Meşhur siyaset felsefecisi Michael Hardt’la Soma’daki iş cinayetini, yeni ‘sınıf mücadelesini’, Gezi ve benzeri hareketlerin istikbalini konuştuk.
Edebiyat kuramcısı ve siyaset felsefecisi Michael Hardt’ın Antonio Negri’yle yazdığı ‘İmparatorluk’ için ‘21. yüzyılın Komünist Manifestosu’ tarifi oturdu gibi. ‘Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi’ ve ‘Ortak Zenginlik’le üçleme tamamlandı. (Ayrıntı Yay.) İkilinin yeni bir demokrasi önerisi olarak 2011-12 işgal ve kamp hareketlerini incelediği ‘Declaration’ (Bildiri) isimli bir de elektronik kitapçıkları mevcut.
Boğaziçi Chronicles’in konuğu olarak İstanbul’da bulunan Hardt, yarın saat 16.00’da, Boğaziçi Üniversitesi’nde ‘Bütün o liderler nereye kayboldu’ başlıklı konferans verecek. 25 Mayıs, 16.00’da da Gezi üzerine bir foruma katılacak.
Neoliberalizmden, son yılların toplumsal hareketlerinden, kaybolan ‘sınıftan’ zaten konuşacaktık, her şeyin ortasına Soma oturdu. Şimdiye dek anlattıklarının acı bir özetiydi bu katliam.
Hardt’ın hiç biber gazı tecrübesi yok, ilkinin İstanbul’da olabileceğini düşünüyordu içten içe.
Başbakan, madenciliğin doğasını ve bu ölümlerin ‘olağan’ sayılabileceğini vurgulamak için Sanayi Devrimi’nin ilk yıllarında, geçen yüzyılda yaşanan maden kazalarından örnek verdi. Madencilik işaret ettiği dönemin iş düzenini, istihdam biçimlerini, iş güvenliği anlayışını anımsatan sektörlerden. Bu koşullar 2014’te hâlâ mevcutsa katliam kaçınılmaz, yani ‘olağan’ mı demek? Siz ne çıkarırsınız bu ifadeden?
Bugün çağdışı saydığımız geçen yüzyılın koşullarıyla bu şekilde bağlantı kurmakta haklısınız. Bu, yaşananın rezaletini tarif etmenin bir yolu. Ama bence aynı zamanda 21. yüzyılın ‘kazalarının’ doğasını da iyi anlatıyor. Soma liberalizmin trajedisidir. Hükümetin madeni sadece özelleştirmesi değil, sonra da mesuliyetini yok sayması, son 30-40 yılda tüm dünyada gördüğümüz tipik bir neoliberal siyaset örneği. Bazı noktalarda AKP ve Erdoğan tam bu çizgide. Bu da sosyal bir tehlike olarak neoliberalizme odaklanmamız gerekliliğini gösteriyor. Aslında Soma’dan gelen haber bana New Orleans’ı, Katrina Kasırgası’nı hatırlattı.
Bir doğal afeti?
Evet, çünkü doğal afet olduğu kadar, bu anlamda bir kazaydı da. Takip eden sosyal bir felaket olmuştu; zaten doğal afetin böyle yaşanmasına neden olan da sosyal politikalardı. Kasırganın nereden şehre gireceği belliyken dikkate alınmamıştı. Bu bir 21. yüzyıl sorunu; çevresel yıkımların kendisi doğal afetler yaratır hale geldi. Soma’da kimsenin insanları bile isteye öldürme niyeti olmayabilir ama neoliberalizm ve yoksullara karşı yürütülen politikalar bu kazanın, bu afetin koşullarını yarattı. İki olay arasındaki ilginç bir benzerlik, Katrina’dan sonra Bush’un neoliberal politikalarının yıkıcı sonuçlarına dair ani ve yaygın bir kabul oluşmasıydı. O esnada halk tarafından kibirli ve suçlu görülmeleri açısından da Bush’un New Orleans, Erdoğan’ın Soma ziyaretlerini benzetiyorum. Bush’un popülerliğini yitirmesinde dönüm noktası, Irak Savaşı’ndan çok Katrina’dır.
Bunun Erdoğan’ın popülerliği açısından da bir dönüm noktası olabileceğini mi düşünüyorsunuz?
İnsanların Erdoğan’ın politikalarının yarattığı sonuçları bir mozaik halinde görmesiyle, belki. Gezi bunu yaratabilirdi, belli bir kitledeki etkisiyle sınırlı kaldı, çoğunluğa yayılmadı. Soma trajedisinin sınıfsal tabiatı, neden olan sosyal ve sair politikalar, işçi sınıfının en dibindeki yoksullar… Bazen teki de yeter ama bunlar bir araya gelip de görünür olduklarında insanların Erdoğan politikalarının sonuçlarına dair fikri değişebilir. Dışardan bakan biri olarak sadece tahminde bulunabilirim. Ama izlenimim bu öfkenin sadece geleneksel Erdoğan muhaliflerinden yükselmediği; siyasi yelpazenin daha geniş bir kesimi kızgın.
Kazanın sınıfsal tabiatı dediniz. Sınıf siyaseti de, sınıf perspektifi de geçen yüzyıla ait kavramlar haline getirilmedi mi?
Bugünün temel politik meselelerinden biri sınıf perspektifini, sınıfı yeniden tanımlamaktır. Bunu yapmak için bence geleneksel tariften çıkmak gerekiyor. Bir süre öncesine kadar, Türkiye’de de öyledir, işçi sınıfı erkek sanayi işçisi demekti. İşin doğası değişti, tarifi genişledi. Düzenli maaş sahiplerinden prekaryaya, işsizlere geldik. Şu an eski sınıf fikrinin geçerliliğini yitirdiği, bizim de layıkıyla yenisini tarif edemediğimiz geçiş dönemindeyiz. Negri’yle ‘çokluk’ fikrini yaratırken ilhamımız bu ihtiyaçtı. Bu aynı zamanda emek örgütlenmeleri için de yeni biçimler bulma gerekliliğini doğuruyor. Sendikalar da dönüşerek bu kesimleri içerebilmenin yolunu bulmalı. Zor ama şart. Soma, sermayenin ve devletin cinai faaliyetini gösterdiği kadar, ne yazık ki sendikaların çalışma koşullarına dair talepte bulunacak kifayette olmadıklarını da gösterdi. Bu suçlama değil, tespit.
Hükümet politikaları ortada, özel sektörün kâr hırsı belli, sendikalardan hayır yok. Hayatta kalabilmek için her tür koşula rağmen o işleri reddedecek gücü bulunmayan, öyle protestoya falan da zamanı olmayan yoksulun da yoksullarının şansı ne bu kıskaçta? Ya da bu yüzyılın ‘sınıf mücadelesi’ nasıl kurulabilir?
Buna anında verecek iyi bir cevabım yok. Genel olarak emek örgütlenmelerinin zayıfladığı son 10 20 yılda, Gezi’ye benzer yatay sosyal hareketler kendini gösterdi. Geleceğin, emek örgütlenmeleriyle bu tür sosyal hareketlerin etkileşiminde olduğunu düşünüyorum. Geldikleri noktada iki tarafın birbirine ihtiyacı var. Sadece eylemlilikte değil, alternatif yaratmada da.
Soma sonrası Türkiye’nin farklı yerlerinde Gezi’nin izini taşıyan eylemler oldu. Bu bir dokunuş belki ama söz ettiğiniz iki tarafın gerçekten birlikte hareket edebilmesinin yolu yordamı ne?
Genel bir cevabı, keşfedilmiş bir yöntemi yok. Türkiye’yi iyi bilen bile bunun yolunu, zamanını söyleyemez, kaldı ki ben yabancıyım. Dayanışmanın ötesinin gerektiği kesin. Soma’dan sonra yaşananlar bu anlamda bir kapı açmış olabilir. Gezi fikrinin, dokunmadığı kitlelerle dokunmaya, kendisini zenginleştirmeye ihtiyacı var. Çok tatmin edici bir cevap olmayabilir ama işte asıl mesele zaten bu.
Hükümetin “Bu ülkenin başbakanına yuh çekersen tokadı yersin” noktasına erişmiş muhalefet bastırma yöntemini nasıl buluyorsunuz?
Son bir yıldır hükümetin her türlü protestoya sadece güçle karşılık vermesi çok ilginç. Biber gazı harcaması bütçede gerçekten büyük bir kalem tutuyor olmalı. Benzer durumlarda başka hükümetler küçük ödünler verir, göstericilerin bir kısmını kazanmaya çalışır. AKP sadece baskı kullanıyor. Genelde bu strateji çok uzun ömürlü olmaz. Hatta hükümet politikaları arasında en vahşi ama en zayıf olanıdır. Bunun er ya da geç geri tepeceğini düşünüyorum. AKP bana ne tavsiye edeceğimi sorsa, neyse ki sormayacaklar, esnek bir siyaset sergilemenin daha zekice olduğunu söylerdim. Bu sadece gaddarlık, üstelik çok da tehlikeli.
Bu da sizin alanınız… Hükümetlerin bir biyoiktidar biçimi olarak bir grubu ‘iç düşman’ ilan edişinden, ağır militarist teçhizatlı polis gücünü, göstericileri sokak sokak yakalamaya, yaralamaya, doğrudan zarar vermeye yönelik kullanışından konuşurken ‘savaş’ kelimesini kullanmaktan imtina etmeli miyiz? Bir hükümet vatandaşlarının bir kısmına savaş açmış olabilir mi?
Öncelikle, haklısınız bunu daimi bir savaş ya da bir tür savaş olarak tanımlamak doğru. Türkiye’de Kürtler’in iyi bildiği bir hal bu. Gezi’den sonra yaşanan da. Evet, hükümetler savaş mantığıyla politika üretebilirler. Ama yine de ‘savaş’ dediğimizin farklı usulleri ve yoğunlukları var. İmtina edeceğim nokta, bunu kabul ettiğimiz anda ‘savaşı’ şiddetlendirmiş olmamız. Öncelikli vazifemiz tansiyonu düşürmeye, insanları korumaya gayret olmalı. Son yıllarda dünyada Gezi’ye benzeyen hareketlerde yapılan yanlışlardan biri, ‘savaşa’ savaşla cevap vermek oldu. Bunun sonu felaket. Çünkü polise karşı bu şekilde ‘kazanmak’ asla mümkün değil.
Peki öneriniz ne?
Bunu ellerinizi kavuşturun ve asla protesto etmeyin anlamında söylemiyorum. Brezilya’da da benzer durum var. Başka teknikler bulmak gerekiyor. ‘Duran adam’ eylemleri ilginçti örneğin. Öyle biçimler bulmalıyız ki şiddetin dişleri sökülsün, kurtların öndeki o sivri dişini söker gibi… O en tehlikeli diştir ve söktüğünüzde işler değişir.
Yarın konferansta yatay örgütlenmeler ve liderlik meselesi üzerine konuşacaksınız. Dediğiniz gibi ‘liderliğin çoğul hali’ mümkün mü?
Öncelikle solun geleneksel liderlik anlayışını ve merkezi otorite mefhumunu sorgulaması gerekliliğini çok önemsiyorum. Sahip olduğumuz yatay ilişkilerin yetersiz kalması, itiraz ettiğimiz otorite formlarına yönelmemizi gerektirmiyor. Liderliğin neyi çözdüğünü anlamak, bunu merkezi otorite olmaksızın örgütleyebilmemiz lazım.
Son yıllarda tüm dünyadaki Gezi benzeri hareketlerin bir süre sonra bulundukları ülkenin iktidar karşıtlığına ya da mevcut toplumsal kutuplaşma hatlarına oturması hangi zaafın ürünü?
Bu gerçekten sık rastlanan bir durum. Türkiye hiç yalnız değil bu anlamda. Örneğin son yıllarda İtalya’da Berlusconi o kadar ön plana çıkan bir figür oldu ki, tüm sol ve muhalif güçleri Berlusconi nefreti bir arada tutar hale geldi. Berlusconi gittiğinde kalakaldılar.
Bir grup diyor ki fabrikalar işçi sınıfının olacak, bir grup liberal demokrasi istiyor, anarşistler sistem içi çözümü reddediyor ve daha bir sürü başka tahayyül… Bu haliyle ‘çokluk’u yaşatacak bir sosyal siyasal form yok. ‘Çokluk’un itiraz ettiği sisteme alternatif üretmekteki eksikliği, belki de hevessizliği, her bir parçasının içten içe ‘çokluk’ olarak güçlerine inanmayışlarından olabilir mi?
Bence bu çok önemli bir teşhis. Önünümüzdeki dönemin mühim tartışma konularından birini işaret ediyorsunuz. Çok açık ki sadece protesto etmek yeterli değil. Direnişin bir alternatif vizyonla ilerlemesi şart. Sosyal kökleri olmasa da Gezi Parkı’nda kurulan alternatif düzene odaklanabiliriz; bu iyi bir temrin olabilir.
Umutlu musunuz?
Öyle sormadığınızı biliyorum ama kimileri ‘umutlu’yu aşağılama olarak kullanıyor. Bize karşı olanın gücünü ve buna rağmen başardıklarımızı unutabiliyoruz. Bazen umut, sadece ne becerdiğimizi hatırlamaktır.
Umutlu oluşunuza kinayeyle bakılıyorsa, neşenin politik olarak örgütlenmesinden, mutluluğun kurumsallaşmasından söz ettiğinizde iyice naif, sevimli falan bulunuyor olmalısınız. Öyle mi?
Bir de aşktan konuştuğumda öyle oluyor, evet. Sanırım insanlar beni duygusal ve de gayrı ciddi buluyor. Dini yanından bakan var; alakası yok oysa. Kuşaklarla da ilgisi var bu algının. 1960’lar, 70’ler kuşağı politikayı vazife duygusuyla ele alıyordu; neşesiz bir militanlık söz konusuydu. Bu yüzden de politika geçici olarak yapılıp sonra hayata devam edilen bir aktiviteydi. Son on yılda politikayı neşeyle yapan bir kuşak var. Gezi Parkı’nı o dönem gezenler neşeyi de, aşkı da fark etmiş olmalılar. Politika artık hafta sonlarında ya da geçici bir süre, üstelik mutluluktan uzak kalarak yapılan bir şey değil.
‘Hayatlarını zenginler için feda etmişler gibi…’
‘Maden şehidi’ tarifi nasıl geliyor kulağınıza?
Çok ilginç. Böyle mi diyorlar? Dinsel okumasıyla anlayabiliyorum. Dini manada şahitlik var orada; katliama, suça şahitlik… Kahramanlık manasında kullanılıyorsa, evet hayatlarını zenginler için feda etme gibi bir kahramanlık var. Zenginler için kurban edilmişler gibi. Çok absürd.
Bir hükümet temsilcisine basın toplantısında, yoksulların zor şartlarda çıkardığı kömürün, seçim zamanında başka yoksullara dağıtılmasındaki çelişki üzerine soru sorulduğunda dedi ki: Ne yani, fakirlerin kömürünü zenginler mi çıkarsın! Ne anlatıyor bu cümle size?
Gazetecinin ortaya koyduğu acı bir ironi gerçekten. Takip ettiğim kadarıyla AKP yoksulların ihtiyaçlarını anlama konusunda maharetli oldu. Bu Türkiye’yi aşan bir mesele. Son yıllarda tüm dünyada sol yoksulların ihtiyaçlarını karşılamayı beceremedi. Beceremedikçe bu işi dinsel organizasyonlara, yoksullara ekseriyetle dürüst olmayan biçimde yaklaşan sağ hükümetlere terk etti. Fakirlerin kömürünü zenginler mi çıkarsın? Bilemiyorum, gerçekten cevaplaması imkânsız bir soru. Galiba yoksullar önce şimdiye kadar çıkardığı kömürün sahibi olmalı.
Pınar Öğünç
20 Mayıs 2014
Haberin kaynağı için tıklayınız; radikal.com.tr