Birdirbir.org: Koşullar sesleniyor, “İşte gül, haydi danset” – Yücel Göktürk

gezidans

İşte Halep, işte arşın. Ya da Ezop deyişiyle, “Hic Rhodus, hic salta” –İşte Rodos, haydi atla. Ya da Marx’ın o deyişi kullandığı “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i”nin Türkçesinde söylendiği şekliyle, “İşte gül, haydi danset”.

Marx’ın “Ve koşullar ‘işte gül, haydi danset’ diye seslenene dek” diyerek bağladığı o uzun cümle, kulağa küpe düsturlar sıralıyor: Sürekli özeleştiri yapmak, koşarken hep ara vermek, halledilmiş görünene geri dönüp yeniden başlamak, ilk denemelerin yarım yamalaklığını, zaaflarını gaddarca ve esaslı biçimde alaya almaktan geri kalmamak…

2014 Türkiye’sinde, koşullar “Halep ordaysa, arşın burada” diye sesleniyor. Bu seslenişin muhatabının düzen partileri olmadığı aşikâr. Onların “arşın”larının demokrasiyle alâkasızlığı malûm.

2014 Türkiye’sinin koşulları, 2007’deki cumhurbaşkanlığı krizinden beri kuvveden fiile çıkma emareleri gösteren, çeşitli adlarla denemeleri yapılan, ancak bir türlü kıvamını bulamayan ve fakat Gezi direnişiyle ruhunu ayan beyan eden “üçüncü odak”ı, “üçüncü özne”yi sahneye çağırıyor.

Çağırıyor, çünkü egemen güçler yeniden eşleşiyor: Bölünen iktidar koalisyonunun tarafları eski hasımlarını, “geleneksel” muhalefeti kendi saflarına devşirmenin adımlarını atıyor, kartlar yeniden karılıyor. Anayasanın öldü(rüldü)ğü, “hukuk devleti” bir yana, “kanun devleti”nin rafa kaldırıldığı krizden çıkış yolu aranıyor.

“Kolay çıkış yok”

Gelgelelim, Nuray Mert’in 3 Ocak’ta T24’te yayınlanan yazısında vurguladığı gibi, “kolay çıkış yok”. Dahası: “Kolay çıkış arayışı içinde boş hayallere, sığ akıl yormalara bel bağlamaya bir son verelim”.

Tarihin cilvesi mi demeli, aynı gün Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu’ndan bir “çıkış arayışı” geldi. Ve şimdiye kadar başka bir somut öneri olmadı. Peki, Feyzioğlu’nun önerisine “kolay çıkış arayışı” denebilir mi? Ya da “boş hayal”?

Feyzioğlu’nun gösterdiği “çıkış” iki aşamalı: 1) Özel Yetkili / Görevli Mahkemeler’in (ÖYM) tamamen kaldırılması ve bu mahkemelerin aldığı kararların bozulması; 2) Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) kaldırılması.

Cumhurbaşkanının ve de başbakanın “sıcak baktığı” yazılıp çizilen bu paketin özellikle ilk maddesi, doğuracağı sonuçlar bakımından siyasî gündemin başlıca konusu haline geldi: Ergenekon ve Balyoz davalarının yeniden görülmesi. Söz konusu madde mantıken KCK, Devrimci Karargâh, Şike, ÇHD, Gezi ve daha birçok davayı kapsıyor. Mantıken, hukuken öyle. Peki siyaseten?

TBB’nin “ÖYM’lerin kaldırılması, kararlarının bozulması” formülüyle “sağlam” bir hukukî dayanak (ya da “kılıf”) ve, asıl önemlisi, geniş bir toplumsal mutabakatı hedeflediği söylenebilir. (“Kolay çıkış yok.”) Ama, Ergenekon ve Balyoz (ve Şike) dışındaki davalar doğrudan Kürt hareketiyle, sosyalistlerle ve hem bu ikisini içeren hem de bu adlandırmaları aşan “Geziciler”le ilgili. Feyzioğlu’nun formülüne, basındaki söyleyişle, “devletin tepesi”ndeki “sıcak bakış”, adları geçen “olağan şüphelileri” de kapsayabilir mi? Lafzen bile zor. (“Kolay çıkış yok.”)

Konuyu sulandırmak gibi olmasın, akla Gülen’in bedduaları geliyor: “Duygularını sinelerinde bıraksın.” Acaba, “devletin tepesi” Kürt hareketi, sosyalistler ve Geziciler hakkındaki duygularını sineye çeker mi?

Sineye çekilecekler bu kadarla da kalmıyor: Önerinin ikinci maddesi, en kestirme ifadeyle, “düşünceyi suç haline getiren” TMK’nın kaldırılması. Bedduanın sınırı da bu herhalde: TMK’nın tümden değil, kısmen kaldırılması.

“Müzakereci demokrasi”, pazarlığı bu çerçevede açıyor. El sıkışılana kadar çok çekiştirme olacağı, hatta omuzu çıkanlara rastlanacağı şimdiden belli.

Yolsuzluklar ve “Takas”

Bir de TBB’nin “çıkış” formülünde olmayan madde var: Yolsuzluklar. O “dava” ne olacak? Olmayan madde, TBB’nin önerilerinin, medyadaki deyişle “takas”a indirgenmesine yol açıyor: Ergenekon ve Balyoz’a karşılık 17 Aralık ve 25 Aralık operasyonlarının hükümsüz kılınması. Bu darlıkta, bu kör parmağım gözünelikte olmasa da, netice itibarıyla, “takas”tan öteye gitmesi muhtemel görünmüyor. Fakat teslim edelim, bu takas bile, hükümet için de, resmî muhalefet için de “kolay çıkış” değil.

Bu “çıkış”ın büsbütün takasa indirgenmemiş haline “yetmez ama evet” diyenler çıkar herhalde. Tarihin ironisi mi diyelim, bu defa Kemalistler ve bir kısım liberaller ve Kürt hareketinin bir kısmı AKP ile aynı safta olabilir.

Kemalistler demişken… TBB’nin önerilerini Feyzioğlu’nun siyasal kimliğinden ayrı düşünmek elbette mümkün değil. Nuray Mert 6 Ocak tarihli yazısında fotoğrafı güzel çekmiş: “Kemalist Barolar Birliği Başkanı heyecanlı bir sevinçle ortalara dökülüyor.”

Yine de “çıkış” önerisi yabana atılır gibi değil. Ulusalcılar ve Kemalistler bir yana, hiç o taraklarda bezi olmayan tanınmış hukukçular, örneğin Levent Köker gibi isimler, TBB’nin önerilerini doğru buluyor, destekliyor. Bir şartla tabii: Tümüyle uygulandığı takdirde.

Hukukçular demişken… Çağdaş Hukukçular Derneği eşbaşkanı Selçuk Kozağaçlı’nın üç gün süren ve mahkeme salonunu dolduran onlarca avukatın dakikalarca alkışladığı “abide” savunması “hukuk devleti” dendiğinde ne anlamamız gerektiğini enine boyuna gösteriyor. “Yargı reformu” dendiğinde de ne kastedildiğini 12 Eylül 2010 referandumundan beri günbegün görüyoruz. MGK’sından YÖK’üne, her nevi vesayet kurumunun yerli yerinde olduğunu gördüğümüz gibi.

TBB’nin önerisine dönersek, “kolay çıkış” veya “sığ akıl yorma” demek zor –zaten Nuray Mert de bunları Feyzioğlu’nun açıklamasından önce söylemişti. Ama, “bel bağlanamayacağı” da su götürmez.

Tarih ve yeni siyaset alanı

Neye bel bağlayabileceğimizi, Mesut Yeğen T24’teki 6 Ocak tarihli yazısındagayet güzel özetliyor –karşı karşıya olduğumuz “kısıt”ları da vurgulayarak. O özete geçmeden, Fransız düşünür Alain Badiou’nun Gezi direnişine yaptığı yorumu hatırlayalım: “Yeni bir siyaset alanı açıldı.” (Express, sayı 139) Bel bağlayabileceğimiz yer orası: Yeni siyaset alanı.

Gezi, sadece bir direniş değil, NTV Tarih dergisinin sansürlenen Gezi sayısının 12’den vuran başlığındaki gibi, “Yaşarken Yapılan Tarih”ti. Yapılan tarih o “yeni siyaset alanı”nın açılmasıydı.

Tarih deyip Marx’ın ünlü hatırlatmasını anmamak olmaz: “İnsanlar tarihlerini kendileri yapar, ama serbestçe seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar.”

Devamındaki cümle de altı çizilesi: “Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker.” (Karl Marx, “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i”, İletişim)

Gelgelelim, bu, “verili koşullar”a, “beyinlere kâbus gibi çöken gelenek”lere teslim olmak anlamına gelmiyor. Öyle olsaydı, ne geçmişin devrimci mücadelesi olabilirdi ne bugünün Kürt hareketi ne Gezi direnişi ne de irili ufaklı sosyalist parti ve örgütlerin bu çok namüsait şartlardaki kararlı mücadelesi. Ve haliyle, 2014 Türkiye’sinde “ne yapmalı?” sorusuna cevap ararken bu deneyimlerin ve tarihselliklerinin içinden bakmak gerekiyor. Tam da Marx’ın vurguladığı gibi: Sürekli özeleştiri yapmak, koşarken hep ara vermek, halledilmiş görünene geri dönüp yeniden başlamak, ilk denemelerin yarım yamalaklığını, zaaflarını gaddarca ve esaslı biçimde alaya almaktan geri kalmamak…

“İlkesel bir sıçrayış”

Bu uzun parantezi kapatıp Nuray Mert’in 6 Ocak’taki “Gelin, açık konuşalım” başlıklı yazısında söylediklerine kulak verelim: “Bakar mısınız memleketin haline? Diyelim ‘aranan uzlaşma’ bulundu, o zaman da, birileri yolsuzluk davalarının devamının gelmesinden, diğerleri tasfiyeden kurtulacak. Bulunamazsa, iktidar başka müttefikler ile bu sefer cemaati tasfiye edecek, bunun karşılığında otoriter rejimin pekişmesine kaşı itirazlar küllenecek. En azından beklenti bu. Peki, ‘uzlaşma, çözüm aranmasın da herkes birbirinin gözünü oyar hale mi gelsin?’ diyebilirsiniz. Hayır, tam tersine, uzlaşma dediğiniz şeyi ucuz pazarlığa, siyaset dediğiniz şeyi kurnaz ittifak teşebbüslerine indirgerseniz asıl o zaman bu ülkenin geleceği olmaz… Böylesi bir kavgadan da, böylesi bir saflaşmadan da gidilecek yer daha iyi değil, daha kötü bir Türkiye tablosudur.”

Peki, ne yapmalı?

Cevap gayet net: “Tek yol, düştüğümüz çukurda çırpınmak değil, ilkesel bir sıçrayışa akıl yormak, güç vermek. Unutmayın, siyaset her zaman ucuz hesap üzerinden işlemez, özellikle kriz dönemlerinden çıkışta, çözüm ancak pahalı bir ödül olabilir.”

Peki, kim? Bu “ilkesel sıçrayış”ı kim yapabilir? Bu soru bizi “üçüncü odak”, “üçüncü özne” meselesine getiriyor.“Ve koşullar ‘işte gül, haydi danset’ diye sesleniyor.” Ya da “işte Halep, işte arşın”.

İmkânlar ve kısıtlar

Şimdi, Mesut Yeğen’in andığımız yazısının kritik cümlelerine bakalım:

“17 Aralık operasyonunun ardından oluşan siyasî iklim birkaç ay önce HDP’yle Türkiye açılımı yapmış olan Kürt siyasetinin önünde hiç de küçümsenmemesi gereken bir alan açmış görünüyor. Türkiye’nin yeni bir siyasî aktöre olan ihtiyacının giderek belirginleşmesi, BDP-HDP çizgisinin önündeki en büyük imkân olarak duruyor.”

Evet, terazinin bir kefesinde ihtiyaç ve imkân var, üstelik vurgu 17 Aralık operasyonuna değil, Gezi’ye yapıldığı takdirde, “tarihsel” sıfatını hak edecek şekilde. Öbür kefede ise “kısıtlar” var:

“Üzerine çokça konuşulmuş kadim kısıtlar bir yana bırakılacak olursa, üçüncü aktörün önündeki en büyük kısıt, 17 Aralık operasyonunun ardından oluşan Ak Parti ve karşıtları cepheleşmesinde, Ak Parti karşıtı cephenin unsuru olmamayı tercih etmesiyle ilgili. Bu durum, CHP memnuniyetsizlerinin bir kısmının bu üçüncü hatta doğru hareket etmesinin önünü alabilir. Öte yandan, CHP memnuniyetsizlerini BDP-HDP hattına taşınmaktan alıkoyan bu siyasetten vazgeçip Ak Parti karşıtı cepheye yatırım yapmak BDP-HDP açısından daha büyük sorunlar doğurabilir. 17 Aralık operasyonunun yarattığı iklimde Ak Parti karşıtı cepheye dahil olmak özellikle BDP seçmeninin bir kısmınca hiç de hoş karşılanmayacaktır. Bu nazik durumun sebep olduğu ‘tarafsız olmasa da hareketsiz kalma’ hali BDP-HDP hattının büyük kısıtı olacak gibi görünüyor.”

Ve işte “üçüncü aktör” olmanın şartı tam da bu: İki cepheden birine “yatırım” yapmak değil, bir “üçüncü özne”, belki daha doğru bir ifadeyle, “üçüncü cezbe” olmak. Bunun yolu da “düştüğümüz çukurda çırpınmak değil, ilkesel bir sıçrayış”…

Öyle bir ilkesel sıçrayış “CHP memnuniyetsizleri”ni niye cezbetmesin? İlkesiz reel politik mi cezbedecek? Asıl önemlisi, “CHP memnuniyetsizleri”ni merkeze alan bir ittifak siyasetiyle “üçüncü aktör” olunabilir mi? Deyişin siyasal anlamıyla değil, sinemasal –ve dahi yerli filmsel– anlamıyla, ancak “karakter” oyuncusu olunabilir. Deyişin siyasal anlamıyla ise, üçüncü aktör, “üçüncü cezbe” olabilmek, “AKP memnuniyetsizlerini” de, muhafazakâr Kürt nüfusun ötesinde, “sokaktaki vatandaş”ı, ücretli emekçiyi de cezbetmeye bağlı.

“Nasıl”ını “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i”nden naklettiğimiz pasaj gösteriyor. Altını çizelim: “Halledilmiş görünene geri dönüp yeniden başlamak, ilk denemelerin yarım yamalaklığını, zaaflarını gaddarca ve esaslı biçimde alaya almaktan geri kalmamak…”

Ama “uzağa” gitmeyelim, burnumuzun dibindeki tarihî deneyime, Gezi’ye bakalım. Söz konusu bir “ruh”sa, o ruha beden –elbette ki “fani”, o kısmı tanım gereği “mukadder”– olmadan “üçüncü cezbe” olmak mümkün görünmüyor.

Ve, evet, aynen Gezi’de olduğu gibi, “müzakere süreci” Kürt hareketini “tarafsız olmasa da hareketsiz” bırakıyor.

Mesut Yeğen’le devam edelim: “Öte yandan, BDP-HDP hattının önündeki bu büyük kısıta rağmen, Türkiye’de üçüncü bir çizginin, üçüncü bir aktörün carileşmesini mümkün kılacak bir siyaset alanı oluşmuş görünüyor. Böyleyse eğer, 17 Aralık büyükçe bir hayra vesile olmuş olabilir.”

Ve işte şimdi, “koşullar ‘işte gül, haydi danset’ diye sesleniyor”. Ya da “Halep oradaysa, arşın burada”.

Demokrasinin ana unsuru

Aslında tabii, “arşın” her yerde aynı, söz konusu dans da öyle. Bir “evrensel”den, bir “enternasyonal”den bahsediyoruz. Express’in Yeni Siyaset sayısında Étienne Balibar’ın dediği gibi:

“Her demokrasi ya da her demokratikleşme süreci, halkın başkaldırı hareketlerinden doğar ve bu başkaldırı hareketleri zamanla kurumsallaşır. Demokrasi ancak iktidarın –ekonomik erkin ve siyasi elitin– onu araçsallaştırmasına direndiği ölçüde, çatışmacı yönünü koruduğu takdirde canlı kalır. Demokratikleşme her zaman demokrasisizleştirmeye (de-democratisation) karşı bir direniş biçimi olagelmiştir. Bugün neoliberal yönetim adı altında demokrasisizleştirmenin çok ağır bir biçimine tanık oluyoruz. Bunun uzanımları antagonizmi, çatışmayı siyasî hayattan silmek, onu kriminalize etmek veya antagonizmi ırkçılık gibi çok zararlı köşelere itmek… Çatışmacı boyutu demokrasinin ana unsuru. Tabii tek boyutu değil; katılım, kendini yönetme, hatta sağlanan temsilcilik… Fakat post-Makyavelci demokrasi fikrinin merkezinde, demokrasisizleştirmeye direnen çatışmacılık yatıyor.”

Balibar’ın “demokrasinin ana unsuru” dediği “çatışmacı / antagonist” boyuta en yakın örnek Gezi direnişi. Bir de geçmişten örnek vermek gerekirse, yıldönümü vesilesiyle, maden işçilerinin 4-8 Ocak 1989’da Zonguldak’tan Ankara’ya “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı” sloganıyla yürüşünü anabiliriz.

Yıldönümü, anma deyip 4 Ocak’ta 54. ölüm yıldönümünü idrak ettiğimiz Albert Camus’yü anmamak olmaz. Biri Roboski, öbürü başkaldırı bağlamında, iki sözüyle bitirelim: 1. “Kalp hafızası vardır.” 2. “Ben başkaldırıyı Marx’tan öğrenmedim, sefaletten öğrendim.”

8 Ocak 2014
Kaynak: birdirbir.org