O muhteşem 31 Mayıs gecesinde Türkiye’de tarihin akışı hızlandı hızlandı, Usain Bolt misali depara kalktı. Derken moda tabirle “büyük resmi” gören, ana tekstin bekleyişi içine girildi. Hafta sonu, ücra kanallarda Mehmet Metiner benzerlerinin, “Cumhuriyetçi elit bürokrasinin son çırpınışları, Ergenekon’un yeni oyunu” meyanında, kapsama alanı zayıf, zeka pırıltılarının yanına uğramadığı zikir ayinleriyle geçti.
3 Haziran akşamı, Ahmet Hakan’ın “Tarafsız Bölgesinin” startıyla flu manzara netleşmeye başladı. Kısa bir şaşkınlığın ardından, Birikim dergisinin yazı kurulu toplantısına değil, CNN ekranlarına bağlandığımızı hatırladık. Daha geçenlerde TÜSİAD’ın Görüş dergisinde büyük sermayeyi “Türkiye’de Burjuva Olmak” konusunda irşat eden zevatın, şimdi de yeni bir ürün lansmanı heyecanı içinde bulunduğu anlaşılıyordu. Günlerdir, “her yer Taksim her yer direniş” diye sokakları inleten halk artık eyleminin tahlil sonuçlarını öğrenmek fırsatını bulacaktı. Kastta üç kadrolu (Murat Belge, Oral Çalışlar, Deniz Ülke Arıboğan), bir gönüllü (Ahmet İnsel) akil, belki söylemeye bile gerek yok, dört “yetmez ama evet” camiası mensubu görev başındaydı.
İlk düdükle birlikte, RTE’nin ne kadar kibirli, mütecaviz, mütehakkim, nobran velhasıl Birikim jargonu tüm menfi Osmanlıca sıfatlarla malul bir zat-ı muhterem olduğu beyan edildi. Bıçak kemiğe dayanmıştı. İnsanların yaşam tarzlarına müdahale edilmesine (Bunu telaffuz edenler yakın zamana kadar otomatikman Kemalist, ulusalcı diye paylanıyor, velev ki sosyalistlik iddiası taşıyorsalar kapitalizm ile derdi bulunmamakla itham ediliyordu. Neyse idrak geç olsun da güç olmasın…), cinsiyetçi bir dil kullanılmasına bir dur demek gerekiyordu. Bu saiklerle bir “haysiyet ayaklanması” gerçekleşmişti.
Bu arada “süreçte” akillik mertebesi lütfedilenlerin ilginç bir tesadüfle 31 Mayıs’ta görev sürelerinin bittiğini öğrendik. Demek ki daha çizmelerini çıkarmadan tekrar silah altına çağrılmışlar, “yeni süreçte” de rıza ve ikna mekanizmalarının harekete geçirilmesi konusunda görev üstlenmişlerdi. Gerekirse, 2002 nin 3 Kasım’ından, yani AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana süren, “çıktık açık alınla on yılda her referandumdan” marşına konu olan, “seviyeli birliktelik” bile bu kavşakta askıya alınabilirdi.
Alın Murat Belge’yi, Metin Lokumcu vakasında bile kül yutmamış, “Yalnız Hopa’daki gariban adamın bu kadar heyecanlanacağı bir durum yoktu. Biraz da yapay olarak pompalanan, ucu Ergenekon’a uzanan bir gerginlikti” tespitinde tereddüt etmemişti. Daha 1 Mayıs’ta gereksiz ısrarın, “1 Mayıs’ın kutlanmasından çok, AKP’ye muhalefet etmenin çizilmiş stratejisi” olduğunu şıp diye kavramıştı. Nisan başında, “Akil Adamlar zirvesinde” mest olmuş Başbakanı dinlerken, “bu benim yıllardır düşündüğüm ve elimden geldiğince yapmaya çalıştığım şeylerin özeti gibi” sonucunu çıkarırken “aydın kompleksine” kapılmamıştı. Ne olmuşsa olmuş, kaşla göz arasında o gül (büyük harfle de yazabilirsiniz) gibi adam gitmiş, yerine bir kibir abidesi gelmişti. Üstelik adabıyla “iki akşamcı” diye tevil etmek varken, “iki ayyaş” lafıyla hiç de hazetmediği şahısları savunmak zorunda bırakmıştı.
Velhasıl Başbakan biraz üslubunu düzeltir, adabını takınır, kibrine gem vurursa, mevzu kendiliğinden hallolabilir. Yok eğer “edep yahu” ikazlarına kulak asmazsa yerine beyefendi biri bulunur, “haysiyet ayaklanması”,” nezaket devrimi”yle son bulurdu. Çünkü Ahmet İnsel, “Tayyip istifa!” sloganında bile rejime karşı bir isyan aranmaması gerektiğini şipşak idrak etmişti. Anlaşılan vatandaşta jeton düşmüş, 1995’te %0.47 oyla mahzun ettiği YDH lideri Cem Boyner gibi rafine bir figür arayışına girmişti.Belki de boşuna değil,başbakanın Boyner’e yüklenmesi bundan. İyisi mi gelin akilden akil seçelim, en mütenasip birini Başbakan yapalım olsun bitsin…
Aman Siyasete Girmeyin!
“Haysiyet ayaklanması” tezinin arkasına dizilen Nilüfer Göle de bakın siyasallaşma tehlikesine “Aman ha!” vurgusuyla nasıl dikkat çekiyor:
“Daha önemlisi bu hareketi siyasal mercekten okumak yanlış. Meydan hareketi siyasal partilerden bağımsız, otonom olduğu ölçüde, ağaçların gölgesinde masumiyetini koruduğu sürece demokrasinin toplumsal muhayyilesini, dokusunu yenileyebilir. Tersine kendini siyasal hareket yerine koyduğu takdirde demokrasiden uzaklaşacaktır.”
Dönelim CNN ekranına, “derin tahliller” olgunluk içerisinde serdedilirken, polis Taksim meydanına ara sıcak biber gazı servisine başlıyor, koşuşturmalar sıcak sıcak yorumlanıyor :
Gördüğünüz gibi eli bayraklı örgütler meydana girince halk çareyi kaçmakta buluyor (düz okumalar ise, SDP’liler yiğitlik dürtüsüyle içeri koşarken, hazırlıksız yakalanan sade yurttaşların dışarı yöneldiğine işaret ediyor).
Özeti, akil analiz, Gezi Parkı’ndan Kayserilere, Trabzonlara kadar parada, hakta, işte gözü bulunmayan, “haysiyetinin” derdine düşmüş milyonlarca Genç Sivil kıvamında yurttaştan söz ediyor.
Halbuki, düz sol zihniyet yaşam tarzına, özgürlüğüne sahip çıkma refleksini reddetmez ama, sınıfsal çelişkileri, emperyalizm mevzuunu, İslami kadrolaşma gündemini kurcalamadan edemez, şu soruları sormaktan kendini alamazdı :
Bölge gücü olma emelleri, Suriye’de rejimi devirme planları, sınırlarımızın kevgire dönmesi, Reyhanlı’da onlarca yurttaşımızın yaşamına mal olan başıboşluk haysiyetimizi hiç rencide etmiyor mu?
Ülkede uygulanan neoliberal politikaların keskinleştirdiği gelir ve servet dağılımı bozukluğu, taşeron işçilerin perişan hali, işsizliğin tırmanması haysiyete aykırı sayılmaz mı? “Tencere tava hep aynı hava” diyor da, sahi işten atılan Hava-İş üyeleri hava mı alacak?
Çocuklarımıza zorla din dersi okutulmasını, tüm kamu kadrolarının sırf İslami referanslara göre parsellenmesini, cemaat-tarikat bağlarının yükseltmede tek kriter haline gelmesini, ayyuka çıkan sınav yolsuzluklarını bir üslup bozukluğuna bağlayabilir miyiz?
Oylamada nal topladığı halde İslamcı sicili nedeniyle, Gül paraşütüyle indirilen rektörler bilimin haysiyetini ayaklar altına almıyor mu?
Yolsuzlukların alıp başını gittiği kanaati yanlış mı? Yavuz Baydar’ın bile aşağıdaki satırlarla ifade ettiği, “enerji, inşaat, turizm, telekomünikasyon, maden v.s. gibi işlerde faal olan işadamlarının, kamu ve belediye ihalelerinde medyayı önemli bir koz olarak kullanmaları” iddiası, Erdoğan’ın müeddep bir figür haline gelmesiyle çürütülür mü?”
HES’ler adaplı, usturuplu bir Başbakanla ekolojik bir felaket kaynağı olmaktan çıkacak mı?
Hapisteki gazeteciler, KCK hükümlüleri ve Silivri sakinleri, “Başbakanım öfkesine hakim olsun da ben kaç yıl olsa yatarım” mı demeli?
Başbakan kibar bir tarzda, “Gezi’de kışla-AVM projesini rafa kaldırdım” derse, kent talanlarına, kazulet kentsel dönüşüm projelerine rıza mı göstermeliyiz?
Cumhurbaşkanı Gül’ün Başbakan gibi hiddetli bir tarzda değil de kadife sesiyle, “köprünün adı Yavuz olsun” demesi Alevilerin haysiyetini daha mı az zedeliyor?
Büyük Erdoğan’ı terbiye ettik diyelim; üniversitede, kamu bürokrasisinde, hastanelerde, okullarda başımıza çöreklenen mikro Erdoğanlar da hizaya gelecek mi?
Akil Akilden Üstündür
En beyaz saçlı akil Tarhan Erdem ise, “akil akilden üstündür” dedirtircesine teşhisi koydu ve en yaratıcı çözümü patlatıverdi: Tüm sorun, “Ak Parti Tüzüğü’ndeki 3 dönem milletvekili olanların, ara vermeden yeniden aday olamayacakları” kuralından kaynaklanıyormuş. Erdoğan sözünün eri bir yiğit olduğu için alınan karardan dönemiyormuş. (Anlaşılan Tarhan Erdem yaşı gereği sosyal medyadan biraz uzak, “Erdoğan Erdoğan’a karşı” videosunu izleme fırsatı bulamamış.) 10 yıllık bunca başarının ardından kendinin meclis dışında bırakma gibi bir lüksü var mıymış? Yatırım bütçesinin yarısını yönlendiren Binali Yıldırım benzeri biri hastalansa başka ülkelerde kabine hastanede kurulurmuş. Halbuki bu kör olası kural, onu da memlekete hizmetten men edecekmiş. Keza Ali Babacan’ı dünya paylaşamayacak, kaybeden biz olacakmışız. Öyleyse kural değişmeli, Cumhurbaşkanlığını filan unutup Erdoğan güzelim icraatlarına başbakanlıkta devam etmeliymiş. Herkes böyle akillerin kadrini bilmeli. Bakın arkalarında Tarhan Erdem misali cin fikirli akiller bulunmadığı için, Kaddafi 42, Mübarek 31, Ben Ali 24 yıllık tecrübenin ardından ülkelerine daha fazla hizmetten mahrum bırakıldılar!
No Pasaran
Erdoğan’a şiddetli bir salvo da Ahmet Altan’dan geldi. T-24 sitesinden seslendi Taraf’ın sabık yayın yönetmeni. Altına zevkle imza atacağımız, “Bu insanları yok farz eden, onların nerede içeceğini, nerede sarılacağını belirlemeye uğraşan, hangi meydanda kaç ağacın kesileceğine bile tek başına karar veren bir Başbakan’ı “sağduyuya” davet edemeyen korkaklar, bugün hakkını savunan bu halkı “sağduyuya” davet ediyorlar,” gibi düzgün cümleler kurdu. “Böylesine doğal bir nezaket, böylesine zarif bir saygı” ile betimlediğin bir şahıs 1-2 yılda Frankeştayn’a dönüşebilir mi? diye sormayacağım. Zaten “Altan Altan’a karşı” diye adlandırılabilecek tezatlıkların zengin bir menüsünü odatv.com da “Ahmet Altan Yine Piyasaya Çıktı” başlığıyla bulabilirsiniz.
Ahmet Altan’ın asıl derdinin ne olduğu yazının ilerleyen bölümlerindeki, “büyük başarılar göstererek on yılda bu halka kazandırdıklarını misliyle yok edecek”, “ülkenin istikrarıyla birlikte ekonomik dengelerini de bozacak” ifadelerinde gizli. Anlaşılan Altan’ı “endişeli liberaller” safına sürükleyen saikler, sistemin istikrarını korumak, yürüyen piyasa düzeninin devamını sağlamak;yani statüko muhafızlığı. Altan’ı da, “haysiyet ayaklanması” safına pekala yazabiliriz. Ama Erdoğan için kullandığı “tek adam faşizmi” ifadesi ister istemez, “faşizm bir usul, adap, erkan” sorunu mudur?sorusunu akla getiriyor.
Bu arada “No Pasaran” sloganıyla bir hafıza tazelemesi fırsatı yarattığı için Altan’a teşekkür edebiliriz. Gericilere, “kin, intikam, rövanş” hislerini canlı tutmak için hafıza gereklidir. Böyle saiklerle 31 Mart gerici ve şeriatçı ayaklanmasının ini Topçu Kışlasını ihya etmeye çalışırlar. Onların İttihat-Terakki ile dertleri Hürriyet-İtilafçı olmalarından kaynaklanır. Baasçılardan şeriatçıların hasmı saydıkları için haz etmezler. Bizim için ise tarih, ufkumuzu geleceğe yöneltebilmek, geçmişin hatalarından ders çıkarmak, yoldaşlarımızdan öğrenmek için önemlidir.
Bu nedenle biz sosyalistlerin belleğinde “no pasaran” Dolares Ibarruri’dir. Bizim için onun Madrid savunması sırasında öne çıkan “No Pasaran” sloganıyla somutlanan direnci, Cumhuriyetçi saflardaki cesaretli mücadelesi de değerlidir; Taksim’de hala bu dürtüyle “faşizme geçit yok” diye slogan atarız. Uzun yaşamının sonuna kadar süren Komünist Partisi’ndeki örgütlü siyasi mücadelesi de, Basklı kimliğine sahip çıkışı da. Sosyalistler için İspanyol iç savaşı enternasyonal dayanışmanın, öz yönetimin son derece zengin deneyimleri ile doludur. Ama bugün Taksim sürecinde asıl unutmamamız gereken, “Sosyalistler, Troçkistler, Anarşistlerin” bir arada duramayıp, sonunda faşistlere yenik düşmesinin acı hatıralarıdır.
Sosyalizm United
İspanyol İç Savaşı ne denli önemli dersler içeriyorsa, Gezi Meydanı’ndaki büyük taraftar barışı da o ölçüde öğretici olmalı. Öncelikle, çoğunlukla o insanların formaları dışında o meydanda geçerli bir siyasal, toplumsal, sendikal kimliklerinin eksikliği “renklerin kardeşliği”nin önünü açtı. Son tahlilde taraftar grupları gevşek de olsa bir örgüt formu oluşturdukları, geçmişte birlikte davranma pratiği yaşadıkları, slogan üretme deneyimlerini yaratıcı biçimde Gezi Parkı’na taşıdıkları için öne çıktılar. “İstanbul United” armasıyla bir araya gelebilmeleri, “bu olaylar bile bir Sosyalizm United şemsiyesinde buluşmanıza vesile olmuyor mu?” sorusuna hazırlıklı olmayı, benden söylemesi…
Örgütler Taksim’de Cirit Atıyor
Şu örgüt tartışmasında,Hem ÖDP, hem KESK-Eğitim Sen, hem de TMMOB-Makine Mühendisleri odası üyesi bir yurttaş olarak, iyisi mi aradan çekileyim, sözü Yurt Gazetesi’ndeki köşesinden Mustafa Sönmez’e bırakayım:
Bu hiç de kendiliğinden değil, planlı, sol-sosyalist aktivistlerin başarılı bir eylemidir. Nitekim, Taksim Platformu adına Ankara’ya talepleri taşıyanlara bakın; sol liberallerin, muktedirlerin, tüylerini diken diken eden Mimar Odaları, Şehircilik Odaları, DİSK, Türk Tabipler Birliği, KESK gibi Emek Platformunun temsilcileridir. Takdir edilmesi gereken şu; eyleme öncülük eden sosyalist kadrolar, direnişe hiçbir biçimde damgalarını vurmaya kalkmadılar, bunu dar örgüt, siyaset hanesine tahvil etmediler, dışlayıcı değil, kucaklayıcı oldular, önderlik sosyalistlerde olsa da buna cumhuriyetçileri, liberalleri, geldikleri kadar Kürt yurtseverleri, özellikle politikleşmeye aday gençleri katmayı başardılar. Bilelim ki, eylem politiklere önderlik sosyalistlere aittir.
Burada örgüt fetişizminden uzak durup, halkın kendi söz ve eylemiyle tüm yurda yayılan direniş dalgasına damgasını verdiğini kavrayıp, geniş kitlelerin hakkını teslim edelim. Ama daha 1 Mayıs’ta örgütlü yapılar Taksim’i zorlamasaydı, biber gazı dehşetini gözler önüne sermeseydi, muhtemelen böyle bir diriliş bu kadar tez yaşanmayacaktı. Gezi Parkı’nın en hasarlı gazisi, kendi kazdığı çukura kendi yuvarlanan Erdoğan olmayacaktı.
Bir düşünelim Taksim Meydanı’nda hepimizin yüreklerini ışıtan, zaman zaman “yoksa o Bir Gün mü geldi ?” duygusu yaşatan Deniz, İbo, Mahir imajlarının nasıl doğduğunu. Onlar sanal alemde Ben Ten, Iron Man gibi “pop ikonu” olarak yaratılmadılar, zorlu örgütsel mücadeleler sonucunda bilincimize kazındılar. “Mahir, Hüseyin, Ulaş” sloganı kendi dar örgüt kalıplarına sıkışmadan, başka örgütten yoldaşları uğruna kendi yaşamlarını hiçe sayan devrimcilerin hikayesini anlattığı için bugünlere geldi.
Gezi Parkı, kendine özgüdür, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal koşullarının bir sonucudur. Ama Zuccotti Park’tan, Tahrir Meydanı’ndan,Atina Syntgma Meydanı’ndan, İspanya’daki “Öfkeliler Hareketi” yle özdeşleşen Madrid Puerta del Sol meydanlarından da esintiler taşıyor. Onların deneyimlerini hatırlamamızı da zorunlu kılıyor. Meydanlarda, parklarda toplanılarak alternatif bir yaşamın filizlenmesi, kamusal alanın tekrar ele geçirilmesi, barış içerisinde neredeyse komünist bir toplumun laboratuarının var edilmesi önemlidir. Ama sendikaların, siyasi hareketlerin örgütsel, programatik deneyimlerine fazla kulak asmayan ruh halinin, bu meydan hareketlerinin irtifa yitirmesine yol açtığı da göz ardı edilmemelidir.
Akiller Her Zaman Haklıdır
Haklı olarak, şimdi esip üfürüyorsun da, daha geçen hafta liberallerin-sol liberallerin fişi çekildi diyen yazan sen değil miydin, özeleştiri yapmayacak mısın? diye soranlar çıkabilir. Elinizdeki yazı bir özeleştiri olarak da okunabilir. Bu tayfanın bazen “zombi” gibi ortada seğirtseler de, yeni bir “görev emriyle” tahmininizden de çabuk “reenkarnasyona” uğrayıp yaşama avdet edebileceklerini bazen kestiremiyoruz. Çünkü onları en sıkı sarıldıkları bir davada bile, alış-verişe giderken usulca ceplerine bir “değiştirme kartı” yerleştirdiklerini zaman zaman unutuyoruz. Alış-veriş demişken, “müşteri daima haklıdır” ; çünkü para onlardadır. Akillerimiz de her zaman, her durum ve şeraitte haklılardır; çünkü akıl onlardadır. Şimdi de tam bir 12 Eylül referandumu coşkusuyla kanal kanal dolaşıp, “Erdoğan’ı bile feda edebiliriz, yeter ki sistem, düzen kurtulsun,yeni satüko sürsün” diye feryat figan ediyorlar. Örgütlü gencin karşısına her fırsatta bir Genç Sivil azizi dikiyorlar.
En iyisi Akiller Heyeti’nde olduğu gibi, proje bazında, parça başı, geçici istihdam biçimlerinden kaçınmak. Pek sevdikleri “esnek istihdam” biçimleri onlara reva görülmesin, mahşere kadar kadrolu statüde görevde kalmaları kurumlaştırılsın. Halka gaz atmanın çare olmadığı anlaşılıp, evliya misali yurda dolaşıp halkın gazını almaları temin edilsin.
Madem özeleştiri sayfası açıldı, açıkça itiraf edeyim, yazıyı bağlamak konusunda tereddütte kaldım.
Metin Çulhaoğlu’nun dumanları tüten, Sol gazetesindeki 8 Haziran tarihli yazısının finali de pek uygun düşerdi :
“Ama örgü ve örgütle olmaz” diyenler çıkacaktır elbette…
Üzerlerine yalınkılıç yürümek yerine “masum” bir soruyla karşılık verilmesi yerinde olacaktır :
Karşısında durduğun, protesto ettiğin kesimlerin hangisi örgütsüz?
İktidar mı, AKP mi, sermaye mi, emperyalizm mi, polis mi?
Ama yine de bir Melih Pekdemir klasiğinde karar kıldım :
“Tarih bizi faşizme karşı örgütlendiğimiz için değil, örgütlenemediğimiz için yargılayacaktır…”
Hayri Kozanoğlu
12 Haziran 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; birgun.net