziran 2013
Kaynak; birdirbir.org