İtaatsiz: Masumiyet mumyası – Dilaver Demirağ

20 gün boyunca Türkiye’yi konuşturan gezi direnişinin yükselen dalgaları çekilirken dumanlı havayı koklayanlar da bu süreçte bir iç savaş koparıp buradan bir darbe çıkarma telaşı ile sürecin başka bir yere evirilmesi ıstırabı ile yanıp tutuşmaktalar. Bunun olup olmayacağı büyük oranda Hükûmetin demokrasi talebi ile kendi zihninde ürettiği Turuncu devrim vehminden kaynaklanan şeddidliğinden vazgeçebilmesine bağlı. Ancak direnişin kalbinin kırık olduğunu da söylemeden geçmek olanaklı değildir. Bu kalp kırıklığı ne yenilmek, ne de ezilmek ile ilgili. Her direniş yenilebilir, İktidarın büyük baskısı ile ezilebilir ama bir direnişin başına gelecek en kötü şey onun içinin boşaltılmasıdır. Bu anlamda Gezi Parkı ile başlayan İsyan ne yazık ki bu direnişi meşrulaştırma çabası ile onun içini boşaltan merkez medya programcılarının, siyasi ya da sosyolojik analizleri ile bir isyan olma özelliğini de, direniş olma niteliğini de kaybederek masum bir çevre talebinin içinde boğulmakta. Söz konusu iç boşaltarak mumyalama eyleminin nev zuhur liberal sol cenahtan gelmesi de hiç rastlantı değil. Kendi adıma Başbakanın direnişçilere Çapulcu demesi onlara düşmanlık geliştirmesi onu masumiyet sargılarıyla saran medya söylemlerinden çok daha anlamlı ve iyidir. Başbakan bu analistlerden çok daha iyi anladı bu direnişi. Bu direniş tam da gençlerin Başbakana dönük isyanları ve ayaklanmalarıydı. Başbakan oradaki gençlerin kahır ekseriyetinin gözünde faşizan bir baskıyı sembolize eden bir liderdi. Bunu gerçekçi bulmanız ya da bulmamanız direnişçilerin hiç umurunda değildi. Gençler tam da Soytarının görevini yüklenen ve bu anlamda Edward Said’in entelektüel için yaptığı İktidarın yüzüne hakikati söylemek görevini icra eden doğrucu Davut’tular, dokuz köyden kovulmak bahasına doğruyu söylediler. Başbakan da bu masumiyet terörizminden çok daha iyi bir şey yaptı, kendisine dönük başkaldırıya devlet dili ile cevap verdi, direnişi ezdi. Böylece de onlara onurlarını geri vermiş oldu.

Başbakan’ın çok büyük bir ustalıkla oynadığı İktidar Satrancı karşısında şaşkına dönen destekçiler önce bir sendelediler. Sonra kendilerine verilen yumuşama ve diyalog Afyon’unun etkisi ile “ee Başbakan daha ne yapsın, mahkeme kararına saygı gösterecek çıkan karara uyacağız, lehimize karar çıkarsa da halka gideceğiz” dedi, “daha ne yapsın, bu eylemi sürdürmek artık anlamlı değildi” dediler.

Ama anlaşılmayan bir şey şuydu gençler, kendileri için ölenlerin kanı üzerinden onların kanı kurumadan, dahası bu ölümlerin hesabı sorulmadan, kendilerine büyük bir devlet zoru ile saldıran polise bu zorbalık emrini verenler siyasi sorumluluğu üstlenmemişken, İktidar ile pazarlı masasına oturmayı çok onursuz buldular. Tam da bu yüzden uzlaşmaya, kendilerine uzatılan diyalog buketine sarılmaya hazır görüşmecilerin tavsiyelerinin zıddına “hiçbir yere gitmiyoruz, buradayız bizi sökecekse İktidar söksün” biçiminde anlaşılan “direnişimiz daha yeni başladı hiçbir yere gitmiyoruz direnmeye devam edeceğiz” sözünü söylemiş oldular. Reel Siyasetin labirentlerini, burada dönen bin türlü pazarlığı düşündüğümüzde bu tavır akılla izah edilemeyecek bir çılgınlıktı. Davud’un Calludla savaşı gibiydi. Devlet denen dev karşısında o incecik ve narin bedenleri ile direnen gençler neydiler ki, gerçekten de gençlerin İktidar tarafından lanse edildiği gibi devlete fiziki güç anlamında meydan okuyacak durumu yoktu. Ezilmeleri çok kolaydı ve öyle de oldu.

Velakin gençler için kendilerine saldıran, kendilerini ezmesi için polis gücünü üstelik de tüm fiziki ezme gücü ile üzerlerine salan İktidarla pazarlığa oturmak, ezilmekle, yenilmekle kıyaslandığında çok daha yeğlenesi değildi. Onlar, iktidarla pazarlığa oturmuş onursuzlar olmak istemiyorlardı, tam da bu yüzden pazarlık yapan yerine yenilmiş asi olmayı seçtiler.

Bu anlamda onlar medyanın onları yansıttığı gibi ağaçlar için meydana inmiş ağaç ve yeşillik manyağı idealist gençler değillerdi, onlar tam da Başbakanda cisimleşen otoriterliğe başkaldıran asilerdiler. Bu bakımdan geziye ruhunu verenler aslında adı konmamış, bilinçle tanımlanmamış kendiliğinden doğal Anarşistlerden başka bir şey değildiler. Onlar Mustafa Kemalin Askeri de herhangi bir otoritenin de askeri de değillerdiler, çoklukla aktif pasifizm biçiminde bir direniş sergilemeyi tercih eden asilerdiler.

Asilere Çiçek Verin

Tam da bu yüzden kalpleri kırık, çünkü onlara bu hak teslim edilmedi, onlardan anti-otoriter asi olma hakları esirgendi, masumiyet ilaçları ile içleri boşaltılıp mumyalandılar. Evet, eylemlerinin başlangıç noktası doğa korumacıydı, ama sadece parktaki yapılanmaya değil HES’lerden Nükleer Santrala kadar doğayı yok eden tüm AKP tarzı kalkınmacılığın karşısında yer aldıkları için onlar çevreci değil ekolojisttiler, hem de asi birer ekolojist. Onlar sadece içki yasaklarına değil “yasaklamak yasaktır” ifadesinde hayat bulan belki de Deleuze’nin “İktidar hayatı hedef aldığında, hayatın kendisi iktidara direniş olur” vecizesinde dile gelen hayatı daraltan, onu kısıtlayarak çekilmez kılan tüm müdahalelere isyan eden bir özgürlük tahayyülüne de sahiptiler. Bu bakımdan gezi gençlerini İşçi Partisinin gençlik örgütlenmesi olan TGB ile karıştırmak hata olur, onları isyana sürükleyen temel saik Başbakan’ın Atatürk ve İnönü’yü ayyaş sayan yaklaşımından ibaret değildi, onları isyana sürükleyen yıllardır giderek daha fazla hissedilen Polis baskısı, mahkemelerin gençleri mahkûm eden baskıcılığı vb. gibi devletin baskı aygıtlarının gündelik hayata dönük faşizanlaşan baskısı, gündelik yaşamı giderek muhafazakârlaştıran İktidarın yaşam tahayyülüydü. Alanlarda olurken Kürtajdan GDO’ya dek hayatı etkileyen, bedeni disipline eden tüm hayat egemen siyasetin (biyopolitik) uygulamalarına itiraz ediyorlardı, devletin onun bireyselliğini sınırlandıran tüm müdahaleleri içlerinde bir zehirli birikim yapmıştı ki bunun adı sosyolog Schillerde hayat bulan hınç kavramıydı.

Malum hınç bastırılmış bir öfkeden doğan bir kızgınlıktır, ama basit bir kızgınlıktan öte öç alma duygusunu da içerir. Ressentiment, (hınç) ağırlıklı olarak o an hizmet edenleri ve tahakküm altında olanları, otoritenin verdiği sıkıntılara karşı nafile bir hınç duyanları kapsar. Nafiledir çünkü hınç her zaman bir devrimle sonuçlanmaz, bu bakımdan sınıf kini olmakla birlikte bu kin kendini ifade edemediğinde yani boşalamadığında kişiyi içten içe zehirler. Bu bakımdan hınç duygusu karşısında en önemli şey bu duygunun dışa çıkabilmesidir. İktidara yönelmiş gösteri, protesto hakkının vücut bulması bu öfkenin birikmesini engeller, ama bu boşalım engellendiğinde ise kızgınlık intikamcı bir nitelik kazanır. Bu bakımdan eylemler sonrası açığa çıkan öfke, bu öfkeden gelen şiddet aslında bu hıncın İktidarı yakıp yıkma duygusunun bir tezahürüydü. Her gösteriyi gaz bombaları ile dağıtan. Göstericilere ölçüsüz şiddet olarak yansıyan devlet terörü gezi parkında patladı diyebiliriz. Orada hakikaten parkın yok edilmesine, bir kamusal alanın özelleştirilmesine ve yurttaşlara kapatılmasına yönelik protestonun bir kez daha devlet terörü ille boğulması karşısında” yeter söz özgürlüğün ve isyanın” diyen bir tavırla insanlar meydana birikti ve bu birikime gazla, TOMA ile müdahale edilmesi öfkeyi ve öfkeli kitleyi büyüttü. Oradaki yıkımın sonradan yaratıcı bir söylem patlamasına yol açması, otoritenin mizah ile değersizleştirilmesi ise bu eylemin farklı niteliğinden doğmaktaydı.

Geçici Otonom Bölge

Parkın işgali Sonrası ise muhteşemdi. Otorite ve itaat kültürü ile biçimlenmiş olanların tersine Park bir geçici otonom bölge, özerk komün haline dönüştü ve somut olarak devlet olmaksızın da yaşanabileceğini, asayişin sağlanabileceğini, insanların pek ala da diğerkâm olabileceği gösterilmiş oldu. Gezi Parkı bir anda Lacondom ormanları haline geldi.

Gezi Parkı artık bir squattı. Squatt batıda boşaltılmış, özel mülk niteliğinde ama kiralanmayarak boş tutulan yerlerin işgal edilerek birer komüne dönüştürülmesiydi. Bu kez işgal edilen İstanbul’un ortasında yer alan bir parkın işgal edilerek bir işgal evine dönüştürülmesiydi olan. Ve insanlar hayat alanların savundular. Bir Anarşist sitede yazılan ve benim de memnunlukla alıntıladığım gibi her gün polislerin karşısında ezilen, aşağılanan gençler, onları taşlayarak ve küfrederek onurlarını geri kazandı.

Eğer Sosyalistler, Kemalist Ulusalcılar buraya kendi damgalarını vurmasa İstanbul ahalisi “Anarşi” ile tanışmış olabilecekti. Forumlar, ardından halk meclisleri ile park başka türlü bir demokrasinin soluk alıp verdiği bir kamusal alandı. Fotoupulos’un Dâhili Demokrasi tespiti, Michael Albert’in katılımcı ekonomisi, Arendntin yaratıcı bir kuruculuk olarak eylem tezi, Negri’nin çokluk kavramı, Agamben’in Gelmekte Olan Cemaat kitabında sıkça vurguladığı alışılmış olana aykırı düşen, benzemezlik, temsil edilemezlik olarak tekillik kavramı ve daha birçok son yılların gözde teorileri burada vücut buldu. Bu bakımdan gezi hiç tahayyül edilmeyen kısa süreli bir devrim oldu, adeta Mahkno’nun Ukrayna’da ki Komünü gibi kısa bir kibrit alevi gibi parladı ve sonra Türkiye’nin Neo-Con “Bolşevikleri” tarafından ezildi.

Gezi ezildi ve hatta yenildi, ama “mağlup sayılır bu yolda galip” sözüne uygun biçimde hafızalarda bu ülkenin 68 başkaldırısı olarak hatırlanacak bir süreci, eylem ve direniş tarihimizde sosyalist solun lügatçesinde hiç olmayan başka tür bir direnişi, hatta onların hiçbir vakit hayata geçiremedikleri bir otonom bölge deneyimini de bizlere armağan bıraktı. Bize düşen görev ise bu gençlerin bıraktıkları isyan bayrağını alıp başka şekillerde sürdürmek ve yenilmiş asilere de bu yolla bir çiçek vermek olmalıdır.

Dilaver Demirağ
22 Haziran 2013
Kaynak; itaatsiz.org