Bilim ve Gelecek: Gençlik geleceğe el koydu Türkiye devrime gidiyor! – Ender Helvacıoğlu

Haziran Ayaklanması, bazılarının sandığı gibi ani bir patlama ve bir saman alevi değildir. Yıllardır biriken, son bir yıl içinde hareketlenmeye başlayan ve sonunda 31 Mayıs’ta patlayan uzun soluklu bir dip dalgasının yüzeye çıkışıdır. Önümüzde son derece kritik bir siyasal süreç var. Türkiye halkı bu sürece görülmedik bir kalkışmanın enerjisiyle girecek. Dalga öyle kabarabilir ki, Haziran Ayaklanması bile önceki şıklardan biri haline gelebilir. Türkiye çok büyük bir dönüşüme gidiyor; kabına sığmıyor, devrime gidiyor.

31 Mayıs akşamı Taksim Gezi Parkı’na sahip çıkan bir grup çevre dostuna yönelik acımasız polis baskını sonucunda bir anda patlayan, hızla tüm yurda yayılan ve AKP iktidarını hedef alan Halk İsyanı, Haziran ayı boyunca sürdü. Çok geniş ve farklı kesimleri içine aldı;  iktidar yetkililerinin psikolojik savaşına ve benzersiz polis terörüne rağmen, geri adım atmak bir yana daha da yaygınlaştı. Cumhuriyet tarihinin bu en büyük halk ayaklanması hâlâ istim üzerinde ve politik sonuçları henüz belirginleşmedi. Dolayısıyla burada kapsamlı bir analiz yapmaktan doğal olarak uzağız. Ama en azından netleşen ilk siyasal sonuçları ve bazı sosyolojik olguları tahlil etmeye çalışabiliriz. Nasıl olsa Bilim ve Gelecek’in önümüzdeki sayıları bu konuları ayrıntılı olarak ele alacak; o yayınlarda yanlışlarımızı düzeltiriz. Madde madde ilerleyelim.

-  Artık başka bir Türkiye var. Artık her sabah, “Haziran Ayaklanması”nı yaşamış bir Türkiye’ye uyanıyoruz. Başka bir halk ve başka bir gençliğimiz var. Ortaya müthiş bir enerji çıktı ve bundan böyle her düzeyde politika yapmak isteyenler -içinde, yanında veya karşısında olsunlar- bu enerjiyi hesaba katarak politika yapmak zorunda kalacaklar. Ayaklanmış bir halk, ayaklanmanın tadına varmış bir halk, kendi kaderine radikal bir biçimde el koymuş bir gençlik, politik denklemlerin en belirgin unsuru olacaktır, ister istemez. Bunu görmeyen, anlamayan, dikkate almayan, gelip geçeceğini sanan bir politik odak -şu anda ne kadar güçlü görünürse görünsün- varlık şartını yitirecek ve hızla kenara sürülecektir.

- Başta Başbakan Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP iktidarı bitmiştir. Bu köşede 9 ay önce “AKP için sonun başlangıcı”, geçtiğimiz ay da “Çuvala sığmayan mızraklar” başlıkları altında bu konuya değinmiştik, ama hiçbirimiz nasıl bir enerji biriktiğinin ve sürecin bu kadar hızlı gelişeceğinin farkında değildik doğrusu. Çuval paramparça olmuşmuş meğer!

Hükümetin hâlâ ayakta duruyor olması, meclis çoğunluğunun devam etmesi, Erdoğan’ın orada burada taşıma kalabalıklarla yaptığı mitinglerde kuyruğu dik tutmaya çalışması kimseyi yanıltmasın. Bu hareketin ilk ve en net siyasal sonucu Tayyip’in ve iktidarının artık bitmiş olduğudur. Bunu kısa zamanda göreceğiz.

Birincisi, milyonlarca insanın sokağa dökülerek direkt hedef aldığı, (bir bilim dergisinde yazıyor olmamızın gerektirdiği kibarlıkla söylüyoruz) çok ağır eleştirilerde bulunduğu, hatta dalga geçtiği bir kişinin liderliğindeki bir iktidar bu ülkeyi yönetemez. İkincisi, milyonlarca insanı kabadayı üslubunu daha da artırarak ve yalan-dolana başvurarak hedef alan bir kişi bu ülkeyi yönetemez. Bundan böyle Erdoğan ne devlet başkanı olabilir, ne yeni bir anayasa yapabilir, ne cafcaflı “çılgın projeleri”ni gerçekleştirebilir, ne son derece çetrefilli Kürt açılımı politikasını yürütebilir, ne de Suriye’ye ilişkin ülkeyi ateşe atan politikasını sürdürebilir. Kendi çevresine ve destekçilerine yönelik ikna ediciliğini ve psikolojik hegemonyasını dahi yitirmiştir. Türkiye’nin en şaşkın, en bilinçsiz, en tedirgin ve en güçsüz insanıdır artık Tayyip Erdoğan. Her an deliğe süpürülebilir.

Üçüncüsü, halka acımasızca saldıran ve halk ile arasına kan giren AKP iktidarının artık hiçbir meşruiyeti kalmamıştır. Tayyip Erdoğan, artık bu ülkenin başbakanı değil, halk düşmanı resmi-sivil faşist bir güruhun şefidir. Evde zor tuttuğunu sandığı o yüzde 50, belki de ona son darbeyi indirecektir. Halkın üzerine sürdüğü polis teşkilatının dahi çatırdayacağını göreceğiz. Eli sopalı-satırlı gerici-faşist bir güruha dayanarak bu ülke yönetilemez. Belki kendisine bazı son çılgınlıklar yaptırılabilir; ama bu, düşüşünün hızını artırmaktan öteye bir sonuç vermez.

Dördüncüsü, Erdoğan ve şürekâsı, ayaklanma süreci içinde aldıkları halkla inatlaşan tutumlarıyla, durumu toparlama ve bu pozisyondan geri dönme şanslarını da yitirmişlerdir. Gemileri yakmışlardır; saldırganlıkları da bundandır. Erdoğan’ın yanında duran da, Erdoğan ile aynı kaderi paylaşacaktır.

Tayyip iktidarının hâlâ devam ediyor olmasının tek nedeni, henüz siyasal bir seçeneğin belirginleşmemiş olmasıdır. Ama şu veya bu biçimde çeşitli seçenekler de hızla oluşacaktır. Bundan sonraki asıl mücadele bu seçenekler arasında yaşanacaktır.

- AKP iktidarının bir sosyolojisi vardı. Eski rejim (yozlaşmış cumhuriyet) tarafından kenara sürülen, bastırılan yoksul kitleler ve neo-liberal politikaların yarattığı fırsatlardan yararlanmak ve palazlanmak isteyen (dolayısıyla mevcut klasik burjuvaziyle çatışan) yeni burjuvazi, “bu rejim değişsin de nasıl değişirse değişsin” eğilimiyle AKP iktidarına destek vermişti. AKP, esas olarak klasik dinsel ideolojinin etkisi altındaki kesimlerin değil, değişim ve gelecek isteyen bu kesimlerin desteğiyle iktidara gelebilmişti. Yani sadece bir Amerikan operasyonunun ürünü değildi; daha doğrusu Amerikan operasyonu bu sosyolojiye dayanılarak başarıya ulaştırılabildi. AKP iktidarına yönelik muhalefetin ilk başta eski rejimin sahipleri ve eski rejimin bir biçimde el üstünde tuttuğu kesimlerden gelmesi, ama ironik bir biçimde toplumun en yoksul ve alt tabakalarının AKP’yi desteklemesi bundandı. AKP bu kesimlerden aldığı güçle, Cumhuriyet’e savaş açabildi ve belli başarılar kazandı.

Fakat halk ayaklanması birdenbire bu balonu patlatıverdi. Birdenbire bir başka yolu, bir başka gelecek seçeneğini gündeme sokuverdi. Ayaklanma, AKP’nin değişimden ve gelecekten yana olduğu yanılsamasını yerle bir etti ve aniden AKP toplumun en gerici, en yobaz ve en değişim düşmanı gücü olarak dımdızlak ortada kalıverdi. AKP artık geleceği ve değişimi değil, en koyu tutuculuğu ve gericiliği temsil ediyor.

Halk hareketinden esin alarak bugün bir başka tahlil yapabiliriz: AKP iktidarı belki de yozlaşmış cumhuriyetin son çaresiydi. Sistem, bazı yüklerinden kurtulmaya çalışıp kurbanlar vererek düzenini sürdürmeye çalışmaktaydı. Devrimci bir seçeneğin ortaya çıkışı işte bu sistem balonunu söndürüverdi. Sistemin başka rezervleri yok mu, tabii ki var; ama sistemi toptan alaşağı edecek bir seçeneğin de gündeme girmesinin tarihte hiç olmadığı kadar olanağı var. Yani sadece AKP’nin değil sistemin de çatırdadığını söyleyebiliriz bugün.

- Bazıları yaşananın -Arap Baharından esinlenerek- bir “Türk Baharı” olduğunu söylüyor. Olabilir; bunu siyasal süreçler belirleyecek. AKP’nin tezi ise Türk Baharının 2002’de yaşandığı, bu hareketin de eski rejimin bir kışkırtması olduğu yönünde. AKP’ninki tamamen yanlış ve bir psikolojik savaş yöntemi; ama sanıyoruz ilk tez de yanlış.

Türkiye çok farklı bir ülke; bir Mısır, Tunus veya İran değil. Türkiye’nin geleceği ne olur, onu bilemeyiz; ama Türkiye hiçbir biçimde Cumhuriyet devrimlerinin gerisine götürülemez. Bu hareket bunun en somut kanıtıdır. Bu ülkede seküler yaşam tarzından ölümü göze alarak ödün vermeyecek milyonlarca insan var. Bu ülkeyi, ne yaparsanız yapın Cumhuriyet’in gerisine döndüremezsiniz, Cumhuriyet’in kazanımları artık bir toplumsal olgudur. İşte en kapsamlı gerici operasyon olan AKP’nin bir ayda geldiği hal. Takke düştü, kel gözüktü!

Halk hareketi, bizim yıllardır tartıştığımız ve ideolojik düzlemde mücadele ettiğimiz “Yeni Osmanlıcılık” hayallerini bir anda yerle bir etmiştir. Kırmızılı kadını ve siyahlı kadını Osmanlıcılığın neresine sığdırabilirsiniz? Onlar cariye olurlar mı? Köle olurlar mı? Bir adamın dört karısından biri olmayı kabul ederler mi? Polisin silahının, tomasının karşısına dikilen kadın kocasının kulu olmayı kabul eder mi? Onlar, milyonlarca kişidir.

Küresel sermayenin toplum ve imaj mühendisleri şunu iyi bilmeli ki, Türkiye’yi Cumhuriyet’in gerisine düşecek bir iktidarla yönetemezler. Burada bir “Müslüman Kardeşler” iktidarı yaratamazlar. Daha “ilerici”, daha “gelecekçi” bir yöntem bulmak zorundalar; tabii halk hareketi buna izin verirse… İlle “bahar”dan söz edeceksek bir “sonbahar” yaşandığı kesin; ama kimin “ilkbahar”ı olacak, onu halk hareketinin seyri ve onun öncülerinin basireti belirleyecek.
Ama şunu söyleyebiliriz: Türkiye’nin evdeki bulguru, başka herhangi bir ülkeyle karşılaştırılmayacak ölçüde fazla. Bu bulguru kimseye yedirmez. Evdeki bulgura saldıran bir güç, bu halkın Dimyat’taki pirince yönelimi riskini de göze almalıdır. Bulguru alacağım diyen, pirinci de kaybedebilir. Halk hareketi, bu riski, bulguruna göz dikenlerin gözüne gözüne sokmuştur.
Öte yandan Taksim eylemlerine katılan anti-kapitalist Müslümanlar da hareketin önemli bir bileşeniydi. Meydandaki Cuma namazları ve devrimci gençlerin namaz kılanları koruması, hem dinci AKP iktidarına ve onun kaba psikolojik savaşına çarpıcı bir yanıt, hem de geleceğin bu sorunları aşmış Türkiye’sinin bir ön görüntüsüydü.

- Bu hareket ani bir patlama mıydı, yoksa belirtileri var mıydı? Hiçbirimiz patlamayı öngöremedi, ama bugünden geriye baktığımızda çok ciddi belirtileri olduğunu tespit edebiliyoruz. Son iki yıl içindeki birkaç olgudan söz edelim.

* 15 Mayıs 2011’de 30’dan fazla ilde gerçekleşen “İnternetime Dokunma Yürüyüşü”ne 400 binden fazla insan katıldı. Özellikle İstanbul’daki yürüyüş sürpriz bir biçimde 50 bin kişilik katılımla yapıldı.

* Hükümetin 19 Mayıs kutlamalarını yasaklamasının ardından TGB’nin çağrısıyla 19 Mayıs 2012’de İstiklâl Caddesi’nden Dolmabahçe’ye 200 bin genç yürüdü. TGB yöneticilerinin bile beklemediği bir katılım sağlanmıştı.

* 29 Ekim 2012’de Ankara’da gerçekleşen Cumhuriyet Buluşması-na yüz binlerce insan katıldı. Halkın önüne kurulan polis barikatı yıkıldı ve buluşma gerçekleşti.

* 18 Aralık 2012’de Göktürk-2 uydusunun fırlatılışı dolayısıyla büyük bir polis gücü eşliğinde ODTÜ’ye gelen Başbakan Erdoğan, öğrencilerin tepkisiyle karşılaştı. Polis saldırısı, öğrencisi ve öğretim üyeleriyle tüm üniversite tarafından protesto edildi. AKP yanlısı bazı rektörlerin ODTÜ öğrencilerini kınayan bir bildiri yayınlaması sonucunda, bu sefer o rektörlerin üniversitelerinde geniş katılımlı protesto eylemleri gerçekleşti. Hareketin birdenbire diğer kentlerdeki üniversitelere yayılması ve kitleselleşmesi, o günlerde yeni bir gençlik hareketinin ilk adımları olarak değerlendirilmişti.

* 11 Mayıs 2013’te Hatay-Reyhanlı’daki patlamalarda 53 kişinin hayatını kaybetmesi başta Hatay’da olmak üzere birçok kentte kitlesel biçimde protesto edildi ve eylemler hükümet karşıtı protestolara dönüştü.

Örnekler çoğaltılabilir. Bütün bu eylemler, önceki benzerlerinden çok daha geniş ve beklenmedik kalabalıklarla gerçekleşti. Demek ki hareket “geliyorum” diyordu; tencerenin içindeki su fokurdamaya başlamıştı. Bunu şunun için vurguluyoruz: Haziran Ayaklanması, bazılarının sandığı gibi ani bir patlama ve bir saman alevi değildir. Yıllardır biriken, son bir yıl içinde hareketlenmeye başlayan ve sonunda 31 Mayıs’ta patlayan uzun soluklu bir dip dalgasının yüzeye çıkışıdır.
Bu geçmiş geleceği de belirleyecek. Önümüzde son derece kritik bir siyasal süreç var. Türkiye halkı bu sürece görülmedik bir kalkışmanın enerjisiyle girecek. Dalga öyle kabarabilir ki, Haziran Ayaklanması bile yukarıda sıraladığımız şıklardan biri haline gelebilir. Türkiye çok büyük bir dönüşüme gidiyor; kabına sığmıyor, devrime gidiyor. “Bu daha başlangıç” diyen kitlelere inanmak gerek. Sistemin bu milyonlarca insanı ikna edecek, evlerine gönderecek kaynakları yok.

- Hareket içindeki eylemlerde öne çıkan ve herkesin katılımıyla büyük bir coşkuyla atılan beş tane slogan vardı:

* “Sık bakalım, sık bakalım, biber gazı sık bakalım. Kaskını çıkar, copunu bırak, delikanlı kim bakalım”. Türkiye’ye özgü müthiş bir renk olan Çarşı’nın sloganı hızla kitleselleşti ve herkes tarafından atıldı. Bu, korku eşiğinin aşılmasıdır. Devlet terörünün üzerine korkmadan, dalgasını geçerek ve aşağılayarak yürüyebilme cesaretidir.

* “Tayyip istifa / Hükümet istifa”. Bu slogan, asgari hedefi (ilk siyasal adımı) net bir biçimde belirliyor.

* “Faşizme karşı omuz omuza”. Bu slogan, hedefe yürürken mümkün olan en geniş cepheyi oluşturma eğilimini gösteriyor.

* “Her yer Taksim her yer direniş”. Bu slogan hareketin kentlerin ücra köşelerine ve yurt sathına yayılma potansiyelini vurguluyor.

* “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam”. Bu slogan da, hareketin köklülüğünü, kararlılığını, geleceğe uzanma potansiyelini vurguluyor. Gelecekteki çok daha büyük dalgaların sinyalini veriyor.

- Haziran Ayaklanmasının ayırt edici bir özelliği var. Bu hareket geleceği istedi ve geleceğe kendi inisiyatifiyle el koydu. Bu yeni bir olgudur ve hareketin ufkunun ne kadar geniş olduğunu gösterir. 2007’deki kitlesel Cumhuriyet mitinglerinin temel özelliği bir tehlikenin fark edilişi, o tehlikeye karşı direniş ve geçmişe özlem idi. Alternatif bir gelecek perspektifi koyamadığı için varoşlara ve taşraya doğru yaygınlaşamadı ve başarılı olamadı. Bugüne önemli bir miras bıraktı, dahası bugünün bileşenlerinden biri oldu, ama günümüz hareketine esas rengine veren genç olması ve geleceği istemesidir. Bu harekette geçmişe özlem duyanlarla geleceği isteyenler buluştu. Zaten bu çapta bir kitleselliği sağlayan da budur. Ama hangisi esastı, hangisi daha öne çıktı ve belirleyici oldu? Haziran Ayaklanması, esas olarak geçmiş kazanımları koruyan bir hareket değil, geleceğe uzanmanın yollarını arayan bir harekettir. Korumacı değil, devrimci bir harekettir. Geçmiş kazanımlara tabii ki sahip çıkmaktadır, taşınan Türk bayrakları ve Atatürk posterleri bunu gösteriyor; ama bunların ötesine geçmiştir. Eski Türkiye’yi korumaktan öte, yeni bir Türkiye istemektedir. Bu niteliği, bu devrimci potansiyeli fark edemeyen, ister istemez kenara itilecektir.

- Bazıları Haziran Ayaklanması’nın bir orta sınıf hareketi olduğunu söylüyor. Veriler daha netleştikçe daha isabetli analizlerde bulunabiliriz; ama gördüğümüz ve yaşadığımız kadarıyla bunun klasik bir orta sınıf hareketinin ötesine geçtiğini tespit edebiliriz.

Bir kere harekete rengini ve ruhunu verenler 90’larda doğmuş ilkgençliklerini yaşayan insanlar. Artık neredeyse kasabalara kadar yayılmış olan üniversitelerde ve liselerde okuyan gençler. Harekette, üç büyük kent dışında öne çıkan illerin birer üniversite kenti olması (örneğin Eskişehir) bunun bir kanıtı. Bu gençlerin çok büyük bir bölümü mezun olduklarında ya emekleriyle geçinecekler ya da işsizler ordusuna katılacaklar. Öte yandan kentlerin varoşlarında ikamet eden işçi ve işsiz gençler de harekete yoğun olarak ve en önde katıldılar. Dolayısıyla hareketin başını çeken (öğrenci, işçi, işsiz) gençleri, orta sınıf veya küçük burjuva olarak değil, Türkiye emekçilerinin en radikal bölümü olarak tespit etmek gerekir. Başta Çarşı olmak üzere harekette müthiş bir yer edinen taraftar grupları da esas olarak bu kesimlerden oluşuyor.

Klasik orta sınıf kalıbı içinde ifade edilen meslek sahibi insanlar (öğretmenler, hekimler, avukatlar, mimar ve mühendisler, esnaf ve zanaatkârlar, küçük işletme sahipleri, emekliler vb.) da hareketin kitleselleşmesinde rol sahibi oldular; hatta öncüleri aracılığıyla harekete yön de verdiler. Bunlar, son yıllarda vahşi biçimde uygulamaya konan neo-liberal politikalardan en fazla zarar gören ve eski nispeten ayrıcalıklı konumlarını yitirmiş kesimler. 2007’deki Cumhuriyet hareketinin tabanını da bu insanlar oluşturmuştu. Bu kesimlerin büyük bir bölümünü de artık, orta sınıf olarak değil, işçi sınıfının, daha doğrusu emekçilerin içinde değerlendirmek gerekir.

Şimdiye kadar yeni orta sınıf olarak tabir edilen, yeni gelişen sektörlerde (hizmet, iletişim, bilişim, reklam-pazarlama, medya) çalışanlar da hızla klasik orta sınıfların kaderini paylaşmıştı. Neo-liberal politikalar sayesinde zenginleşebileceklerini ve ayrıcalıklı bir konum elde edebileceklerini sanan, dolayısıyla geçmişte AKP’yi de destekleyen bu kesimlerin büyük çoğunluğu hızla bunun bir hayal olduğunu görmeye başlamışlardı. Ya işlerini kaybettiler ya da çok düşük ücretlerle köle gibi çalışmak zorunda kaldılar, emekçi kesimlerin özgün bir bölümü haline geldiler. Haziran eylemlerine yoğun olarak ve kendilerine özgü entelektüel renklerini vererek katıldılar. (Artık) eski muhafazakâr-liberal ittifakın çatırdamasında bunun büyük bir rolü vardır.

Türkiye’nin klasik işçi sınıfı, sanayi proletaryası, esas olarak örgütlü biçimde değil ama tek tek bireyler ve mahalle ahalisi olarak harekette yerini aldı. Ülkenin en büyük işçi konfederasyonlarından DİSK harekete katılmasına karşın etkisiz kaldı, Türk-İş ise kıpırdamadı. Dolayısıyla işçi sınıfımızın harekete henüz karakterini verdiğinden söz edemeyiz. Sendikaların neden bu kadar etkisiz kaldıkları özel olarak incelenmeye değer.

Kadınlar harekette özel bir yer edindiler. Genç kadınlar ve emekçi kadınlar zaten ön saftaydılar. Fakat Türkiye çapında müthiş bir tempo tutma eylemi (tencere-tava korosu) gerçekleştiren ev kadınlarının da hakkını vermek gerekir. Ev kadınları da emekçi halkın özel ve oldukça radikal bir bölümü olarak değerlendirilmelidir. Gezi Parkı’nda direnen çocuklarına sahip çıkan “analar eylemi” de harekete müthiş moral veren göz yaşartıcı bir eylemdi.

Aydınlar, sanatçılar ve akademisyenler de eylemlere kendi renklerini vererek katıldılar. Hareket, gidişattan memnun olmayan ve iktidar ile arasına sınır koyan üst orta sınıflardan, hatta büyük burjuvazinin bazı kesimlerinden bile destek buldu.

Toplam olarak bakıldığında, Haziran Ayaklanmasını bir orta sınıf hareketi olarak değil, bir emekçi ve emekçi çocukları hareketi (kısaca halk hareketi) olarak tanımlamak daha doğru görülmektedir. Radikalliği, kendi gücüne güvenen tavrı ve kararlılığı da bunu gösteriyor. Haziran eylemleri bu niteliğiyle de eski Cumhuriyet hareketinden farklılıklar gösteriyor. Daha doğrusu, Cumhuriyet’ hareketinin alt sınıflara, emekçi kesimlere, gençlere, varoşlara ve taşra kentlerine de yayılmış, çok daha geniş kesimleri kapsamış, dolayısıyla geleceğe uzanma karakteri ve hedefleri itibarıyla da farklılaşmış hali.

- Bütün bu insanlar, bu kadar geniş ve farklı kesimler, tek bir hedef doğrultusunda neden ayaklandılar? Ne istiyorlardı?

AKP iktidarının halkın yaşam tarzına ve yaşam alanlarına yönelik kaba ve ısrarlı müdahalelerine tepki ve özgürlük talepleri öne çıkmış görünüyor. Fakat bu, hareketin, kent merkezlerinden kenar mahallelere, hemen hemen tüm kentlere, hatta köylere kadar genişleyen yaygınlığını ve patlamanın ardındaki birikimi göz ardı etmek, sadece bir fotoğraf çekmek olur. Bir olay olur ve insanlar sokağa dökülür; ama o insanların sokağa çıkmaktan başka bir çare bulamamış hale gelmiş olmaları gerekir. Yaşam tarzı ve yaşam alanları savunusunun ve özgürlük taleplerinin altında iktisadi nedenler yatar. Bazı hareketler direkt iktisadi taleplerle yükselir; bazen de ekonomik kaygılar kendini ideolojik ve kültürel talepler biçiminde gösterir. Aslında bu görünüm hareketin iktisadi bir temeli olmadığının değil, kendisini oldukça rafine bir biçimde ifade ettiğinin göstergesidir.

Bu konuyu uzmanlarına bırakalım, zaten yazmaya da başladılar; gelecekte çok daha ayrıntılı analizler çıkacaktır. Fakat yoğunlaşmış gelecek kaygısının (işsizlik kaygısı ve daha iyi ve özgür bir yaşam özleminin engellenmesi) özellikle gençlerin sokağa dökülmesinde esas etken olduğunu; meslek sahibi insanların eski konumlarını kaybederek sınıf düştüklerini; aşırı vergilerin ve büyük AVM’lerin küçük esnafın elini kolunu bağlayıp iflasa sürüklediğini; esnek üretimin, taşeronlaştırmanın ve örgütsüzleştirmenin çalışanlar içinde yoğun bir işsizlik kaygısı yarattığını; başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerin yeniden yapılandırılması üzerinden sağlanan ranta dayalı sermaye birikimi politikalarının, yoksulların ve emekçilerin giderek kent merkezlerinden kentin kenarlarına sürülmesine yol açtığını vb. belirtmeden geçmeyelim. Bütün bunlar emekçilerin boğazını sıkan iktisadi süreçlerdir ve bu büyük patlamayı doğuran birikimin unsurlarıdır.

- Harekete damgasını vuran 90 gençliği çok eleştirilmişti. Onlar internet kuşağıydılar, saatlerce bilgisayarın başından kalkmazlardı, asosyaldiler, doğadan uzaktılar. Bireyciydiler, dayanışmayı bilmezlerdi, salt bireysel kurtuluş peşinde koşarlardı. Apolitiktiler, ülke yansa umurlarında olmazdı. Haksızlıklara karşı duyarsızdılar. Cahildiler, aptaldılar, kitap okumazlardı; bilimden, felsefeden, sanattan, edebiyattan anlamazlardı. Sola, toplumcu düşüncelere kapalıydılar. Örgüt düşmanıydılar, disiplinsizdiler, zora gelemezlerdi. Hayata müdahale etmeyi, mücadele etmeyi bilmezlerdi; dayanıksızdılar, kırılgandılar, depresyon kuşağıydılar. Hayal kuramazlardı, ütopya nedir bilmezlerdi, geleceği kurmayı düşünmezlerdi, günlük hazlar peşinde koşarlardı. Korkaktılar, zoru görünce boyun eğerlerdi. Kuram bilmezlerdi. Saygısızdılar. Doğru dürüst Türkçe konuşamazlardı. Vb., vb… Kısacası kayıp kuşaktı 90 doğumlular. Bunlar büyüyünce nasıl bir Türkiye’de yaşayacağız diye sızlanıp dururduk aramızda.

Bütün bu eleştiriler yerle bir oldu! Bu kuşağı hiç anlamadığımız, hiç kavramadığımız ortaya çıktı. Sanal dünyalarından gerçek dünyaya, sokaklara, meydanlara, nasıl, nerede, ne zaman biriktirdikleri anlaşılamayan inanılmaz bir zenginlikle sökün ettiler.

Sanırım toplumbilimciler, siyaset bilimciler, deneyimli sosyalistler, profesyonel örgütçüler, bu kuşağı anlayabilmek için yepyeni analiz yöntemleri keşfetmek, yepyeni kavram dizgeleri oluşturmak, yeni bir toplumbilim ve sosyalizm anlayışı geliştirmek zorundalar. Belki de alışageldiğimiz kavramsal kalıplara sığmadıkları için onları bu kavramların dışına itiyoruz. Belki de klasik politika yapma kalıbımıza uymadıkları için onlara apolitik diyoruz; klasik örgütlenme modellerimize sığmadıkları için onlara örgüt düşmanı, disiplinsiz diyoruz; bildik mücadele yöntemlerimizi kullanmadıkları için onları pısırık, korkak, dayanıksız diye yaftalıyoruz; klasik toplumculuk anlayışımıza uymadıkları için onları bireyci diye suçluyoruz… Belki de dünya değişmiş, toplum değişmiş, bizim haberimiz yok! Sanal diye suçladıklarımız, belki günümüzün gerçeği de, biz sanal bir geçmişte kalmışız!
Veya bütün bu eleştirilerimizde haklıyız da, tek bir şeyi ıskalamışız: Eylemin ve hareketin dönüştürücülüğünü. Belki de bu gençler, eylemli olarak bir araya geldiklerinde içlerindeki cevher de ortaya çıkıyor. Fakat bu cevheri görememek daha da acınası bir durum. Demek ki devrimci bir bilim yapmıyoruz, devrimci bir sosyalizm anlayışı geliştirmiyoruz; sadece fotoğraf çekiyoruz. Demek ki Marie Curie gibi bir ton balçık içindeki bir gram radyumu damıtamamışız; Einstein gibi atomun içindeki muazzam enerjiyi keşfedememişiz.

Örneğin, bu kadar farklı kesimlerin bir araya geldiği bu kadar geniş bir hareket müthiş bir akıl sergileyebildi. Son derece deneyimli bir kurmay heyetinin dahi zor bulabileceği yöntemler geliştirebildi. Polisin öldürdüğü arkadaşlarını anmak için toplandıklarında, bir ay boyu kendilerine gaz bombası atan, su sıkan, coplayan polislere karşı “Acınız acımızdır. Komiser Mustafa Sarı ölümsüzdür” pankartı açabilmek ne muhteşem bir akıldır! Saatler boyu “Katil polis!” diye haykırmaktan çok daha etkili bir yöntem…

Örneğin, ancak 500 bin kişi giderek Taksim’i yeniden zapt edebiliriz diye tartışırken, sırt çantasını alıp Taksim’e çıkan “duranadam”ın tek başına meydanı zapt edişi ne olağanüstü bir eylemdir! İşte m=1 ve E=mc2!

90 gençliğinin bir tweet ile birkaç saat içinde yüz binlerce kişiyi bir araya getiren bir örgütü var! Biber gazı bulutları içinde “Biber gazı oley” diye bağıran ve polisleri çaresiz bırakan cesaret idolleri var! Mizahı ve eğlenceyi karşısındakinin elini kolunu bağlayan müthiş bir direniş aracı olarak kullanan bir gençlik… Gezi Parkı’nda binlerce kişinin oluşturduğu ve günler boyu süren, parayı bile ortadan kaldıran akıl almaz bir komün… Klasik sol örgütler hâlâ tartışadursun, bayrağı ve Atatürk’ü yenilmez bir silah olarak kullanan güzelim bir gençlik… Akıllı telefonları müthiş bir silah olarak kullanan bir hareket… Daha binlerce örnek…

90 gençliğinin aklı, zekâsı, sağduyusu, farklı örgütlülüğü, mücadele ve eylem yöntemleri, geniş cepheciliği, dayanışması, cesareti, fedakârlığı incelenmelidir. İncelenmelidir, çünkü bu kuşak devrim yapacak, bu kuşak yeni Türkiye’yi kuracak. İncelemeyen, kavrayamayan Tayyip olur!
Sözün özü Türkiye gençliği geleceğine el koymuştur. Kendi kaderini kendi ellerine alacağını ilan etmiştir. Ve bu müthiş bir gençliktir. Böyle bir gençliğin kuracağı ülkede uzun yıllar yaşamak isterim doğrusu. Kim yaşamını Gezi Parkı Komünü gibi bir ülkede geçirmek istemez?

- Bütün bunlara ek olarak daha tartışılacak çok şey var. Bu hareketin Kürt sorununun çözümü için ortaya çıkardığı olanaklar başlı başına bir tartışma konusu. Sosyalist solun bu hareketi kapsayabilecek bir programı ve örgütlenme modelini nasıl geliştireceği can alıcı bir sorun. Muhafazakâr-liberal ittifakın geleceği bir başka tartışma alanı. Türkiye’deki hakim sistemin (sadece AKP’nin değil) bu hareketi soğurup soğuramayacağı, böyle rezervlerinin bulunup bulunmadığı yakıcı bir tartışma konusu. Hareketin önümüzdeki siyasal süreçlere nasıl müdahil olabileceği bir başka mesele. Türkiye devriminin yolu üzerine bu hareketten alacağımız esin diğer bir konu.

Ayaklanmanın dünya çapındaki yansımaları, bölge ve dünya devrimi için ortaya çıkardığı olanaklar esaslı bir tartışma konusu.

Heyecanlıyız, bir büyük patlama yaşadık ve aklımız tıkır tıkır işlemeye başladı. Birdenbire önümüze hızla çözümlenmesi gereken yığınla sorun çıktı. Yaşanan pratik yıllar boyu yaptığımız birçok kuramsal tartışmayı bir anda anlamsız kıldığı gibi, önümüze yığınla gerçek kuramsal sorun çıkardı. Onlarca kapak konusu önümüzde duruyor. Böyle bir derginin çalışanları olarak daha ne isteyebiliriz ki… Çok işimiz var. Böyle bir ülkede toplumbilimci olmak, bilim dergisi çıkarmak ne güzel bir şeydir!

- Son olarak bir kişisel not: Bir ay boyunca onlarca eyleme katıldım. Bazen işi gücü bırakıp yanımdaki gençleri izledim, kendi gençliğimle onları karşılaştırdım. Ben, öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül’ün acısını yaşamış bir kuşaktan geliyorum. Başlarda onlar gibi eğlenemedim, hep bir tedirginliğim, çekingenliğim vardı. Ya üzerimize bomba atarlarsa, öyle etkisi on dakikada geçen gaz bombası falan değil, adam gibi bomba… Aklımda 16 Mart 1978 katliamı… Öyle plastik mermi falan değil, vızır vızır gerçek mermi ile tararlarsa… Aklımda 1 Mayıs 77. Defalarca Taksim’e çıktım, ama bir gözüm Sular İdaresi’nde, bir gözüm otelin üst katlarında… Ya yanı başımda arkadaşlarım kurşunlanırsa… Ya beyaz bir otomobil insanları tarayarak geçerse… Gaz bombaları atıldığında Kazancı Yokuşu’na kaçamadım. Ya otobüsleriyle sokağı kapamışlarsa, ya onlarca insan ezilirse orada… Ya silahlı güruhlarını Maraş’ta, Çorum’da yaptıkları gibi üzerimize salarlarsa… Dikkat diyordum, aman diyordum, sakin olun diyordum hep… Ta ki, Kadıköy’den yüz binlerce insanın kopup gelip kendini Boğaz Köprüsü’ne vurduğu ana kadar. İşte orada koptum, bıraktım o kahrolası özkontrolümü, koyuverdim kendimi, coşkun akan bir ırmağın parçası oluverdim.

Yüz binlerce insan hep bir ağızdan bir slogan bağırıyordu ya: “Şerefine Tayyip, şerefine Tayyip!”.

Ben içimden başka bir slogan haykırdım:
“Şerefine Kenan, şerefine Kenan!”

İçimdeki 12 Eylül’ü öldürdün ya 90 gençliği, helal olsun sana!

Yaşasın yeni Türkiye! Yaşasın güzel yurdum! Tarihin çöplüğüne 12 Eylül! Yaşasın yeniden kazandığım gençliğim!

Ender Helvacıoğlu 
1 Temmuz 2013
Kaynak; bilimvegelecek.com.tr