Bianet: Körleşmek ve sağırlaşmak üzerine – Reşit Kışlıoğlu

Marjinalin, bir korku ve nefret nesnesi olarak inşa edilmesiyle, ahlaka mugayir yayının tehdit edici ve sakıncalı olarak kodlanmasının altındaki düşünce yapısı birbirinden ayrılamaz.

uc-maymun

RTÜK, açıkça uyuşturucu kullanılan bir belgeselde, bu görüntüyü kapatma kullanmadan yayınladığı için National Geographic kanalına uyarıda bulunmuş[2]. Haberde aktarılan, uyarının yazılı gerekçesinden bir bölüm şu şekilde:

“Bu kişilerin uyuşturucu kullandıkları anlarda kayda alınan görüntülerinin herhangi bir kapatma tekniği uygulanmadan izleyiciye aktarılmasının, bağımlıların uyuşturucu kullanımından elde ettikleri hazlar hakkında yaptıkları olumlu açıklamaların ve satıcılarının bu işten önemli gelirler elde ettiklerine dair sözlerinin ekranda yer almasının toplumun genel sağlığına zarar verebilecek davranışları özendirici nitelikte olduğu düşünülmektedir.”

Bu haberi görünce, doğrudan RTÜK’ü konu alan ve eleştiren bir yazı yazmaktansa, gerekçede takıldığım bir noktadan yola çıkarak bir yazı yazmaya karar verdim. O da; ‘bağımlıların uyuşturucu kullanımından elde ettikleri hazlar hakkında yaptıkları olumlu açıklamalar’ kısmı. Zira, uyuşturucu ve benzeri bir ‘ahlak dışı’ maddenin kullanımından haz alınması durumu ve bilgisi, kamuyla, hele de gençler ve çocuklarla paylaşılamayacak kadar hassas ve de tehlikeli bir bilgidir.

RTÜK, biricik vatandaşlarını her türlü şiddet, cinsellik ve sağlığa zararlı madde[3] kullanımı içeren, gayri-ahlaki emsal oluşturan yayınlardan koruyan güzide bir devlet kurumudur. ‘Çocuk ve gençlerin ruhsal ve fiziksel gelişimlerini olumsuz etkileyen’ yayınlardan onları korumayı amaçlayan bu kurum, aslında gençleri korumaya çalıştığı ‘ahlaka mugayir’ kapsamındaki nesne ve eylemleri güçlendirip cazip hale getirirken, gençlerin gelişimlerini de olumsuz etkiliyor, iddia ettiğinin tersini yapıyor. Başta da belirttiğim gibi, asıl mesele RTÜK değil elbette. RTÜK, sadece temsil ettiği politik aklın[4] ve bu aklın beslendiği ahlak anlayışının da çok açık bir yansıması ve bu yansımanın sonucunu temsil ediyor.

Tehdit edici bulduğu eylem ve nesnelerin seçilişine ve bu eylemlerin öznelerine atfedilen rollere bakacak olursak, buradaki ahlaki önceliğin ‘çocukların ve gençlerin ruhsal ve fiziki gelişimleri’yle pek ilgisi olmadığını, ‘ahlaksız’ı yaratmadaki motivasyonunun da bu olmadığını görürüz. Bu ve bu gibi kurumların kısıtlı şekilde tanımladıkları güvenli alan, ‘koruma’ amacına hizmetten çok, sansür yoluyla ahlak bekçiliği yapagelmiştir, yapmaya devam etmektedir. Buradaki ahlak da, toptancı ve dayatmacı muhafazakar ahlaktır.

‘Ahlaka mugayir’: Uyuşturucu ve cinsellik

Gelmiş geçmiş en iyi kara mizahçılardan Bill Hicks, Amerika’nın, yarattığı düşmanlar aracılığıyla nasıl korku pompaladığını ustaca anlatır. Korku ve sevgi ikiliğinde inşa edilen siyasete mecbur olmadığımızı anlatırken, korku siyasetini gülünç duruma düşürür sıklıkla, aynen Gezi direnişçilerinin yaptığı gibi. Amerika’nın her dönem yarattığı düşmanlar aracılığıyla mobilize ettiği korkuyu, bu korkuya kapılanlara karşı bazen acımasız bir dil kullanarak da olsa yerer. Bu yapay düşmanlar her zaman komünistler, İslamcılar vs. gibi dış düşmanlar olmak zorunda değildir elbette. Rock ‘n roll, sigara, alkol, uyuşturucu, pornografi gibi iç düşmanlar da sıklıkla mevcuttur. Bunları her güç sahibi kolaylıkla yaratabilmektedir. Uyuşturucuyla kendi deneyimlerini ve devletin ‘uyuşturucuyla mücadele’sini anlatırken, bu mücadelenin tek yanlılığına dikkat çeker. Zira, uyuşturucuyla ilgili her haber, ölüm ya da bir suçla sonuçlanan olumsuz bir içeriğe sahipken, pekala olumlu bir haber de yapılabileceğini söyler ve bir kere olsun şöyle bir haberi görmek istediğini anlatır:

‘Bugün, asidin etkisindeki bir genç adam fark etti ki, madde, enerjinin yavaş bir titreşimle yoğunlaşmasından ibarettir. Hepimiz, kendini öznel olarak deneyimleyen tek bir bilinciz. Ölüm diye bir şey yok, hayat sadece bir rüya ve biz birbirimizin hayalleriyiz. Şimdi hava durumu için Tom’a bağlanıyoruz.’

Pekala bu hikayenin de bir haber değeri vardır ona göre. Uyuşturucudan korku nesnesi yaratıp, sadece olumsuz sonuçları görmeyi ve olumlu deneyimleri görmezden gelmeyi de[5] absürdleştirerek gösteriyor Hicks. ‘Kadınlarla ilişkilerimde de iyi ve kötü deneyimlerim oldu, ama bu kadınlarla artık ilgilenmeyeceğim anlamına gelmiyor’ diyor. Uyuşturucuya ya da herhangi başka bir şeye toptan ahlak dışı muamelesi yapmanın mantığı, kadınları da toptan ‘şeytan’ gören mantıkla aynı aslında. Uyuşturucu, kullanan kişi için şeytani (ahlak-dışı ya da marjinal) bir şey olmak zorunda değildir. Başkasının gerçekliğini anlamak, bizi o gerçekliği uygulamak zorunda bırakmadığı gibi, onaylamak zorunda da bırakmaz. Ama sansürlemek ve yasaklamak zorunda da bırakmaz. Daha da ötesi, hoşgörünün ve yasakların sınırlarını belirlerken, toptancı bir şekilde tek bir gerçekliğin ahlaki kabulleri baz alınamaz.

Yukarıdaki haberde sözü edilen belgeseldeki bağımlıların ‘çaresiz’ durumlarını yansıtırken, onlara bir ‘ses’ vermek ve aldıkları hazzı yansıtmak, toplumun genel sağlığına zarar verebilecek davranışları özendirici nitelik taşıyor RTÜK’e göre. Bu yüzden bu ahlaka mugayirbilgi sansürlenmeli ve uyuşturucunun ahlak dışı olduğu bilgisi pekişmelidir.

Bill Hicks başka bir gösterisinde de, Amerika’nın ‘pornografiyle mücadele’sinin absürdlüğüne dikkat çeker ve ülkenin (1990′ların başında) yeni düşmanı ilan ettiğini söylediği pornografiyle ilgili önce mahkeme tanımını verir: ‘Cinsel düşünce uyandıran ve herhangi bir sanatsal yanı bulunmayan eylem.’ Bu tanıma göre sadece pornografinin değil, televizyondaki birçok reklamın da bu kategoriye girdiğini söyler. Mahkemenin tanımına göre bu reklamları da yasaklamak gerekir -ki, ‘seks satar’ fikrinden hareket eden ne kadar çok reklam olduğu aşikardır. Örneği daha da uçlaştırır ve cinsel düşüncenin herhangi bir nedenden uyanabileceğini, örneğin trende giderken, sallantıdan bile erekte olabileceğini anlatır ve sorar; ‘Ne yapacağız, cinsel düşünce uyandırdığı için toplu taşımayı da mı yasaklayacağız?’.

Cinsel isteklerimizin olması, bunu mümkün kılan biyolojimizden ileri gelir, başka şeyden değil. Oysa bu anlayış, ‘cinsel düşünce’nin kendisini suç haline getiriyor. RTÜK’ün cinsellikle ilgili sansürü de bu mantıkla işliyor. Cinsellik toplum sağlığını olmasa da, toplum ahlakını tehdit ettiğinden (!), suç unsuru haline geliyor. Cinsel uyarılmaya neden olabileceği için toplu taşımayı yasaklamak kadar absürd bir suç…

Bu durum, aslında insanın doğasını reddetmesi oluyor ve hastalıklı toplumsal pratiklere yol açıyor. Cinsellik insanlığın bir gerçeği ve asıl onu sansürlemek gençlerin fiziksel gelişimine ket vuruyor. Cinselliği kulaktan dolma öğrenen bir toplum yaratılıyor ve tecavüz mağdurundan marjinal yaratan bir zihniyeti de mümkün kılıyor.

Muhafazakar Akıl ve Marjinal

Muhafazakar siyasetin marjinal’i yaratırken kullandığı mantık da tamamen aynıdır. Marjinalin, bir korku ve nefret[6] nesnesi olarak inşa edilmesiyle, ahlaka mugayir yayının tehdit edici ve sakıncalı olarak kodlanmasının altındaki düşünce yapısı birbirinden ayrılamaz. Örneğin, RTÜK’ün ‘çocuk ve gençlerin fiziksel ve ruhsal gelişimleri’nden kast ettiği, elbette ki bu gelişimin ‘normal’  içinde kalması ve ‘marjinal’e meyletmemesidir. Marjinalin ya da ahlaka mugayirin gerçekte ne olduğunun pek önemi kalmaz bu süreçte. Onların kendi öznellikleri  ve ‘sesleri’ yoktur. Marjinal, yok edilmesi gereken olduğu gibi, ahlaka mugayir olan da susturulması, karartılması gerekendir.

Susturulması yani sansürlenmesi, normal olanın korkusu ve çaresizliğindendir. Öyle absürd bir korkudur ki bu, bir çocuğun, televizyonda uyuşturucu kullanıldığını görmesi ya da bir sevişme sahnesi görmesi; her gün kocaları tarafından dövülen, işkence edilen ve hatta öldürülen kadınları görmesinden daha tehlikeli hale gelir. Ülkenin ya da dünyanın herhangi bir yerinde ‘normal’in bombalarıyla, meşru şiddetiyle ölen marjinallerin görüntüleri ve daha ötesi, gerçekliği, ruhsal gelişime ‘halel getirmez’.

Ancak gerçekte durum farklıdır, zira marjinal diye bir şey yoktur. Meşhur ifadeyi değiştirirsek, ‘birinin marjinali, başkasının normalidir’. Marjinali yaratan zihniyete göre, normalin şiddeti de her yaptığı da meşrudur; marjinalin varlığı, yaşamı bile gayrimeşrudur, ahlaka mugayirdir.

Muhafazakar aklın iletişim dünyasında, marjinallerin gerçekliğinden, deneyimlerinden bahsedilmediği gibi, ağırlıklı olarak mutlak yargılar yer alır. Mutlak yargılardır aslında marjinali meşrulaştıran. Unutulmasın ki, günümüz dünyası ne 10 yıl önceyle aynı, ne 100 yıl önceyle ne de 1000 yıl önceyle. ‘Yeni’ her zaman kazanmıştır ve kazanacaktır. ‘Yeni’nin başarısı, marjinal olmak pahasına mücadele etmesidir. Komünistler, alkolikler, uyuşturucu bağımlıları, satanistler, kadınlar, türbanlılar, eşcinseller, Geziciler… Aslında toplumun tamamını marjinal kategorisine sokmak mümkün biraz zorlanırsa. Bugün türbanlı kadınlara ilişkin algı, 10-15 yıl öncesiyle aynı değilse, bunu İslamcı ‘marjinal’ harekete borçludur. Ancak, İslamcı hareketi normatif görüp, bu mücadeleyi marjinal kategorisine sokmamak ciddi bir anlayış eksikliğidir. Gerçekte böyle bir şey olmamasına rağmen, muhafazakar aklın dünyasında türbanlı kadınlar bu ülkenin marjinal gerçekliğiydi. Çok şükür ki bu değişiyor. Yani, bugünün normali, çoğu zaman dünün marjinalidir. Bugünkü marjinallerimizin müsebbipleri, ahlak anlayışlarını yenileyemeyen, mutlak muhafazakar anlayıştaki güç sahipleridir.

Mağduriyet

Şiddeti, cinselliği ya da sağlığa zararlı maddeleri sansürle görünmez kıldığımızda; bu ‘tehlike’leri yok etmiş olmuyoruz. Aksine, gençleri gerçek tehlikelerden korumak iddiasıyla, yalnızca marjinalin gerçekliğinin değil, bağlamın bilgisini de onlardan almış oluyoruz.

Şiddet ya da tecavüz mağdurunun travması, söyleyecekleri ve dahi söyleyemedikleri bizi ilgilendirmez bu zihniyette. Mağdurun çaresizliği bizim için yalnızca acınacak ve görmezden gelinecek bir şeydir. Elbette marjinalin mağdur haline gelmesi kolaylıkla meşrulaştırılabiliyor[7]. Ancak bu ahlak anlayışı sadece marjinalleri mağdur yapmıyor; mağdurları da marjinal ve ahlakdışı yapıyor. Örneğin; hunharca katledilen Ali İsmail Korkmaz ya da tecavüze uğrayan bir kadın da marjinal haline geliyor. Zira travma yaşayanın sessizliği yahut ‘gençleri korumak için sansürlenen’ şiddetin görmezden gelinmesi, yokmuş gibi davranılması, insanları yalnızca mağdurun gerçekliğine karşı kör ve sağır hale getirmekle kalmıyor, mağdurla ilgili atıfların da bağlam üzerinden değil, kişilik üzerinden yapılmasına neden oluyor.

Bağlamın bilgisi sansür yoluyla bizden alındığında, atıfları yalnızca kişiliğe ve kimliğe; mağdurun kendisine yapıyoruz. Bu durumda, bu muameleye maruz kalan ‘mağdur’un, bu muameleyi hak ettiğine hükmedip, onu da marjinal yapıyoruz. Tecavüze uğrayan kadın muhtemelen, mini etek giymek gibi, tecavüzü hak edecek (!) bir davranışta bulunmuştur, Ali İsmail ‘zaten çapulcu’ olduğu için, Suriye’de katli vacip görülenler ‘biliyorsunuz Alevi’ olduğu için, Uludere’de katledilenler ‘zaten kaçakçı’ olduğu için mağdur statüsüne giremiyorlar; doğrudan kimlikleri dolayısıyla marjinal statüsüne giriyorlar.

Eylemin kendisiyle birlikte, öznesinin de sansürlenmesi suçun gerçek sahiplerini görünmez ve bilinmez kılarken, mağduru odağa alıyor. Sadece isim ve soy isminin baş harfleriyle tanıtılan şiddetin failinin kişilik haklarına duyduğumuz saygı, çoğu zaman mağdurlardan esirgeniyor. Bir tecavüz olayında, failden çok mağduru bilmek, hastalıklı zihniyetin kendini koruma mekanizmasından başka bir şey olmuyor.

Oysa mağdur ‘biz’den biri olduğunda, örneğin Reyhanlı’da katledilen ‘Sünni kardeşlerimiz’ olduğunda,  bombaları patlatan marjinal grubun bilgisi, mağdurlarınkinden daha önemli hale geliyor. Onların mağduriyeti, yayın yasaklarıyla görmezden gelinmeli ki, bağlamın bilgisi ve neden mağdur oldukları bilinmesin, zira bu, sorgulamak gibi toplumun genel sağlığına zarar verebilecek davranışları özendirici nitelikte olabilir.

Sonuç

Özetle, güç sahipleri tarafından, cinsellik, şiddet ve uyuşturucu gibi ahlaka aykırı ve marjinal olarak nitelenen eylemlerin kamusal alandaki sansürü üzerinden, bu zihniyetin sosyal ve politik alanda doğurduğu tehlikelere dikkat çekmek istedim. Aslen, marjinalleştirmenin, amaçlandığı gibi normali korumaktansa, aksine daha tehlikeli sonuçları doğurabileceğini tartıştım.

Yapılması gereken ‘marjinal’in sesini kısmak, sansürlemek, yok etmek değil, tam tersine sesini açmak, normalleştirmek. Şiddeti sansürleyerek marjinalleştirirmiş gibi görünüp, şiddet mağdurlarını marjinalleştiriyor, şiddeti meşrulaştırıyor bu zihniyet.

Ali İsmail’in katillerinin eline sopayı veren de, tecavüzcülerin, işkencecilerin sırtını sıvazlayan da bu hastalıklı düşünce yapısı ve ahlak. Bizi bunlar gibi türlü vahim olayın görüntü ve bilgisinden koruyan ‘ideal’ basın da, güç sahipleri gibi, birinci derecede şiddetin sorumluluğunu taşıyor. Gezi sonrası medyanın ürkütücü durumu da, ileride utanç ve ibretle okunacak tarih sayfalarında yerini alıyor.

[3] Sağlığa zararlı madde kapsamı elbette oldukça geniştir. Yüksek kalorili ve yağlı yiyecekler de bu kategoriye girebilirdi, ama henüz onlar ekranda karartılmıyor.

[4] Bu politik akıl, hükümetlerden bağımsızdır.

[5] Sansürlemek de denebilir, zira bu örnekte de görüldüğü üzere, ‘ahlakımızla çelişen’ olumlu deneyimler de sansürleniyor.

[7] Marjinal olana mağdur statüsü verilmese de bu zihniyete göre…

Reşit Kışlıoğlu
14 Eylül 2013
Kaynak; bianet.org