Akademi Politik: Sivilim, itaatsizim (2) – Ferhan Şaylıman

İnsanın yaşarken derinliği, çapı, sarsıntısı büyük olaylar karşısında tarihe tanıklık ettiğinin bilincinde olması gerçekten ayrıcalıklı bir duygu. Düşünsenize, ülkeyi, toplumu dönüştürebilecek bir güç ayaklanmış önünüzden geçiyor ya da sizi de arasına katmış beraber yürüyorsunuz.

Bu yazının 1. Bölümünü kaleme aldığım tarihe bakıyorum: 10 Haziran 2013. Yani Gezi olaylarının 10.gününde bir sabah Kuğulu Park’a gidip orayı çadırlarıyla, pankartlarıyla, müzikleriyle, umutlarıyla, aşklarıyla yepyeni düşünceleriyle mesken tutanlarla buluşup, konuşmuşum. Gazetecilik hayatımın en heyecan veren söyleşilerinden birisi olmuş bu. Etrafımız sivil polis kaynarken onlar anlatmış ben not tutmuşum.

”Ben liberalim,’ diye söze başladı Yusuf, ‘son seçimlerde AKP’ye oy verdim, referandumda evet oyu kullananlardanım. Erdoğan’ın iyi bir lider olduğunu düşünüyordum. Bu düşüncemi uzun süre korudum. Ne zaman ki tek adam olmaya başladı, parti içinde diktatörlüğünü ilân etti, umudum kalmadı. Putin bile onu, halkını dinlemesi için uyardı. Çok utandım. Baksanıza Fas’a gittiğinde konuşması gereken Bakanlar, Arınç’ın dışında korkudan sustular. Bu arada belki dedim, belki yumuşar, özür diler. Özür dileseydi, ben bugün burada olmayabilirdim. Bırakın özür dilemeyi, çapulcu dedi, aşağıladı. Bakın direnişte çok farklı inançlardan, farklı kesimlerden insanlar var. Futbol taraftarları, sosyalistler, liberaller, Kemalistler, gayrimüslimler. Örneğin ben inançlıyım ama Müslüman değilim. Yalnızca Tanrı’ya inanırım. LBGT üyesiyim, eşcinsellerin ve seks işçilerinin yanındayım. Onları dışlayan tavırlara tepkiliyim. AKP’nin özgürlük anlayışını yalnızca başörtüsüne endekslemesini doğru bulmuyorum. Bu hareketin nereye ulaşacağını, nasıl sonuçlanacağını her gün sabahlara kadar tartışıyoruz. İnanır mısınız, kimsenin bir şey bildiği yok. Siyasi bir birikim, yaklaşım, analiz, çözüm önerileri umuyorsanız yanılırsınız. Gece yarısından sonra ülkücüler buraya destek olmaya geliyorlar. Attıkları slogan ne biliyor musunuz: Kahrolsun Faşizm.”

gezi-kadin-1

Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okuyan Yusuf’un ardından konuştuğum Berk, Uludağ Üniversitesi’nde Veterinerlik Fakültesi’nde öğrenciydi. Yüzü hafif solgundu.

”Okulum Bursa’da ama kalp rahatsızlığım nedeniyle Ankara’da ailemin yanındayım, tedavi görüyorum. Erdoğan’ın baskıcı tavırlarını kabul etmiyorum. Bu direnişle beraber onun da değişebileceğini umuyorum, bekliyorum. En azından bundan sonra konuşurken iki defa düşünür. Hiçbir siyasi partinin taraftarı değilim. Bir dönem CHP gençlik kollarında çalıştım. Tam hayal kırıklığıydı. Kılıçdaroğlu’ndan umudumu kesince partiden ayrıldım. Şimdi bağımsızım.”

Daha sonra Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Arman girmişti araya. ”Üç günden bu yana uykusuzum hocam” diye başlamıştı sözlerine.

‘Ne devrimciyim, ne de reformist, ben öfkeliyim, sadece öfkeliyim. Erdoğan’a inat, çapulcu olmadığımı göstermek için buradayım. Hiçbir siyasi partinin destekçisi değilim. Kendimi aşağılanmış hissettiğim için direnişe destek veriyorum. Astım hastası sevgilim ve bu işlerle hayatı boyunca hiç ilgilenmemiş olan ablam bile Kızılay’daki eylemlere benle beraber katıldılar, biber gazı yediler. Polisin tutumu son derece sert. Açıkçası korkuyorum. Kızılay’daki çatışmalarda ön saflarda yer alan ODTÜ öğrencilerine hayranım. Onların cesareti, direnişi hepimiz için çok önemli. Kızılay’daki polis saldırısında köşeye sıkıştırıldım. Beni kurtaranlar ODTÜ grubu oldu. Onlar polise karşı mücadele verirlerken biz arka safta, yaralananlara yardımcı oluyoruz, revire dönüştürdüğümüz yerlere taşıyoruz. Yani herkes elinden geleni yapıyor. Çok farklı dünya görüşlerinden insanlar bu eylemlerde bir araya geldiler. Atatürk’ün yapamadığını Erdoğan yaptı, birleştirdi bizi. Örneğin Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyenlerle asla aynı görüşte değilim. Asker falan değilim ben. Yeryüzünün çocukları hiç kimsenin askeri değildir.’

ali-ismail-342

Yusuf, Berk, Arman derken söyleşiye katılan diğer kişi Koray’dı. ODTÜ’den atılmıştı, işsizdi. İçlerinde en öfkelileri de oydu.

”Biliyor musunuz, Kürtlere yapılanların ne anlama geldiğini burada, 10 gün içersinde daha iyi anladım. Kürt siyasetiyle hiç ilgilenmedim ama polisin yaptıklarından sonra şöyle düşündüm: Eğer biz 10 günde bu yapılanlardan bıktıysak, ya güneydoğudakiler? Biliyor musunuz, polisler Kuğulu’ya tomalarla girdiklerinde beni de Kürt kardeşlerim kurtardılar. Ezilecektim neredeyse. Diğer arkadaşlarım gibi hiçbir siyasi partinin destekçisi değilim. Burada farklı görüşlerden insanlarla beraber olmanın heyecanını yaşıyorum. Bana kimse bir şey yakıştırmaya kalkmasın, ben halkım. Halkım için buradayım. Polis çok acımasız. Ama bu acımasızlık hepimizi 3 günde yeraltı savaşçısı yaptı.”

Eh madem geçen yıla yani Gezi olaylarının en ateşli günlerine doğru dönüş yaptım, o zaman 1 Haziran sabahı Tunalı Hilmi’ye çıktığımda karşılaştığım tabloyu da anımsamakta fayda var.

”Dün gece Kuğulu Park’taki çatışmadan sonra bu sabah 7.30 gibi Tunalı Hilmi Caddesi’ne çıktığımda, birden 10 yıl önce İstiklâl’de duyduğum cam seslerini (El Kaide’nin İngiliz Konsolosluğu ve HSBC’ye düzenlediği bombalı saldırı) anımsadım. Aynı sesler yükseliyordu gökyüzüne. Gece bazı mağazaların camları kırılıp dökülmüştü. Yol baştan aşağıya parçalanmış şişelerle doluydu. Savaştan çıkmış gibiydi her yer. Yakılan büyük ateşlerde kafeteryaların önüne dizilmiş ahşap çiçeklikler kullanılmıştı. Şimdi yerler tankerlerle yıkanıyordu. Çöpçülerin camları süpürerek topladıkları noktalarda oluşan öbekler kum tepecikleri gibi kaplamıştı caddeyi. Şangırtılar, kırık cam sesleri. Hayatı doğal akışına döndürmek için çabalayan temizlik işçilerinin, esnafın, apartman kapıcılarının çabaları. Oysa dün geceden sonra artık hiçbir şey eski akışına dönmeyecek. Kuğulu Park’ın girişinde, adını caddeye veren Kurtuluş Savaşı gazilerinden Tunalı Hilmi Bey’in heykeli de bir garip duruyordu bu sabah. Sanki hafif öne yatmış gibi eğik ve yorgundu. Tunalı Hilmi Bey ne savaş yıllarında, ne de sonrasında görmediği bir toplumsal patlamaya tanıklık etti dün gece. Onun şaşkınlığı içersinde. Hayatın hiç aksamadan tıkır tıkır işlediği bir alanda, aklının alamayacağı şeyler yaşandı. O dizi oyuncularını andıran şık hanımların, podyumdan fırlamışçasına bakımlı, albenili güzel kızların, yakışıklı beylerin varlığına alışkındı. Gece boyunca çevresini kuşatanlar, üzerine tırmanıp ‘Her Yer Taksim Her Yer Direniş.’ diye slogan atanlar pek görmeye alışkın olmadığı tiplerdi. Konuştukları dili de anlamamıştı. Başka bir dünyanın diliydi bu. Kitlenin arasında örgütlü topluluklar var mıydı? Elbette vardı. Ama dün asıl kalabalığı sıradan, hayatın yükünü çeken, evini, eşini, çoluğunu çocuğunu geçindirmeye çalışanlar oluşturuyordu. Her sabah halk otobüslerine, minibüslere, servislere doluşup işlerine gidenler, dün evlerine dönmek yerine Kuğulu Park durağında inmeyi tercih ettiler. Yurtlarda, üniversite kampüslerinde sınavlara hazırlananlar da eklendi bunlara. Yani siyasetçilerin mutedil, sağduyulu olarak görüp, yere göğe sığdıramadıkları dün gece sabaha kadar Kuğulu Park’taydılar. Çoğu tomaların sıktığı biber gazıyla ilk defa tanıştı. Tunalı Hilmi Bey’de onlarla beraber öğrendi insanın, ciğerini, ağzını burnunu gözünü yakan bu gazın ne anlama geldiğini. Şimdi her yer çok sıcak ve halâ gaz kokusu var havada. Tunalı Hilmi Bey’e bakıyorum. Yaşananları anlamaya çalışırcasına çevresini inceliyor. Yorgun ve şaşkın.”

berkin-kkk

Zaman ne çabuk geçiyor.

1 Haziran sabahı Tunalı Hilmi’de yürümeye başladığımda henüz Abdullah Çömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz öldürülmemişlerdi. Başbakan’ın ”Ölmüş bitmiş” dediği Berkin Elvan hayattaydı. Onlarla beraber benim söyleşi yaptığım gençler ve kentlerin parklarını, sokaklarını, meydanlarını dolduran diğer kalabalıklar yani kendilerini ”Yeryüzünün Çocukları” olarak tanımlayanlar diktatörün şimdilik en azından iyi bir ders aldığı düşüncesindeydiler. Başta iktidar olmak üzere ülkenin polisi, askeri, yargıcı, aydını, siyasetçisi apışıp kalmışlardı. Üniversitelerin o güne kadar Erdoğan’a fahri doktora ünvanı vermekten, cüppe giydirmekten kafalarını kaldıramayan, öğrencilerine eğitim verdiklerini sanan, dipten yükselen dalgayı herkesle beraber şaşkınlıkla izleyen yani ot otlayan profesörleri çaktırmadan anketler, araştırmalar yapmaya başlamışlardı. Kimlerdi bu sokakları dolduranlar? Sonra mal bulmuş gibi açıklamışlardı eşsiz çalışmalarının sonuçlarını:

Direnişçilerin yüzde 40′ı 19-25, yüzde 24′ü 26-30 yaşları arasındaydı.

Yani bu oranı yüzde 65, yaş ortalamasını da 20 civarında belirlediğimizde, direnişe katılanların AKP iktidara geldiğinde 9 yaşlarında olduğu ortaya çıkıyordu. Reha Muhtar’ın ”Acı var mı acı?” sosunda ”haber” sunduğu, Erman Toroğlu’nun spor programlarında ”Kodum mu oturturum” dediği, Acun Ilıcalı’nın yarışmacılarına şaklabanlık yaptırdığı dönemlerin çocuklarıydı bunlar.

O günlerde Erdoğan’ın yandaş medyası Balyoz ve Ergenekon Davası’yla beraber içi boşaltılan TSK’nın halini görmezden gelip, Yeryüzünün Çocukları’na ”Darbeci bunlar, arkalarında asker var.” demek için yanıp tutuşmuşlardı ama becerememişlerdi.

Ah, bu çocuklar köküne kadar hem sivil, hem de itaatsizdi.

Geceleri parklarda düzenlenen forumlarda dinlemiştim onlardan birisini. Şöyle diyordu:

”Direnişin ruhu özünde kirlenmemiş değerleri barındırıyor. Toplumun özgürlük beklentisi şimdiye kadar hiç böylesine açık biçimde, yüksek sesle dile getirilmemişti. Biz hayatı savunuyoruz. Hayatın bağışladığı güzellikleri savunmak için mücadele veriyoruz. Bunu yaparken kullandığımız sözcüklerin, kavramların çoğunun içlerinin boşaltılmış olduğunu görmek düşündürücü. Sürekli ileri demokrasiden söz edenlerin ülkeyi büyük bir cezaevine dönüştürdüklerini gördüğünüzde demokrasi bu olamaz diyorsunuz. Onların dillerinden düşürmedikleri insan hak ve özgürlüklerinin, pratiğe baktığınızda baskıyla yönetilen ülkelerdeki uygulamalarla eş değerde olduğunu fark ediyorsunuz. Bu kaba propagandayı pervasızca yapanlar, toplumu açıktan açığa aptal yerine koyanlar yıllardır medyayı kullandılar. O nedenle bazı kavramların anlamı kalmadı. İktidarın kullandığı kavramlarla bizimkiler asla aynı kefede değerlendirilemez. Şimdi şunu öneriyorum: Direniş kendi sözcüklerini, kendi kavramlarını yaratmalı. Direnişinin kendine özgü bir dili olmalı. İletişim denen olgunun içini biz yeniden doldurmalıyız.”

Ne dersiniz, Haziran Direnişi gerçekten kendi dilini, kültürünü yaratabildi mi?

Yine o güne kadar ot otlayan üniversitelerin yaptıkları araştırmalardan bir sonuç daha çıktı: Direnişçilerin yüzde 70′i kendilerini hiçbir siyasi partiye yakın hissetmiyordu. Yani bunları arkasında, önünde bir lider kadrosu, örgütlü bir yapı yoktu. Yani Ali İsmail Korkmaz’ın, Ethem Sarısülük’ün, Abdullah Cömert’in ve diğerlerinin ”Ey diktatör, hayatımızdan elini kolunu çek, bize höt zöt yapma, özgürlüklerimizi kısıtlama, demokratik haklarımızı tırpanlama” diye başlayan çağrıları son derece yerinde, son derece insaniydi.

Yeryüzünün Çocukları köküne kadar haklıydılar.

O kadar haklıydılar ki, Soma’da yaşanan katliam, tırpanlanan demokratik hakların yarattığı boşluktan bir facianın nasıl fışkırabileceğini, 301 madenciyi toprağın altına diri diri gömerek, 432 çocuğu yetim bırakarak öğretti topluma.

Sonra?

Sonra Haziran Direnişi’nin ikinci yılı geldi dayandı kapıya.

Eksildik mi, çoğaldık mı bilemiyorum.

Ali, Ethem, Berkin, Abdullah ve diğer yitirdiklerimiz olmadığına göre kuşkusuz eksildik.

Ama onlardan geriye kalan boşluğu inançla, umutla, özlemle dolduranların kararlılıklarına bakınca çoğaldık diyesim geliyor.

Şimdi yitirdiklerimizi yeterince koruyup kollayamadığımız, cellatlara teslim ettiğimiz için özür, sonsuza uçanların umutlarını bir bayrak gibi taşıyanlaraysa teşekkür zamanı.

Ey Yeryüzünün Çocukları, yalnız bize değil dünyanın tüm ezilen halklarına verdiğiniz insanlık, kardeşlik ve demokrasi dersi asla unutulmayacak, asla.

28 Mayıs 2014
Kaynak: akademipolitik.com