Bianet: “Gezi”-Yorum – İsmail Güney Yılmaz

Gazdan ağzım yüzüm yamulmuş şekilde Starbucks’a kendimi güç bela atabildim, neyse ki iyilikseverliği misyon edinmiş kahramanlar var ki, beni süte benzer bir sıvıyı gözlerime sıkarak kendime kısa sürede getirdiler.

eylem2

Taksim Gezi Parkı için hükümetin tasavvur ettiği rant eksenli imarî dönüşüm planlarına karşı barışçıl çevreci bir grubun başlattığı nöbete devletin polisi ve kepçesiyle sabahın köründe insana, emeğe ve doğaya dair ne bulduysa yakıp yıkarak saldırması toplumun geniş yığınlarında bir vicdan kanaması yarattı. Bu vicdan kanamasına bir pansuman gerekti ve halk biriken ve bilenen dramından damıttığı öfkeyle feveran edip yarasına iyileştirici bir şeyler aradı, bulunan ilaçsa isyan oldu.

Ben size bu yazıda Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş ve dünyadaki geçmiş ya da güncel isyan hareketleri içinde de ilginç bir örnek teşkil eden ve hâlen süren bu isyanla ilgili kendi gözlem ve yorumlarımı elden geldiğince anlatma çabası içinde olacağım. Yazının başlığını “‘Gezi’-Yorum” koydum çünkü ben alanda sadece bir eylemci olarak bulunmadım, aynı zamanda 31 Mayıs- 2 Haziran arası geniş bir alanı karış karış gezip, gözlemleyerek kafamda notlar biriktirdim. Şimdi bu birikmiş ve birbirine girmiş notları derleyip, toplayarak dost ortamlarından çıkıp çok daha geniş bir kitleyle paylaşmanın vakti geldi.

Yazının bu ilk durağında söyleyeyim bu yazı bireysel tonları ağır basan bir yazı olacak ve yazı boyunca kullanılan dil daha çok “ben” üzerinden şekillenecek. Birkaç gün önce “icraatın içinden” sıcağı sıcağına fraksiyon.org’a da konuyla ilgili bir yazı yazdım fakat söylenecek sözün çok olması beni daha geniş kapsamlı ve daha “oturaklı” bir yazıyı daha insanlarla paylaşmaya mecbur etti, bunu da bir not olarak ekleyeyim.

İsyan

Gezi Parkındaki sivil itaatsizlik eylemi bir şekilde başından beri gündemdeydi fakat hiç kimse işin buralara gelebileceğini tahmin edemezdi. Orada yapılan insafsız müdahale “patladı ha patlayacak” gibi göründüğü hiçbir düzeydeki politik kavrayışın öngöremeyeceği bir ayaklanmayı, isyanı, muhalefeti kendiliğinden ve hızla örgütleyiverdi.

AKP hükümetinin yıllardır devam eden uygulama, söylem ve politikalarının damla damla biriktirdiği ret yığınağı pek çok kesimde derinden derine büyüyen kini berkitti, bir kıvılcımla sokağa çıkan milyonlar büyüyerek tüm ülke sathına yayıldı.

Yoksulluk, işsizlik, çevre katliamları, polis devleti kimliğinin güçlendirilmesi, eğitimde yürürlüğe giren yeni sistem ve yeni gerici mevzular, “dindar”ın tam çekirdeğine işlenen kindarlık, Suriye özelinde belirginleşen sorunlu dış politika yönelimleri, kentlerdeki kâr odaklı sermayenin keyfine dönüşüm hamleleri, Roboski, Reyhanlı katliamları, alkol düzenlemesi, iktidarın kendi yaşadığı şeklin dışındaki yaşam tarzlarına küçümseyici garez şifreli yaklaşımları, her türden muhalefetin ve hak talebinin korkunç derecede rahatsız edici bir üslupla aşağılanması… ve tüm bunların yarattığı itilme ve yok sayılma psikolojisi halkın içten içe büyüttüğü “hayır”ı hükümetin vurduğu son yumrukla ayağa kaldırdı.

Ben bu noktada kabaran nefrete benzin döken son olayı asıl olarak Reyhanlı’da onlarca kardeşimizi öldüren vahşi katliam ve hükümetin bu olayla ilgili takındığı gayrı ciddi sayılabilecek tavır olarak görüyorum.

Ben eylemlere 31 Mayıs akşamı katıldım. Evimden epey uzaktaki işimden saat sekiz gibi semte dönmüştüm, sigara almak için büfeye girdim. Büfeye girer girmez büfeci arkadaşla konuşan birinin “polis üç kişiyi öldürmüş” (1) dediğini duydum, “ne!” dedim “Gezi’de mi?”. “Evet!” dediler, o şok hâliyle eve koştum, televizyonu açtım, kanal kanal dolaşıyorum eylemlerle ilgili tek bir haber yok! Sonra tesadüfen Halk TV’yi buldum, eylemleri, özellikle Taksim’i gösteriyordu. Kısa bir seyirden sonra toparlanıp minibüse atladığım gibi Şişhane’ye çıktım, oradan da doğru İstiklal’e. Dokuza doğru İstiklal’deydim, tablo şu şekildeydi, caddenin meydana açılan ağzından Tünel’e kadar sonlara doğru seyrelse de hıncahınç bir insan kalabalığı… Ortalık görece sakindi, bir çatışma ya da müdahale o an için yoktu, insanlar slogan atıyorlardı. Atılan bazı sloganlardan yaşanan eylemin ne tür bir olay olduğu belli oluyordu, buralara sonra değineceğiz.

Ertesi sabah yani cumartesi günü “sırtım ağrıyor” bahanesiyle işe gitmedim ve doğru Taksim’e çıktım. Odakule’den TRT’nin arkasına çıkan bölgede birikmiş bir kalabalık vardı, nasibime razı olup, onlara katıldım. Bölgeye girer girmez polisin kitleye attığı gaz bombası kapsülüne “Didieeerr Drooogbaaa!!!” diye bağırarak tekme atan genci görünce çok değişik bir şeyin içine düştüğümü kısa sürede anladım.

Kitleyi oluşturan insanların çoğu ne 1 Mayıslardaki; ne 6 Kasımlardaki; ne de öteki vurdulu kırdılı eylemlerdeki insanlara benziyordu. Hatta oradaki “halkımızın yüzünü güldüreceğiz!” modundaki tek klasik, bıyıklı ve asık suratlı eylemci bendim!

Üstteki sokağımız İstiklal’di, orası tarihinin en kalabalık gününü yaşıyordu. Biz bir yukarı çıkıyor, bir polisin gazlı müdahalesiyle aşağıya geri iniyoruz derken epey bir saat sonra, önce kitlenin içinden bir arkadaş bağırdı: “Arkadaşlar polis çekildi, kitle meydana giriyor!”. Önce tabiî biz bir şüpheyle baktık, sonra başka insanlar da aynı şeyleri söyleyince ve İstiklal’deki kitle de meydana doğru ilerlemeye başlayınca biz de oradan bir üst sokak olan İstiklâl’e çıkıp sloganlarla meydana doğru ilerlemeye başladık. Fakat polis geri çekilirken de Allah ne verdiyse gaz attığı için insanlar bayağı kötü etkilendiler. Ben gazdan ağzım yüzüm yamulmuş şekilde Starbucks’a kendimi güç bela atabildim, neyse ki iyilikseverliği misyon edinmiş kahramanlar var ki, beni süte benzer bir sıvıyı gözlerime sıkarak kendime kısa sürede getirdiler. Fakat kullanılan gazın daha öncekilerden daha beter, daha yakıcı ve sersemletici olduğunu belirteyim.

Yüz binlerce insan meydana büyük bir coşkuyla girdi, ben fazla durmadım, o saatten sonra benim için işin “gezi/gözlem” ayağı başlamıştı.

Ne Gördüm?

Bugün de devam eden Türkiye tarihinin en büyük katılımlı, en yaygın ve en etkili eyleminin bileşenleri olan insanlar fazlasıyla heterojen bir yapı arz ediyorlar. Devrimcisinden, çevrecisine, politik Müslümanına, anarşistine, şovenistine, Kürt yurtseverine, lümpenine kadar birbirleriyle pek alakâlı olmayan pek çok grup ve kişi bir araya gelmiş, gevşek bir “ittifak” hâli yaratmış durumdalar. Fakat sanırım isyanın içindeki en kalabalık grubu medyada daha çok “apolitik” diye tanımlanan -kimse apolitik değildir, ancak “şey”ler apolitik olabilir- cumhuriyet, Mustafa Kemal, laiklik konusunda müşterek duyarlılıklar taşıyan demokrat eğilimli militan Kemalist/statükocu olmayan ve daha önce herhangi bir eyleme pek katılmamış gençler oluşturuyor. Eylemlerde geniş ya da dar katılımlarla kullanılan sloganları yazıp isyanın çok sesli durumuna bir özet çıkaralım isterseniz:”Hükümet İstifa!”, “Faşizme Karşı Omuz Omuza!”, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz!”, “Allah, Ekmek,Özgürlük!”,”Türkiye Laiktir, Laik Kalacak!”, “Tek Yol Devrim!”, “İsyan,Devrim,Anarşi!”,”Velev ki ibneyiz!”,”Ya Allah Bismillah Allahuekber!”, “Titre Oligarşi Parti-Cephe Geliyor!”, “Hepiniz Orospu Çocuğusunuz!”, “Güle Güle Tayyip!”,”Esrar,Afyon,Devrim!”, “Tribünler Bir Oldu, Cümle Âlem Göt Oldu!”, “Sosyeteye Hizmet, Cemaate Hürmet,Emekçiye Şiddet, İbne Çevik Kuvvet!”,”Şerefine Tayyip!”, “Y…… Ye Tayyip!”, “PKK Halktır, Halk Burada!”…

Alanlarda yükselen bu sloganlar, hem sokaklara akan yüz binlerin kimler olduğunu hem de sokağın rahatsızlık ve taleplerini açıkça gösteriyor. Pek çok güzellik yaratan ve kazandıran, dünyada müthiş bir ilgiye ve desteğe mazhar olan (2) bu büyük ayaklanma hâlinin heterojenlik, örgütsüzlük ve hedefi tam olarak belli olmayan süreğen kargaşa durumu gerçeğinin ortaya çıkardığı bazı çirkinlikler de söz konusu. Ve bu çirkinlikler ne yazık ki çok rahatsız edici boyutlarda.

Eylemin olumsuz yanlarının başında İP’li, Türk Solu dergisi çevresinden ve CHP tabanının bir kısmından şoven insanların görünürlüğünün fazla olması geliyor. Bu kadrolar isyanın ilerici niteliğini tavsatıyor ve mücadelenin kazanımlarının coşkusuna gölge düşürüyorlar. Olayların merkezi olan Taksim’de küçük gerginlikler dışında grupların kendi içinde hiç şiddet olayı yaşanmasa da, hatta eliyle bozkurt işareti yapıp desteklerini sunan gençlere hiç kimse “önce o elini bir indir kardeş” demese de, çevrede pek duyulmayan saldırılar gerçekleşiyor. Örneğin Eskişehir’deki protestolarda zırt pırt İstiklal Marşı okuyan ulusalcı faşistler marş okunurken ayağa kalkmayan devrimcilere saldırıyorlar. Ve benzer olaylar farklı illerde de gerçekleşiyor.

Bunun dışında ulusalcı gruplar çok yaygın olmasa da, hatta eylemlerin içinde de önemsenir miktarda İslâmcı ya da mütedeyyin bulunsa da, çeşitli şekillerde inkar edilse de bazı yerlerde ne yazık ki gerçekten baş örtülü, çarşaflı ya da sarıklı cüppeli insanlara saldırıyorlar, yakın çevremden biliyorum bunu. Yani sözde kendi yaşam tarzlarına yapılan müdahalelerden duydukları rahatsızlıktan alanlara çıkmış olan bu gruplar, başka insanların yaşam tarzlarına tecavüz etmekte ve saygı duymamaktalar.

“Provokasyon” denilip duruluyor, işte asıl provokasyonu, televizyonlarda vesaire çeşitli yazar ve sanatçıların bizzat devletin diliyle “radikaller”, “marjinaller” diye yaftaladığı yoksulların bankamatiklere, çok uluslu şirketlerin vitrinlerine yönelttikleri şiddet değil, eylemlerin bir parçası olan ulusalcı şovenlerin kendisi gibi olmayan vatandaşlara karşı bu nefret yaklaşımları yaratır. Bu yüzden bu gruplar kesinlikle mücadeleden tecrit ve tasfiye edilmeliler diye düşünüyorum.

Olayın bir diğer itici yanı lümpen yığınlar ve onların başta İstanbul olmak üzere, yurdun dört bir yanında alanlarda tekrarladıkları, duvarlara yazdıkları küfürlü sözler. Tamamen toplumsal cinsiyetin kalıplarından beslenen bu somut küfür gerçeği bir hayli post-modern kokan bu isyanın çekilme ve çekince yaratan yönlerinden biri. Yani alanda savaşan bir sürü demokrat ibne (3) ve muhtemelen daha az sayıda olan hayatını fuhuşla kazanan insan varken, bu insaf, îzan bilmeyen küfürler de nesi, kimin işine yarıyor?! Eylemlere çoluğu çocuğuyla, eşiyle gelen insanların içinde “y…… ye Tayyip” diye bağırmanın ne anlamı var?

Yani bu büyük ve onurlu ayaklanmadan geriye İstanbul’un göbeğindeki her köşe başındaki duvarları kaplayan küfürler “hatıra” kalacak da çok iyi bir iş mi becerilmiş olacak?! Tribünlerdeki maço holiganizmini, -taraftar gruplarını kast ediyorum- kendi içinde barışarak toplumsal bir devinimin tam böğründe sağa sola çarpan bir kızkaçıran gibi güya hükümete tepki biçiminde yeniden üretmek de ne oluyor?

Bu büyük olayın içinden büyük ve ilerletici bir dönüşümle ulusalcı klik ve lümpen yığınlar dışlanmadan ya da bunlar dönüştürülmeden çıkılamaz. Ulusalcıların en azından bir yığın olarak dönüştürülmesi imkânsız olduğuna göre geriye “kazanılabilir” olarak tam olarak neye karşı olduğu belli olmayan bir öfkeden mürekkep lümpenler kalıyor, bu gruplar için çaba sarf edilebilir elbet.
Ve biz eğer buradan ileriye doğru somut bir adımla çıkamazsak netice hükümetin, devletin işine yarayacaktır. AKP’nin içine düştüğü ve “işte buradan kaçamazlar” denilen pek çok büyük beladan nasıl kazanarak çıktığının yakın tarihte birçok örneği mevcut. Bu yüzden daha dikkatli,özenli ve kendiliğindenliği artık organize edip net bir hedefe yöneltme odaklı aktif bir siyaset güdülmeli diye düşünüyorum.

Demek istediğim Türk bayraklıyı, Mustafa Kemal posterliyi alanla almayın değil, buna hakkımız da yok, gayemiz de bu olmamalı zaten. Tabiî ki isteyen bayrağıyla gelecek, isteyen İslamî ya da başka dinlerden figürleri kullanacak. Bu bir sosyal olay, bir toplumsal ilerleme hareketi, biri Gezi Parkında demokratik bir karnavalı örgütlerken, öteki Gazi’de, Ankara’nın göbeğinde devletin acı kuvvetine karşı çatışarak direnecek. Yürüyen herkesin Leninist ya da anarşist olmasını hiç kimse beklemiyor sanırım. Fakat bir asgarî müşterek olmalı, işte bu asgarî müşterek de Marksisti, anarşisti, sosyal demokratı, politik Müslümanı, Kürdü, Ermenisi, cumhuriyetçisiyle, kadını, erkeği, eşcinseli, yoksulu, kentlisi, köylüsüyle anti-kapitalist, anti-emperyalist ve mutlaka anti-faşit bir eksendir. Bu eksen sağlamlaştırıldıktan ve kaymadıktan sonra isteyen Atatürk posterini kapsın, isteyen Öcalan bayrağını dalgalandırsın, isteyen “Şampiyon Beşiktaş!” diye bağırsın, isteyen de Kuranı, İncili tebliğ etsin dilerse, bu fakirin gözünde hepsi birdir, umudu sarıp, sarmalayıp, büyütendir. (İGY/HK)

(1) Bu “haber” 31 Mayıs’ta çok duyuldu. Ancak şu ana kadar İstanbul ve Antakya’da olmak üzere hayatını yitirdiği açıklanan iki kişi var. Bunun dışında Ankara’da beyin ölümü gerçekleşen bir devrimcinin olduğunu biliyoruz. Ve tabiî ki çok sayıda ağır yaralı ile bir uzvunu -özellikle de gözünü- kaybedenler söz konusu.
(2) Wikipedia’da “chapuling” diye başlık açıldı, Zargan’a da aynı adla sözcük eklendi. Daha örnek vermeye gerek yok ki, destek ve ilgi muazzam, şaşırtıcı.
(3) İbne kelimesi Arapça “ibn” (erkek çocuk, oğlan) kelimesinin sonuna yine Arapçada dişil yapan son ek olan “e” konmasından mütevellit Türkçeye özgü bir türev. Özünde kaba bir kelime olduğunu düşünmüyorum.

İsmail Güney Yılmaz
7 Haziran 2013
Kaynak; bianet.org