Heinrich Böll Stiftung Derneği: Gezi Parkı direnişi ve çözüm süreci – Nazan Üstündağ

31 Mayıs günü İstanbul’un Taksim Gezi Parkı’na çıkan tüm sokaklarında kalabalıklar gazlanırken, Diyarbakır’da Demokratik Özgür Kürt Kadın Hareketi’nin düzenlediği Ortadoğu Kadın Konferansı’ndaydım. İstanbul’daki arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğu gösterilerdeydi. Bu gösterilerin son birkaç yıldır alışageldiğimiz ve neredeyse her hafta sonu çeşitli sebeplerle katıldığımız eylemlerden farklı olduğu besbelliydi. Endişeliydim. Sabah geldiğim Diyarbakır’ı aynı günün akşamında, üstelik ilk kez böylesi sabırsızca terk etmeye hazırlanırken uçakta geçecek iki saatte bir yandan kimsenin başına gaz bombası, plastik mermi gelmemesini, kimsenin gözaltına alınmamasını diliyor, bir yandan da kalabalıkların Taksim’i terk etmemesini, nihayet bir arada durmanın, çokluğun, korkusuzluğun keyfini tatmak için aralarında bana da yer açmalarını umuyordum. Uçağa binerken gördüğüm tweet sabahtan beri süren tedirginliğimi dindirdi: “İşte şimdi yandın polis: yol verin, eylemin efendileri Kürtler geliyor.”

Taksim’e ertesi gün akşama doğru girildi. Ve gün boyunca İstiklal caddesinde beraber durduğum kalabalığın nerdeyse tamamının gözü cep telefonlarındaydı. Beşiktaş’ta mahalleli taraftar grubu Çarşı kıran kırana mücadele ediyordu. İstiklal caddesinde siyasî gruplar pes etmiyordu. Kadıköy’den Cumhuriyet Halk Partisi’nin iptal ettiği mitingin kalabalıkları ellerinde Türk bayraklarıyla meydana doğru ilerliyordu. İşte tam o sırada Gezi Parkı’na giren ilk grubun Kürtlerin yoğun yaşadığı Tarlabaşı’ndan olduğu duyuldu. Ancak meydana vardığımızda taşınan onlarca Türk bayrağı, söylenen ulusal marşlar ve atılan Atatürkçü sloganlar Kürtleri çoktan soğutmuş, Kürtler alandan çekilmiş, evlerine geri dönmüştü. Ondan sonraki bir ay bizler, yani Kürt siyaseti ile örgütlü olmasa da, organik, ideolojik ve duygusal yakınlık içinde olanlar için çok yorucu geçti. Barikatta yakalanmış olan Kürt-Türk duygudaşlığını her gün yeniden inşa etmek, Gezi direnişi ile Ocak ayında başlamış olan çözüm süreci arasında her gün yeniden bağ kurmak gerekiyordu. Bu yazıda amacım bu bağı tartışmak.

Dünyada yaşanmış onlarca barış süreci iki ayaktan oluşur: egemenliğin o güne kadar dışlananları içine alacak şekilde yeniden paylaşımı ve barışın toplumsallaşması. Bu yazıda hükümetin söylediğinin tersine, Gezi Parkı Direnişi’nin barışı toplumsallaştırmaya büyük katkı sağladığını iddia ediyorum. Bu direnişle birlikte uzun yıllar sonra Türklerle Kürtler arasında bazı duygudaşlıklar yakalandı. Bununda ötesinde Türkiye halklarının Kürt mücadelesiyle olan ilişkisi bir “empati” meselesinden çıkarak bir talep, biçim ve içerik ortaklaşmasına doğru evrilme imkânını yakaladı.

Kürt Özgürlük Hareketi Gezi’nin neresinde?

Gezi Direnişi çerçevesinde gelişen halk ayaklanmasının sebepleri bir çok sosyal bilimci tarafından ele alındı. Bunların içinden direnişi uluslararası bir komplo ya da bir darbe teşebbüsü olarak gören ve iktidara yandaş sosyal bilimcileri ayıklarsak, iki yaklaşımın etkili olduğunu söylemek gerekir. Bunlardan birincisi, ayaklanmaların sebebini AKP ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın gittikçe artan bir biçimde özel yaşamlara ve hayat tarzlarına müdahale etmesi olarak görüyor. Buna göre, direniş bir haysiyet kalkışması. Direniş sayesinde halk kendine benzemeyeni sürekli hiçe sayan Başbakan’a bir itiraz yükselterek, devleti meşru otoritesinin sınırlarına geri çekilmeye davet ediyor. Liberal diyebileceğimiz bu birinci anlatının karşısında duran sol entelektüellere göre ise Gezi Direnişi dünyada gerçekleşen bir dizi anti-kapitalist hareketlenmeden ayrı düşünülemez. Yunanistan, İspanya, Brezilya ve hatta kimi Arap ülkelerini de içine alacak şekilde ve küresel ölçekte dünyanın dört bir yanında emeğin sömürüsünün derinleşmesine ve hayatın her alanının alınır satılır olmasına karşı ciddi bir tepki yükseliyor. Türkiye’de herhangi bir ekonomik kriz olmasa da neoliberalleşme şehri ve doğayı talan ediyor, gündelik hayatı düzenleyen etik değerleri yerle bir ediyor, insanları yalnızlaştırıyor. Gezi’nin imara açılmasına karşı parkı ve ağaçları savunan halk, metalaşmaya, pazarlaşmaya, piyasalaşmaya ayak diretiyor.

Bu görüşlerden hangisinin ne denli gerçeği yansıttığı bir yana; ilginç olan iki görüşün de tartışmalarını belli bir dışlamaya, belli bir sistematik unutmaya dayandırmaları. Liberal yaklaşım haysiyetten, hayat tarzından ve yaşam alanından bahsederken Gezi Direnişi’ne katılanların gençliklerini, şiddet karşıtlıklarını, yepyeni öznellik biçimlerini sayıp döküyor. Ancak, Ekim ayında, yani söz konusu olaylardan sadece yedi ay evvel, İstanbul sokaklarını açlık grevindeki Kürt tutsaklar için dolduran Kürtlerin de Gezi Direnişi’ndekilere ne denli benzer resimlere konu olduğunu, ne denli benzer taktiklerle polise karşı koyduğunu unutuyor. Yıllardır TOMA’ların önünde halay çeken, “polis etrafın sarıldı, teslim ol” anonsları ile polisle dalga geçen, tazyikli suya göğsünü siper eden Kürt gençlerini yok sayıyor. Yine açlık grevleri sırasındaki eylemcilerin bir çoğunun genç kadınlar olması ile Gezi Direnişi’ndeki yoğun kadın katılımı arasında bağ kurmuyor. Bu unutuş sayesinde Gezi’den devlete yönelen (evrensel) eleştiriyi küçültüyor, sınırlıyor. Gezi’de oluşan (evrensel) öznelliği geçicileştiriyor, evcilleştiriyor.

Öte yandan Gezi Direnişi’nin antikapitalist özelliğini öne çıkaranlar da yaşanan halk ayaklanmasını dünyada gerçekleşen diğer isyanlarla karşılaştırırken Türkiye’de özellikle 2006’dan beri gerçekleşen Kürt halk hareketlerini çerçeve dışında tutuyorlar, paranteze alıyorlar. Kürt hareketini, onun çoklu taleplerini, çeşitliliğini ulusal bir niteliğe indirgeyerek adeta küresel hareketlenmeler sahnesinin dışına atıyorlar. Oysa, örneğin 2006’daki Diyarbakır serhildanı, hem devlete hem de Ofis semtiyle sembolleşmiş üst sınıflara karşı bir isyandı. Yine “taş atan çocuklar” olarak isimlendirilen Kürt gençliği sadece etnik bir öfke ile değil, aynı zamanda bir sınıf öfkesiyle de hareket ediyorlar. Bir diğer deyişle, Gezi İsyanı’nı Kürt hareketinden bağımsızlaştırarak ve Türkiye coğrafyasında biricikleştirip, tekleştirerek değerlendirmek ancak bilinçli ve bilinçsiz unutmalarla mümkün oluyor, ki bu unutmaların Kürt hareketini tekil bir evrene (ulusalcılık) hapsederek, önceden bilinen bir denkleme indirgediğini ve dünyaya yaptığı ulusu aşkın talepleri gizlemeye kalkıştığını söylemek mümkün.

Şunu da söylemek gerekir ki, ilginç bir biçimde söz konusu unutmalar Kürtlerin Gezi’deki varoluş/olmayış haliyle de perçinlendi. Şöyle ki; Kürt siyasî erkinin Gezi Direnişi’ni ilk reflekste ulusalcı olarak nitelemesi ve sonrasında ise hükümetle barış masasına oturmuş bir taraf olarak direnişle ilgili yatırımda bulunmaması ve strateji geliştirmemesi Kürt hareketi ve direniş arasındaki doğrudan bağların görülmesine engel oldu. Ayrıca –belki de doğal olarak– direniş boyunca Kürt hareketi kendini öncelikle ulusal bir egemenlik hareketi olarak tarifledi ve alana BDP olarak geri döndüğünde kendini ulusal semboller (bayrak, marş vs.) üzerinden var etti. Konumlandığı mevzide alana gelenleri kendine “maruz” bırakma taktiğini benimsedi ve Türkiye siyasal hareketlerinin çokluğu içinde ulusal bir renk olmaya razı oldu. Böylelikle de Gezi Direnişi ve çözüm sürecinin arasında aşağıda söz konusu edeceğimiz bağların kurulmasında üzerine düşen rolü oynamadı ve kendi evrenselliğini icra edemedi. Ancak, yaşamın ve eylemin kendisi hem sosyal bilimi hem de Kürt siyasi erkinin niyetlerini aşarak bu bağların kurulmasına imkan tanıdı.

Çözüm süreci

Gezi Direnişi’nden çıkan birinci ders, böylesi bir ayaklanmanın ancak çözüm süreci ile birlikte gerçekleşebileceği. Daha baştan direniş ile süreç birbirinden ayrılamaz bir organik bağ içinde gelişti. Bilindiği üzere Türkiye’de Kürt sorunu Ocak ayından itibaren yepyeni bir aşamaya geçti. 2009’da Oslo’da Kürdistan İşçi Partisi (PKK) üst düzey yöneticileri ve Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) arasında süren barış görüşmelerinin kesintiye uğramasıyla birlikte, Türkiye’de PKK ve ordu arasında 30 yılı aşkın bir zamandır süren düşük yoğunluklu savaş yeniden alevlenmişti.

2011 yılı Aralık ayında Roboski’de kaçaktan dönen 34 çocuk ve gencin İnsansız Hava Uçakları ile tespit edilip bombalanması ve konuyla ilgili hiçbir askerî ve sivil otoritenin hesap vermemesi üzerine ipler iyice gerilmiş, Türk halkının bu ölümlere tepkisizliği ise Kürtlerin sadece devlete değil Türk vatandaşlara dair de tüm umutlarını yitirmesine sebep olmuştu. İki tarafın da büyük kayıplar verdiği 2012 yazının ardından Ekim ile Kasım aylarında 10 bini bulmuş Kürt siyasî tutsak barış görüşmelerinin tekrar başlaması talebiyle açlık grevine girince ise, Türkiye ve Kürdistan’ın dört bir yanında halk isyanları başlamış, bunlar yoğun gaz bombalamaları ve polis baskısıyla kontrol altına alınmaya çalışılmıştı. Açlık grevleri İmralı adasında iki yıldır tecritte tutulan ve avukatları ile dahi görüşmesine izin verilmeyen PKK lideri Abdullah Öcalan’ın telkini ile sona erdi.

Ocak ayında ise MİT’in İmralı’da barış görüşmelerine başladığı duyuldu. Görüşmeler yine Ocak ayında Paris’te üç Kürt kadın siyasetçinin suikaste kurban gitmesine rağmen devam etti. Kürtlerin her yıl kutladıkları bahar ve direniş bayramı Newroz’da Diyarbakır/Amed’de 2 milyona yakın kişinin katıldığı mitingde, Abdullah Öcalan’la görüşmüş Barış ve Demokrasi Partisi milletvekilleri Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’ın bahar mesajını okudu. Öcalan mesajda gerillayı ateşkese ve Kürdistan Federal Bölgesi’nde bulunan Kandil dağlarına çekilmeye davet ediyor, tüm ezilenlere ise silahsız bir mücadelenin başlangıcını müjdeliyordu. O günden Gezi Direnişi’ne kadar geçen süre zarfında ve 30 yıl sonra ilk kez Türkiye’de barış yeniyor, barış içiliyor, barış konuşuluyordu.

Bu süreçle Gezi Parkı arasında bağlantı kurmaya kalkışan ilk aktörün Başbakan Erdoğan ve çevresindekiler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Onlara göre, direnişe katılanlar ve yönetenler hükümetin barış programını zedelemeyi hatta durdurmayı hedef alıyordu. Nitekim, özellikle Ankara ve İzmir’de Gezi Direnişi’ni destekleyen gösterilere ulusalcı kesimlerin yoğun katılımı, Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) de kimi zaman Erdoğan’la benzer yorumlar yapmasına sebep oldu.
Ayaklanmanın ilk günlerinde BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ulusalcılarla bir arada meydanlarda bulunamayacaklarını açıkladı. Yine BDPli birçok yetkili direnişte atılan “Edoğan istifa!” sloganlarından rahatsızlıklarını dile getiriyordu. Çözüm sürecinin yürümesi elbette ki önceliklerindendi ve bu slogan her ne niyetle atılırsa atılsın, içerdiği talebin gerçekleşmesi çözüm sürecinin de bitmesi anlamına gelebilirdi.

Oysa, Gezi Direnişi ile çözüm süreci birden fazla şekilde birbiri ile ilintiliydi. Her şeyden önce Türkiye’de böylesi bir halk ayaklanmasının Kürdistan’da savaş ve çatışma sürerken gerçekleşmesinin imkânsız olacağını belirtmek gerekir. Gezi ancak ve ancak Türkiye’nin en önemli gündemi ölüm kalım olmaktan çıktığında ve çatışma gerginliği nispeten aşıldığında gerçekleşebilirdi. Aksi takdirde, ne Gezi’de yan yana duranların yan yana durması, ne de hakiki anlamda sivilleşmiş bir protesto alanının siyasal oluşumu mümkün olmazdı. Tedirginlik, düşmanlık, şüphe, ayrımcılık ve militarizmle yaşamaya alışmış Türkiye halkları için çözüm süreci ilk kez “başka” bir sözün, hissiyatın, duyarlılığın ve önceliğin yeşerebileceği bir ortam yarattı. Tamamıyla savaşla ve çatışmayla kolonize ve terörize edilmiş bir gündeliğin yeni gündemlere açılmasına olanak tanıdı. Belki de tam da bu sebeple, Gezi sürecine katılmış ya da bu sürece dair ilgi göstermiş tüm kesimler için barış fikri (ideolojik iknanın bugüne kadar başaramadığı ölçüde bir) aceleyle hegemonyalaştı.

Daha açık söylemek gerekirse, Gezi Direnişi’ne katılan ve destekleyenlerin çoğunluğunun AK Partili olmadığını söylemek gerekir. Bunların bir kısmı için çözüm süreci Ak Parti’nin Türkiye’yi “satan” siyaset dizgesinin yeni bir halkasından ibaretti. Ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) başta olmak üzere bu kesimler Çözüm Sürecine sürekli olarak soğuk ve mesafeli yaklaşmıştı. Ancak Gezi bu aktörlere siyaset yapmanın ve Türkiye’de yerleşmiş ikilikleri, kemikleşmiş oy oranlarını aşabilecek söz ve eylem üretmenin ancak ve ancak barış sürdüğü sürece mümkün olabileceğini gösterdi. Çözüm süreci ve müzakerelerin içerik ve biçim olarak nasıl olması gerektiğine dair görüşler kişinin ait olduğu parti siyasetine göre farklılık gösteredursun, Türkiye halklarının çoğunluğu böylelikle kendi çıkarının barışta olduğunu anlamış oldu. Kısaca Gezi nesnel anlamda barışın tarafı oldu.

Gezi sürecine damgasını vuran “süreç” endişesinin sadece direnişçilerin niyetleri hakkındaki şüphelerden kaynaklanmadığını da vurgulamak gerekir. İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in direnişe verdiği destek sonucunda İmralı görüşmelerine katılımının devlet tarafından engellenmesi, AK Parti’nin Gezi ile süreci karşı karşıya koyabileceği konusunda kuşku yarattı. Gerek dikkatleri Gezi’den uzaklaştırmak, gerek Kürtlerin katılımını cezalandırmak için çatışmayı yeniden başlatma ihtimali sürekli gündemdeydi. Ancak Lice’de halkın kalekol yapımını protesto amacıyla yaptığı gösteride askerlerin açtığı ateş sonucu bir kişinin ölmesi ve buna Kürt halkı ve siyasetinin gösterdiği tepkiye AK Parti’lilerin verdiği telaşlı cevap biraz olsun bu kaygıları azalttı: Medeni Yıldırım’ın ölüm haberinin duyulmasından kısa bir süre sonra, twitter’da AK Parti’lilerin başlattığı dirençözüm ve halklarkardeştirayırankalleştir hashtagleri worldtrend oldu.

Tekrar etmek gerekirse, Gezi Direnişi’nin en önemli sonuçlarından biri, Gezi’ye katılsın katılmasın savaşta doğrudan çıkarı olanlar ve ultramilliyetçiler hariç herkesin kendi sözü, çıkarı ve eylemi için (yani empatiyi aşarak) barış taraftarı olması oldu.

Gezi ve çözüm süreçlerinin ortak talepleri

Gezi Direnişi’nin ilerleyen günlerinde BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, BDP İstanbul milletvekilleri Sabahat Tuncel ve Sırrı Süreyya Önder, Gezi Direnişi’nin çözüm süreci ile olan ilgisini içerik açısından da ayrıntılandırdılar. Temmuz ayında konu ile ilgili yapılan konferansta yaptığım sunumda bu ilişkiyi bir kaç başlıkta ele almaya çalıştım.

Bunlardan birincisi, elbette ki polis şiddeti ve devlet terörü ile ilgili. Hem Gezi Direnişi hem de çözüm sürecinde ortaya çıkan taleplerin başında devletin muhalefete uyguladığı baskıcı ve hukuksuz yöntemlerden vazgeçmesi geliyor. İkinci ve bununla bağlantılı olarak geçmişte devlet otoritelerince işlenmiş suçların ortaya çıkarılması, yargılanması, tazmin ve telafisi bulunuyor. Nitekim, şu an İstanbul valiliği yapan Hüseyin Avni Mutlu 1990’larda Silopi’de kaymakamlık, Şırnak’ta vali yardımcılığı yaparken, onlarca zorla kaybedilme olayının gerçekleştiği söyleniyor. Mutlu Diyarbakır’da valiyken ise Ceylan Önkol isimli bir çocuk karakoldan atılan havan topu ile öldürülüyor; ancak, suçlular hakkında takipsizlik kararı veriliyor. Benzer bir biçimde, Gezi Parkı’nda yaşanan cinayetlerde de devletin suçluları ortaya çıkarmak ve yargılamak konusunda gönülsüzlük gösterdiğini gözlüyoruz.

Gezi Direnişi ile çözüm sürecini ortaklaştıran bir başka konu, ikisinin de yerinden yönetime, katılımcı ve doğrudan demokrasiye yaptığı vurgu. Gezi Direnişi’ne kadar Kürtlerin demokratik özerklik talepleri öncelikli olarak tam bağımsızlık ve bölünme yolunda bir manevra olarak algılanıyorken, direnişle birlikte bu talebin sadece Kürdistan için değil tüm Türkiye için seçimden öte bir ihtiyaç olduğu ortaya çıktı. Kürtlerin bulundukları bölgelerde çoğunluk olmalarına rağmen merkezîleşme ve demokrasinin genel seçime indirgenmesi sebebiyle kendi kaderleri hakkında hak sahibi olamamalarının trajedisi İstanbullular için empati kurulması gereken bir hal olmaktan çıkarak, gündelik yaşamın somutluğuna kavuştu. Son olarak Gezi Direnişi’ne katılanların büyük bir çoğunluğunu kadınların oluşturması da direnişi çözüm süreci ile bağlantılandırdı. Kürt Özgürlük Hareketi uzun yıllardır kendini ekolojik bir kadın hareketi olarak tanımlıyor ve günümüz küresel dünyasının temel çelişkisini cinsiyet ve ekoloji sorunları olarak görüyor. Gezi Direnişi bu anlamıyla da Kürt Özgürlük Hareketi’nin çözüm süreci perspektifi ile benzeşiyor.

Gezi kardeşliği

Gezi Direnişi’nin barışı toplumsallaştırmaya yaptığı en büyük katkı ne çıkarların ne de taleplerin ortaklaşmasından geçiyor. Direnişin belki de en büyük başarısı çoğul, ama ortak bir kimliği yaratması; duygudaşlığı sağlaması. Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’nda geçen devletsiz günlerde yukarıda da bahsettiğim gibi Kürtler ve Türkler farklı sembollerle aynı alanda bulundular. Bu birliktelik çoğu zaman kavgalı, sataşmalı, kimi zamansa halaylı ve kol kola geçti. Ancak devletsiz alanda insanlar birbirlerinin yüzlerine bakarak ve devletin ideolojik ve maddî otoritesini varsayma refleksleri örselenmiş olarak iletişime geçti. 30 yılı aşkın bir ayrılıktan sonra birbirlerine devletin nifakı ancak iki tarafın da tanışığı (solcu) aracılarla bakan iki millet birbirinde ezilmişliğin ortaklığını gördü. Karşılıklı olarak dönüştü.

Gezi’nin ilk gününden beri Kürtlerden sitem yükseliyordu. Türkler madem alana çıkabiliyorlardı da bugüne kadar ne beklemişlerdi? Kendi haklarını arıyorlardı, polis şiddetinde ölenlerin yasını tutuyorlardı da onlara yası, kendi cenazelerinde ağlamayı niye çok görmüşlerdi? Kendi direnişlerini videolara çekiyor kahramanlaştırıyorlardı da, 30 yıldır gerillasıyla, anasıyla, çocuğuyla, kadınıyla, siyasetçisiyle mücadele eden bir halka neden kahramanlık değil de teröristlik yakıştırılmıştı? Kendileri hakkında medyanın yazdığı her şeyin yalan olduğunu görüyorlardı da neden Kürtler hakkında yazılanlara gerçekmiş gibi sarılmışlardı? Lice’de Medeni Yıldırım karakoldan açılan ateşle öldürüldüğünde İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir ve Antakya’da insanlar sokağa dökülüp Kürtlerle Kürtçe slogan attığında bu sorular cevaplanmış olmadı belki ama, devlete karşı ortak bir kimliğin üstlenilmesine dair uzun yıllardır ilk kez bir ümit doğdu. Nitekim, bugün çok farklı forumlarda Kürt sorunu tartışılıyor ve İstanbul’un kamusal alanlarında forumlar birer gayrıresmî hakikat komisyonu gibi geçmişte yaşananları ve Kürtlere uygulanan devlet terörünü tartışıyorlar.

Sonuç

Yukarıda da bahsettiğim gibi, Gezi Direnişi’nin barışın toplumsallaşmasına ciddi katkıları bulundu. Öncelikle direniş sayesinde barış sürecinin Türkiye için bir ihtiyaç olduğu ve süreçten “çıkar” sağlayacak kesimlerin sadece Kürtler değil, tüm Türkiye halkları olacağı, sivilleşmenin her alanda demokratik taleplerin gündeme gelmesini sağlayacağı kavrandı. Ayrıca Kürtlerin ve Türkiye’nin diğer halklarının talepleri ortaklaştı. Kürtlerin özgürlük mücadelelerinde ve çözüm sürecinde gündemde tuttukları konuların ayrıcalık kurma veya ayrılma yolunda talepler değil, tüm halkların kendilerini yeniden üretmek, özgür ve onurlu yaşamak için ihtiyaçları olduğu ortaya çıktı. Öte yandan, şimdiye kadar konuşamadığımız ve “hassasiyetler” diyerek çeperlere ittiğimiz bir dolu fikir, duygu, hakikat kamusal alana üşüştü.

AK Parti barış sürecini Türkiye’ye bir emperyalist proje olarak pazarlıyor. Siyasî ölçekte Türkiye’nin Kürtlerle barışması Türkiye’yi bölgesinde ve dünyada bir büyük güç olarak tesis edecek, ekonomik ölçekte Kürdistan’ı yatırıma ve elbette doğa yağmasına açacak, kültürel anlamda ise Türkiye’nin Osmanlıcı mozaik kimliğini garanti altına alacak. Gezi süreci başka bir tür barışa işaret ediyor: özgürlükçü bir barışı, halkların ihtiyaç olarak hissettiği ve ezilenlerin evrensel mücadelesini yükseltecek bir barışı…
———————————————————————
* Nazan Üstündağ
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi. Doktorasını İndiana Üniversitesi’nde tamamladı. İlgi alanları arasında modernite teorileri, sömürge sonrası toplumlar, feminist çalışmalar, devlet etnografisi, devlet, şiddet ve direniş bulunuyor. Akademik çalışmaları dışında dergi, gazete ve internet haber sitelerine yazıyor. Barış Meclisi, Barış İçin Kadınlar Girişimi ve Barış İçin Akademisyenlerin kurucularından.

17 Ekim 2013
Kaynak: tr.boell.org