Jiyan Röportajları’nda bu haftaki konuğumuz birçoğumuzun Taraf Gazetesi’ndeki köşesinden tanıdığı Sezin Öney. Geçen yıllar içinde Taraf’ta istikrarla kalan sayılı isimlerden biri olan Öney, uluslararası ilişkilerden günlük politikaya birçok konuyla ilgili yazıyor. Öney’le hem demokrasi paketinin kapsamına hem de AKP, HDP, BDP ve tüm diğer demokratik güçler eksenindeki demokratikleşme tartışmasına dair fikirlerini konuştuk.
Demokrasi paketi aslında hükümetin ilk demokratikleşme ‘adımı’ değil. Daha önce adı Kürt açılımından Milli Birlik Açılımı’na kadar değişen bir açılım süreci yaşanmıştı, pakette adı geçen birçok kesim için de kısmi reformlar gerçekleştirilmişti. Paketi geçmişteki bu reformlardan ayıran bir şey var mı sizce? Yoksa sunum mu tek farklılaştırıcı etken?
Paketi, geçmişteki reformlardan ayıran en önemli fark, sadece hükümetin sadece kendi yetisi, öngörüsüyle yapılmış olması. Bunu söylerken, Avrupa Birliği veya Türkiye’nin kendi içinde, dışında daha önce reform konusunda etkisi olan tarafların artık etkisi yok demek istemiyorum. Muhakkak ki, bir etkileşim var; ancak kastettiğim şu- günümüz AKP’sinin, Türkiye’de demokratikleşme konusunda politika üretme yetisini ölçmek isteyen varsa, tam ölçütü işte bu paket. Zaten, daha önce reformlar, bu kadar törensel bir edayla açıklanmıyordu; atılan çok daha büyük adımlar, yasama faaliyeti çerçevesinde çok daha sessiz sedasız yapılıyordu. Bu sefer, kamuoyu günlerce bekletilerek, Başbakan Erdoğan’ın söyleviyle, birkaç dilde anında tercümeyle, canlı yayınla, genel yayın yönetmenlerinin huzurunda törensel bir şekilde adeta bir teatral performansla sunuldu paket. Bu tavır da, zaten AKP’nin kendi eserini takdimi manasına geliyor. Paket için hükümetin sadece kendi yetisi, öngörüsüyle yapıldı dedim; ama dediğim gibi bu durum, farklı tarafların beklentilerinin karşılanmaya çalışıldığı, onların demokratikleşme sürecinde etkisi olmadığı anlamına gelmiyor. Meclis’te temsil edilen tüm siyasi partilerin, toplumdaki kesimlerden muhaliflik gücü olanların tümüne yönelik bir şeyler var pakette; Avrupa Birliği’nin de hala etkisi var. AB ile üyelik süreci hala söz konusu olmasaydı mesela, Mor Gabriel konusu pakette olur muydu; çok emin değilim. Etkiye tepki ve talepleri yanıt verme çabası elbette söz konusu ancak, bunlar adeta zoraki bir pazarlıktan kaynaklanıyor. Yastık altından çıkan altınlar gibi gıdım gıdım, ancak zorunluluk olunca; eller adeta titreyerek bozdurulup veriliyor hak ve özgürlükler. Mümkünse de, en azı bozdurulup veriliyor ki, geleceğe daha fazlası kalsın; pazarlık gücü baki kalsın. Gelecek on yılları, hatta en az yarım asrı sahiplenmek isteyen bir iktidar partisi var; fakat demokrasi vizyonu, prefabrike, geçici deprem konutları gibi eğreti, elverişsiz biçimde tasarlanmış. Bir ömür geçer mi böyle konutlarda; geçiyor-ancak son derece huzursuz biçimde. Türkiye de, bir 10 yılı, 20-30 yılı belki, daha fazlasını böyle günlük kazanımlara odaklı bir politik vizyonla geçirebilir mi? Toplumsal dinamiklere baktığımızda, hayır… Kutuplaşmanın getirdiği toplumsal çekişmeler, örgütlü bir muhalefetin doğumu ve gelişimini imkansızlaştırırsa, bir 10 yılı böyle harcanır; ancak, bu durum hem AKP’nin sonu olur, hem de ülkenin aşması zor bunalımlara sürüklenmesine neden olur. AKP’nin de sonu olur diyorum çünkü iyi bir muhalefet, iktidarın da kendini hatalarını görebilmesine, temize çekebilmesine imkân verir. AKP’nin ilk iktidara geldiği dönemde, Avrupa Birliği aslında en kaliteli, başarılı muhalefet çizgisini sergiliyordu. Bugüne değin, yasama faaliyetleri çerçevesinde, demokratikleşme konusunda yapılan en kilit değişiklikler, zaten AB İlerleme Raporlarında dikkat çekilenler, yapılması teşvik edilenlerdir. AKP’nin kendi içinde de, muhalif görüş, farklı kutuplar vardı. Bugün ise, Ankara’da birkaç kişi karar alıyor; bütün parti de, anlamadan, bilmeden, konuşmadan kararların arkasında durmak zorunda kalıyor. Aslında, “çoğunluğun iktidarı” denilen şey, Ankara’da üç-beş kişinin iktidarı.
HDP Başkanı Fatma Gök Ezgi Başaran’a verdiği röportajda Anadilde Özel Okul neoliberal aklın işi demiş. Siz paketten sosyal devlete nazaran neoliberal akla yatkın bir çözüm çıktığını düşünüyor musunuz? Ve sizce anadilde eğitimin özel okullarda verilmesi Kürt hareketinin ve Kürt halkının taleplerini ne kadar karşılar?
Sosyal devlet ve neoliberal akıl ötesinde, hak eksenli bakışın yoksunluğuna işaret ediyor “anadilde eğitim” olarak nitelenen yeni düzenlemenin bu “görevi” özel okullara delege etmesi, devletin dil haklarına bakışını yansıtıyor; demek ki, Türkiye’de devlet, dil haklarına negatif haklar olarak yaklaşıyor. Yani, dil haklarını bilfiil, koruyacağı, arkasında duracağı haklardan değil; göz yummak, tolere etmek zorunda kalacağı haklardan olarak görüyor. Mesele de, Kürtlerin, pratik olarak kendi dilini öğrenebileceği eğitim mekânlarının sadece bir köşede var olması değil. Bu mekânların varlığının, devletin Kürtleri bir parçası olarak gördüğünü tescil etmesi. Bunun adım adım yapıldığını iddia edebilirsiniz; özel kursların açılması, TRT Şeş’in yayına başlaması, Kürtçe’nin de arasında bulunduğu dillerin seçmeli ders olarak orta öğretimde sunulması…Ancak, tüm adımlar atılırken de, “negatif hak” algısı kırılmıyor…Tersine, devletin devlet olma özelliğinden sanki bir şeyler kaybolacakmış gibi, “katlanılmak zorunda olunan hak” yaklaşımı özellikle vurgulanıyor. Negatif devlet yaklaşımının ötesinde, bir de pratik boyut var. Kürtçe özel dil kurslarına “izin verilmesi”, dil öğrenimi bakımından pratik bir yarar sağlamadı. Dil kursuna gitmek, insanın ancak hayatındaki diğer meşgalelerden feragat edilebilerek yapılabilecek bir şey. Üstüne üstlük, geçtiğimiz haftalarda, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in, Kürtçe dil kurslarının ilgi görmediğine işaret eden sözler söylediğini anımsıyorum. Bunu söyleyen sadece Ergin de değil; dil kursları konusu dönüp dolaşıp, “verilen hak kullanılmıyor, üzerine daha fazlası isteniyor” gibi bir yeni çatışma, zıtlaşma alanı yaratıyor. Özel okullar konusu da, yeni çatışma alanları yaratacak. Kürtçe eğitim yapan okul açıldı-açılmadı…Kim açtı-açmadı…İlgi gördü, görmedi…Tüm bu tartışmalar, yeni kutuplaşma alanları yaratacak. Süryanilerin açtığı bir okul söz konusu olursa, “onlar yapıyor, yapmayan kendi bilir” denecek…Halbuki, devletin samimi ve pozitif yaklaşımı önemli olan ve bu yaklaşımın gerçekten de, sorun çözme odaklı olması, pratikte de bir izdüşümünün olması… Demokratikleşme paketinin çerçevesinde açılabilecek bir özel okulda, halihazırda Ermenice eğitim yapan okulların yaşadığı sorunların aynılarını yaşama riskiyle karşı karşıya olacak. Özellikle, Ermenice eğitim yapan okullar diyorum çünkü, anadilde eğitim için öngörülen yasal çerçevede eğitim yapan okullar bu okullar. Devletin sürekli yoğun denetimiyle “olağan şüpheli” muamelesi görmek dışında, Ermenice eğitim yapan okullar da, tam manasıyla “anadilde eğitim” yapılıyor sayılmaz. Azımsanamayacak sayıda dersin Türkçe yapılması zorunlu olduğu gibi, öğrencilerin Türkçe bilmeden bu okullarda okumaya başlayıp, anadilleriyle eğitim yaşamına adım atıyor olmaları gibi bir gerçeklik hesaba katılarak tasarlanmış okullar değil var olanlar…Oysa, Kürtçe anadilde eğitim ile ilgili temel konulardan biri, hiç Türkçe bilmeyen veya az bilen öğrencilerin anadillerini kullanarak eğitime başlamaları olanağını sağlayabilmek. Şimdi önerilen, “bazı derslerin anadilde yapılması imkânı sağlanarak” da, pratikte var olan sorunlar çözülmez, talep edilen haklar da güvence altına alınmış sayılmaz.
Neyin Toplumsal İnfiale Yol Açacağını Öngörmek Zor
Kürtler açısından tartışmalı bir sürece giriyoruz denebilir. Hükümetin ateşkesin ve çekilmenin konforunu yaşayamayacağı bir dönem başlayabilir mi sizce?
Barış sürecinin “kontrollü gerilimle” yürüyeceği iddiası son zamanlarda sürekli dillendiriliyor. Oysa kontrollü gerilim dediğiniz durum da, statik bir hal değil. Kontrol elinizde zannederken ipin ucunu da kaçırabilirsiniz veya bir bakmışsınız ipler kopmuş. Kontrollü gerilimin sürdürülmesine oynamak, bunu bir “strateji” sanmak, ateşle oynamaktan farksız. Bugünlerde, Fransa’da lise öğrencileri sokakta; sebep, Kosovalı, mükemmel biçimde entegre olmuş bir mülteci öğrencinin, ülkesine iadesi. Aynı sorun, Almanya’da da söz konusu-sokağa dökülen yok. Hatta benzer dramların gündeme getirilmesi, ilgi görmesi bile zor. Neyin ne zaman bir toplumsal infiale yol açacağını öngörmek işte Fransa’daki örnekte gözlendiği gibi, bazen mümkün olmuyor. Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazzizi, kendini yaktığı zaman herhalde, Arap Baharı gösterilerini tetikleyeceğini düşünmüyordu… Kontrollü gerilime de fazla güveniliyor gibime geliyor. Bu strateji, yerel seçimlere kadar sürdürülebilse bile, Türkiye’yi birkaç yıl içinde bekleyen başka seçimler de var. Kaldı ki, kontrollü gerilime oynamak, aslında halkın iradesini hiçe saymak demek. “Biz bu kitleyi idare ederiz, istediğimiz gibi gemleriz” demektir.
Başbakan Aleviler milletvekili bile olabiliyor dedi. Bu sizce Sünni bilinçaltının bir dışavurumu mu? Türkiye’de bu tür bir mezhepsel hiyerarşiden söz edecek olursak bu siyaset alanına nasıl etki ediyor?
Aynısı Kürtler için de söylendi; “Cumhurbaşkanı bile oldular” diye. Tabii, bu yaklaşım, aslında ayrımcılığı gizlemeye, üzerini şekerle kaplamaya çalışmaktan başka bir şey değil. AKP’den de, “Kürtler, devlette en üst kademelere bile geliyor” yorumunu eleştirenler oldu; mesela Bakan Egemen Bağış, Twitter’da, Turgut Özal için, “Cumhurbaşkanı bile oldu ama Kürt olamadı” yazıldığını okuduğunda çok duygulandığını söylemişti. Bağış, başka bir yerde ise “Alevilerle aynı sofraya oturan ilk başbakanın Erdoğan” olduğunu, “Alevilik ile ilgili ‘gerçek’ bilgilerin ilk kez AKP döneminde ders kitaplarına girdiğini” vurgulayıp, şu ifadeleri kullanmıştı; “Peki kendisi bizzat Alevi olan Kemal Kılıçdaroğlu bir kere teşekkür etti mi? Hayır. Bu bölgede milletvekili adayı olan, kadın demeye dahi dilim varmıyor, Sabahat Tuncel isimli kişilik, bir Türk polisine el kaldırmıştı, kendisi de bir Alevi olarak bir kere teşekkür etti mi? Yine Alevi olan Siirt’ten bağımsız aday olan Gültan Kışanak hanımefendi, teşekkür etti mi? Hayır”… İhtimal, bu sözlerdeki ayrımcılığın, aşağılamanın farkında bile değil Bağış. O kadar içselleşmiş ki, fark etmeden ayrımcılık yapmak toplumdaki birçok kişi için; Bağış sadece bir örnek aslında…Üstelik de, ayrımcılığı bu kadar mesele eden bir kurumsal yapıyla, Avrupa Birliği ile Türkiye adına müzakere etmekle görevlendirilmiş biri olarak bu kadar ayrımcı…Bir gün, Türkiye’nin bu tuhaflıklarına gerçekten şaşacağız, güleceğiz herhalde; ancak yaşarken, durumların dehşetinin ayırtına varamıyoruz. Siyasetçilerin, bu konuda ne yaptıklarının bilincinde olanlar olması gerekirken, ayrımcı söylemlere meşruiyet kazandırmış oluyorlar. Mezhepsel hiyerarşi bir yana, mezhepsel ayrımcılık, hatta zaman zaman da tahammülsüzlük söz konusu olmasa, herhalde bu konuyu konuşuyor da olmazdık. Ayrımcılık, yaşayanın hissettiği bir şey; yapanın değil. Kaldı ki, Obama’nın ABD Başkanı olmasıyla, “Amerika’daki siyah-beyaz ayrımı bitti” diyebilmek, ne kadar mümkün mesela? Macaristan’dan örnek vermek gerekirse, Avrupa Parlamentosu’nda ülkeyi temsilen seçilen ilk (ve son) Roman milletvekili, İtalya’da Romanların fişlenmesinin “ayrımcı bir uygulama olmadığını” öne sürmüştü. “Kim, hangi kimliği nasıl temsil ediyor” konusu da, toplumda siyaseten veya başka açılardan yükselmeyi engelleyen bir “cam tavan” olup olmadığı kadar önemli. Sadece Aleviler konusunda değil, her farklı kimlik konusunda farklı kesimlerin, kimi zaman vahametinin farkına bile varamadıkları tabuları var. Kendini, kendi geldiği çevreyi eleştirmeden siyaseten anlamlı bir şey yapabilme yetisini edinmek mümkün değil.
Alevi Meselesinde Duvarlar Aşılamadı
Pakette en çok yoksayılan kesimlerin başında Aleviler geliyor. AKP oy potansiyeli göremediği bu alana sizce sırtını dönmüş olabilir mi?
Alevi Açılımı, 2009-2010’daki toplantılardan sonra neden rafa kaldırıldı? AKP’nin o dönem, siyasi projeler olarak geliştirmeye çalıştığı “üç açılımı” ele alırsak; yani Kürt, Alevi ve Roman Açılımlarını, üçünde neyin neden nasıl gerçekleştiği ve gerçekleşemediğinin analizinin, Türkiye’nin şu anki politik demokratikleşme sınırlarının ipuçlarını verdiğini düşünüyorum. Alevi Açılımı döneminde, diğer iki açılıma nazaran, en kapsamlı toplantılar düzenlendi. Kürt Açılımı’nın ilk toplantıları, köşe yazarlarıyla olmuştu mesela; Kürt siyasetçi, sivil toplum aktivistleri vs taraf alınmamıştı. Roman Açılımı toplantılarındaysa, sadece Romanlar vardı. Alevi Açılımı toplantılarının tasarlama görevi, diğer iki açılımdan farklı olarak, akademik kökenli bir gruba verilmişti. Onlar da, kendi öngördükleri çerçevede, çok katmanlı, çok kutuplu, çok taraflı toplantılar kurgulamışlardı. Toplantılar yapıldı, devlet belki de, Alevilerin kendisiyle olan sorunlarını, Alevilerle zıtlaşan kesimlerin konuya ilişkin görüşlerini, taassuplarını; Alevi meselesini ilk kez bu kadar yakından tanıdı-hatta ilk kez tanıdı. Sonra nedense, duvarlar aşılamadı. Devlet algıladı ama anlayamadı, anlamlandıramadı ve çözemedi. Kendi önyargılarını aşamadı, tabularını yıkamadı. Üstelik de, halkın çoğunun desteğini almış bir parti olan AKP’de vücut bulan devlet bunu yapamadı. 2009-2011 döneminde, AKP’nin yasama, yürütme alanlarındaki tavırlarını incelemek, anlamaya çalışmak bence, Türkiye’nin bugününü ve yakın geleceğini anlamak için çok önemli. Yasamadaki aşırı tepeden inmeci tavırlar, bürokraside iş yapanların değil, sadece “işini bilenlerin” veya “yakınların” kayırılması… Neden böyle oldu; bu sorunun yanıtı, sadece anlık, o döneme ait biçimde değil; genelde, bugün artık kuşkusuz biçimde devleti temsil eden AKP’nin demokratikleşme alanında yaşadığı sorunların kaynaklarını da ele verecektir. Oy potansiyeli de, elbette her zaman bir kaygı kaynağı-sadece AKP değil, tüm partiler için…Ama mesele sadece oy kaygısı olsa, AKP’nin Kürtlerin hakları için son derece hızlı ve kapsamlı bir reform çabasına girmesi lazım. Kürtlerden oy alan bir parti olduğu gibi AKP, “demokratikleşme” uğruna göstereceği çabaların da partiye oy kaybettireceğine ilişkin hiçbir veri yok…Tersine, AKP’ye bugüne kadar artı oy kazandıran alanın, demokratikleşme olduğunu gösteren birçok somut veri, kamuoyu araştırması var.
Bir de diğer mücadele alanları var. LGBT ve Kadın Hareketleri. Bu hareketlerin tüm dünyada geçerlilik kazanan talepleri sanki ‘demokratikleşmenin’ bir parçası değilmiş gibi yine yoksayıldı. Sizce bu iki toplumsal grubun tamamen dışarıda bırakılmasının nedeni neydi?
LGBTT ve kadın hareketleri, sivil toplumun önündeki tüm imkânsızlıkları ve engelleri aşıp da, politik karar alma süreçlerine en çok katılmaya çalışan taraflardan oldu. Şimdilerde, Ankara’da yaşanan ve üzerine pek konuşulmayan konu, medyada yaşanan ve eleştirilen köşe yazarlarından hoşa gitmeyenlerin aforoz edilip, “tahliye edilen” köşelerini yeni ve ne tesadüf ki, hükümet sempatizanı olanların doldurması gibi, sivil toplumda muhatap alınanlarda da bir değişim yaşanması. Sivil toplumla diyalog toplantılarında artık davet alan, katılımı sağlanmak istenenler, devletin zaten uzantısı olan kurumlar. Sivil toplumun kaynağını devletten alması, yani devletin halktan topladığı vergileri, gene halkın kurduğu sivil toplum örgütlerine kaynak olarak döndürmesinde bir sakınca yok; Avrupa Birliği genelinde de öngörülen, yapılan bu. Sorun, kaynakların aktarıldığı sivil toplum örgütlerinin, devletin bir kurumundan farksız düşünüp hareket etmeleri; yani GONGO-Governmental NGO, “Hükümet’in Sivil Toplum Örgütü” olmaları. LGBTT ve Kadın örgütlerinin, devletin uzantısı olan hallerinin olması da zor tabii! Türkiye, o noktaya gelemedi daha! Şaka bir yana, Türkiye’de cinsiyet ayrımı üzerine çalışan örgütler, son birkaç yıl öncesine göre, yasama sürecine katılımda en aktif, en başarılı örgütlerdi. Bu alanda çalışan örgütler, ne yapıp yapıp yasama sürecinde muhatap alınmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Mesele de, bu örgütlerin yok sayılmasından çok, onlardan toplanan görüşlerin ya olabileceği kadar kapsamlı kullanılmaması, ya yasa tasarılarının yazım sürecinde, Meclis’te Genel Kurula gelinceye kadar geçirdikleri evrelerde yeterince iletişim kurulmaması, geri bildirim yapılmaması gibi konulardı. Son yıllarda, bu durum düzeleceğine, giderek “yok sayma” tavrı söz konusu olmaya başladı. Sadece cinsiyet eksenli konularda çalışanlar değil, eğitim, çevre; hemen tüm bağımsız çalışan, objektif görüş sahibi sivil toplum örgütleri, AKP tarafından yasama sürecinin dışında tutulmaya başlandı. 2010’da, anayasaya katılım sivil toplumun katılım süreci ile ilgili çalışan bir grup sivil toplum örgütünün tüm partilerden kolayca randevu alıp da, aralarında engelliler de olduğu halde, AKP Genel Merkezi’nde saatlerce beklediğine bizzat şahit oldum. Nasıl TOKİler hızla bina dikiyorsa, yasalar da aynı hızla, sonuçları hesaplanmadan yapılıyor. Böyle bir seri üretim halinde de, durup düşünmeyi gerektirecek tüm kilit adımlar atlanıyor. Üstüne üstlük, LGBTT ve kadın hakları alanları, AKP tarafından görüşlerin özellikle alınmak, duyulmak istenmediği alanlar haline geliyor; aşırı kutuplaşmalar siyasetin “normali” haline gelince, tabanları teyakkuzda tutmanın yolu popülizmden geçiyor. Popülizm de, LGBTT ve kadın haklarını desteklemekle uzaktan yakından alakası olan bir yaklaşım değil tabii…
Paketin dışına çıkarsak karşımıza Suriye meselesi geliyor. Suriye’de muhaliflerden yana açık tavır koyan STK ve örgütler dahi uluslararası müdahaleye ve Türkiye’nin önayak olacağı bir savaşa karşı çıkıyor. Sizce hükümet böyle bir risk almaya hazır mı yoksa blöf mü yapıyor? Sizce Suriye’de çözüm ne olabilir?
Ankara’da karar alanlar; Suriye, üç vakte kadar Türkiye’nin “bir vilayeti” olacak diye öngördü ve Türkiye açısından bugüne gelmemize neden olan hatalar zincirine girişildi. Suriye’de artık tek çözüm, insanların canı nasıl en az yanar; kim kazanırdan çok, nasıl bir ateşkes mümkün olabilire odaklanmak olabilir. Suriye’de toptan bir canavarlaşma sürecine girildi; İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Lazkiye ile ilgili raporu da katliamın sadece Esad’a özgü olmadığını belgeliyordu. Kaldı ki, El Kaide türevi örgütlerin uzun zamandır desteklenmesi, sınır içi ve dışı, tüm toplumsal fay hatlarında, bugün boyutunu öngöremediğimiz kırılmalara yol açıyor. Ayrıca, Rojava’da yaşananların, Türkiye’de Kürt Sorunu’na nasıl etkisi olduğunu, bölgesel politikayı nasıl değiştirdiğini tam olarak analiz edebilen ve sesleri çıkan az kişi var gibi gözüküyor-Kürtlerin kendileri dışında da, siyaseten güç sahibi kişiler arasında Rojava sonrası Kürt Sorunu ne boyut aldı algılayabilen politikacı ise hiç yok gibi. Sadece El Kaide’ye Türkiye’de devletin vermiş olduğu destek, göz yumma bile, bölgede mezhepsel, sosyal, politik farklılıklar, nefret patlamalarıyla ifade bulur hale gelmeye başladı bile. Geçmişin hatalarıyla hesaplaşılacak derken, eskisinin tekrarı, beteri yanlışlar yapılmaya başlandı. Eskiden yanlışları, askeri vesayetin kötülüğü, baskısı ile açıklıyorduk; şimdi neyle açıklayacağız? Sivil, toplumsal desteğe sahip siyasetçilerin hataları, kitlelere mal olur. Mülteciler sorunu var; bu insanlar daha yıllarca ülkelerine dönemeyecek. El Kaide’nin bölgede edindiği nüfuz var, tırnaklarını geçirerek giriştiği bir yuvalanma var. El Kaide’nin bölgedeki varlığı, dindar olan olmayan Kürtleri kendi içinde de zıtlaştıracak. Kürt olan olmayanı, Alevi-Sünni’yi, Müslüman olan olmayanı zaten kutuplaştıracak bir dolu detay gizli Suriye’deki savaşta…Çocukları şu veya bu tarafta savaşmaya gidenler var. Tüm bunlar, toplumsal sorunlar olarak Türkiye’ye geri dönüyor; daha uzun zaman da dönecek…Ancak, tek marifeti popülizm olan “Ortadoğu uzmanları”, “medya uzmanları”, “toplumsal sorun uzmanlarının” pıtrak gibi sardığı bir medya ortamında, kamuoyu yaşanan meselelerin farkında bile olamadan zaman geçiriyor. Ankara’daki dar bir politik-bürokrat çevrenin El Kaide desteğinden, ancak iki yıl sonra haberdar olabildi kamuoyu. Artık kırılan dökülen bazı şeyleri, en başta bölgesel güveni onarmak çok zor. Ve bu kısıtlı çevrenin desteği, koskoca bir ülkeye, topluma mal oldu.
Gezi “Yeninin”, Geleceğin Umudunu Verdi
Tahrir, Occupy, Gezi derken 2010′lu yılların dünyanın tekrar dönüşeceği yıllar olacağı aşikar. Bu onyıldan dünyada demokrasi ve eşitlik adına bir ders çıkma ihtimali nedir sizce? Gezi’nin yarattığı enerjinin düştüğünü ya da sönümlendiğini söyleyebilir miyiz? Öyleyse ya da öyle değilse bunun sebebi sizce ne olabilir?
Gezi gibi gösterilerin gücü, tıpkı deprem gibi, hadi daha az ürkütücü olsun, “aşk” gibi, öngörülemeyen, müthiş bir doğal gücü ortaya çıkarmaları. Enerji düşer, yükselir; beklenmedik bir yerde, beklenmedik şekilde yeniden ortaya çıkar. Hannah Arendt, politik olanı, “anlık” diye tanımlar. Gezi gibi hareketlerin gücü de, lidersizlik ve alışılmışın zincirini kırması. Gezi’nin örgütlü bir yapıya evirilmemesi veya çok farklı tarafların, kesimlerin, bireylerin bir araya geldiği yatay bir yapılanma olması aslında gücü. Lider hareketlerinden, liderlerin kültleştirmesinden bu kadar sıkıntı çeken bir ülkede, lidersizliğin, topluluğun kendi lideri olmasının da kıymetinin bilinmesi gerek. Tüm dünyada bu demokrasinin krizi, belki de fazla lider odaklı olmasından kaynaklanıyor. Dibine ışık vermeyen, gölgesinde hiçbir şey yetişmeyen bir sürü karizmatik lider var. Gelecekte, bugünkünden çok daha farklı, çok daha eşitlikçi yönetim biçimleri ortaya çıkacak. Politik olan da, partisel, statik örgütlenmelerden değil, dinamik olanın yarattığı anlık çözümleme, dayanışmalara dayanacak. Politikada, geleceğin hedef büyütmek değil, hedef küçültmekten geçeceğine inanıyorum. İnsan, birey, daha iyi, daha etkin nasıl temsil edilebilir? Dünyanın birçok yerinde sorgulanan bu; Türkiye’deyse, 18-19. yüzyıl çözümleri, “halkın iradesi”, “sandığın gücü” kavramlar savunulmaya çalışılıyor hala. Bugün, neden İtalya’da bir bina öğrenciler tarafından yurt fiyatlarını protesto için işgal edildiğinde adı “Taksim” konuyor? Neden dünyanın belli başlı tüm filozofları, Gezi üzerine daha olaylar olurken sıcağı sıcağına bir şeyler yazdı? Neden dünya genelinde birçok üniversitede Gezi ile ilgili toplantılar, konferanslar düzenleniyor? Gezi, Türkiye’nin değil, dünyanın çeşitli yerlerinde, “yeninin”, geleceğin umudunu verdi. Türkiye’deyse, Gezi’yi hala Türkiye ölçeğinde bir iç siyaset mezesi. Gezi’nin içinde bilfiil yer alan ve Gezi’yi aşırı ölçüde sahiplenmeye, kendine mal etmeye çalışan politikacılar bile, bu eski siyaset zihniyetinin ürünü. Aralarında çok sivrilen bir milletvekilini, geçenlerde kendisinden üçüncü bir şahsiyet gibi bahsederken izledim; acıklıydı. Kendi adını, üçüncü bir insandan bahseder gibi vererek, “onu yemeye çalışıyorlar” dedi; oysa Gezi, egoyu reddeden, siyasette egonun egemenliğine karşı çıkan, egonun barikatından girmediği bir yerdi-egonun patlayarak yanardağ olduğu değil.
Önemli Olan İnsanın Kendi Onurunu Kurtarabilecek İlkelerinin Olması
Siz uzun süredir Taraf Gazetesi’nde yazıyorsunuz. Yazdığınız gazetenin farklı dönemlerde ortaya koyduğu yayın politikalarına dair birçok eleştiri aldınız. Ama sizin çizginizin pek değişmediğini söyleyebiliriz. Ayrılmayı hiç düşündünüz mü? Ya da Taraf dışında fikriyat olarak uyuştuğunuz bir gazete var mı?
Taraf ile ve medya ile ilgili eleştireceğim çok şey var. Bir yandan, Taraf bana köşe yazarlığı imkânını verdi ve hayatta en severek yaptığım meşgaleyi bana hediye etmiş oldu. Yazmak benim hayatım; akademik olarak yazmayı da seviyorum, ancak, gazete yazısının günceli yakalama heyecanı başka bir şey. Akademik yazı bana, desteksiz-yani verilere dayanmaksızın ve teorik çerçeve, belkemiği olmadan yazmamayı öğretti. Fakat, bilgiyi de, bir silah olarak kullanıp, ortaya stratejik olarak serpiştirilen “bilge gözükme, kendini pazarlama” tuzakları olarak kullanmaya çalışmıyorum. Yazarken bir yandan da öğrenmeye çalışıyorum. Yazı benim için bir hüküm verme aracı değil, okuyan ile beraber düşünme aracı. Bunun için de, konuşmaktan çok dinlemeye, okumaya zaman ayırmaya çalışıyorum. Taraf’ın çalışanları çok zorluk çekti; hala da çekiyorlar. Maddi-manevi yıprandılar. Ben ise, diğer arkadaşlar gibi değil aksayan bir maaşın söz konusu olması, Taraf’tan hiç para almadım. Emeğinin karşılığını hiç almamak kırıcı tabii. Altı yılda, en sıkışık koşullarda bile, yazmayı aksatmadım. Sokakta oturup kucağımda bilgisayar yazdığımı bilirim. Ancak, medyada emeğin karşılığının verilmemesi eskiden de yaygındı, şimdi verilmesi istisna oldu. 1999’da Milliyet dış haberlerde muhabir olarak başladım iş hayatına; o günden bu yana, o kadar çok insanın ezildiğini gördüm ki medyada-adını sanını hiç duymadığınız gazete çalışanlarının. Kendi durumumu o nedenle, büyük sorun haline getirmedim. Taraf’taki her dönüm noktasında, hep ayrılmayı düşündüm. Sonra, aileden, eş-dost çevresinden biri fikrimi değiştirdi. Direkten döndü ayrılma kararları. Ancak, son olarak yazarlar topluca ayrılırken, içlerinden biri bana “gazeteyi şu odak ele geçirdi, bu odak ele geçirdi” gibi komplo teorileri anlattı. Gezi sürecinde sık sık duyduğumuz tarzda, duyunca güldüren komplo teorilerindendi. O zaman kendisine, “Eğer anlattığın gibi ‘operasyonlar’, gazeteyi ‘iç ve dış mihrakların’ ele geçirmesi söz konusuysa, biz kendimize gazeteci diyoruz; araştıralım ve yazalım” dedim. O dönem, birkaç yazarın diğerlerini de kendi siyasi hesapları için, yanlış yönlendirdiğini düşünüyorum. Giderken de, aynen “benim olmayacaksan, kara toprağın ol” mantığı ile gazeteyi yok etmeye kalktı birkaç kişi. Hâlbuki kendi ego patlamalarıyla batırmaya çalıştıkları gazetede, oraya umut bağlayan, hayatı gazete olan muhabirler, editörler var. Adaletsiz bir durum olduğu için o dönem özellikle Taraf’ta kaldım ve gazetenin yaşam hakkını da yüksek sesle savundum. Bugün, Taraf birçok muhabirin, gazetecinin yaşam kaynağı. Ben, kendime hesabını verebileceğim mesleki ilişkilere ve bağlantılara girerim-devletle, siyasetle fazla iç içe olursam, bunun hesabını önce kendime veremem. Sıradan insan olarak sessiz gözlem yapmanın, daha iyi yazmamı sağladığını düşünüyorum. “Türkiye’yi, gazeteciliği kurtarıyoruz” hissini dile getiren medya mensuplarıyla sık sık karşılaştım-önemli olan, insanın kendi onurunu kurtarabilecek ilkeleri olması; bu kadar kurtarmaya çalışan olmasa, Türkiye’nin de, medyanın da “kurtulma sorunu” da olmazdı.
Sarphan Uzunoğlu
18 Ekim 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; jiyan.org