Özgür Üniversite: Devrimi bugün yeniden düşünmek – Fikret Başkaya, Gün Zileli

gunzileli-fikretbaskaya

Gün Zileli

“Devrim söz konusu olduğunda asıl değişiklik, geniş halk kitlelerinin bilincinde ortaya çıkan kopuştur… O bir bilinç sıçraması ve kopuş ânıdır, yeni bir perspektife giden yolun aralanmasıdır… Bir başlangıçtır…Orada söz konusu olan bir silkinme, kopuş ve özgürleşme eylemidir… Bir kere o eşik aşılınca, artık yeni bir döneme girilmiştir ve uzunca bir zamana yayılan mücadeleler süreci başlamıştır. Fakat mücadele sürekli yükselen düz bir çizgi üzerinde yol almaz. Yükselişler-düşüşler, kısmî-zaferler ve yenilgiler, moral bozuklukları ve umudun yeniden yeşerdiği anlar birbirini izler… Bu yüzden devrim bir anda başlayıp-biten bir şey, anlık bir toplumsal olay değildir. Modern dönemin tarihi, söylemek istediğimin sayısız örnekleriyle doludur.”

Benim Sitede de dün yayımladığın yazında böyle demişsin. Eh bu noktadan ilerleyebiliriz herhalde. Bir anlamda bu, bizim seninle yürüttüğümüz “Devrimi Yeniden Düşünmek” sohbetimizin bugünkü olağanüstü gelişmeler ve devrimci durum ortamında, yeni deneylerden de yararlanarak sürdürülmesi de olabilir.

Bugün nasıl bir eşik aşıldı sence?

Fikret Başkaya

24 Ocak- 12 Eylül 1980 Türkiye’nin tarihinde bir kırılma noktasıydı. Elbette bu sadece Türkiye’ye mahsus bir şey de değildi. II. Emperyalistler arası savaş sonrasında [1939-1945] golabal olarak, dünyanın her yerinde, emekçi sınıflar, ezilen halklar, “yeryüzünün lânetlileri“ lehine bir tablo ortaya çıkmıştı. Tabii her yerde aynı yoğunlukta değildi. Bu kapitalizmin tarihinde bir ilkti ve ilk defa sermaye sınıfı [oligarşi cephesi], tavizler vermeye, “uyumlanmaya” zorlanmıştı. Süreçin devamı güç ilişkilerini kalıcı olarak değiştirme istidadı taşıyordu. Velhasıl küresel oligarşi kendini güvende hissetmiyordu. Ve 1980’den başlayarak karşı-saldırıya geçtiler. İşte bilinen neoliberal ekonomik ve sosyal politikaları dayattılar. Batı’da, emperyalist ülkelerde işçi sınıfını püskürttüler, Türkiye gibi kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan rejimleri de yeniden kompradorlaştırdılar. Global olarak emekçi sınıfların durumu bu dönemde daha da kötüleşti. Başka türlü ifade edersek, sosyal kötüleşme derinleşti. Tabii ekonomik – sosyal plandaki saldırının siyaset alanındaki karşılığı baskı ve şiddetin derinleşmesi, diktatörlerin, “Üçüncü Dünya faşizmleri” denilenlerin sahne almasıydı. Velhasıl kitleler kapsamlı bir saldırıya maruz kalmıştı. Fakat kapitalizmin her ileri aşaması sadece daha çok sömürü, daha çok baskı, insanî-sosyal kötüleşme demek değil, aynı zamanda ekolojik tahribat da demek… Ve bu ikisinin diyalektiği bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkardı. Şimdilerde yükselen muhalefeti, halk hareketlerini, devrimleri, direnişleri bu geri planı dikkate almadan, anlamak mümkün değildir…*

Saldırı-karşı saldırı diyalektiği diye bir şey var. Aradan tam 33 yıl geçti ki, bu bir yüzyılın üçte biri. Şimdilerde insanlar artık işlerin iyiye gittiğine, gideceğine olan inançlarını kaybediyorlar. Kaybetmeleri için de sayısız neden var. Dolayısıyla şu veya bu spesifik şeye itiraz değil söz konusu olan. 40 insana itirazının nedenini sorsan, 40 farklı gerekçe söyleyebilir ama son kertede itiraz bunların tamamının dışa vurumu olarak tezahür eder. Hepsinin orak bir geri planı vardır. Velhasıl geçerli paradigma çökmüş bulunuyor. Öyle bir eşiğe gelindi ki, insanlar bu rotada artık daha fazla ilerlemenin mümkün olmadığı duygusuna kapılmaktalar. Çocuklarının kendilerinden daha kötü yaşayacağı “inancı” yerleşmekte. Ve bu bir vehim değil bir gerçeklik… Her şey kötüye giderken başka türlü olabilir mi? Kritik eşik dediğim işte bu. Genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıktı. Burjuva uygarlığı yolun sonuna gelip-dayandı. İnandırıcılığı, oyalama ve aldatma yeteneği aşındı. Taksim Gezi parkı olayları ne birkaç ağaç için, ne de yeni- Osmanlıcı komprador AKP iktidarının şu veya bu yasağına karşı başladı. Elbette Kuzey Afrika’daki Amerikancı Müslüman Kardeşler iktidarlarının Türkiye’deki benzeri olan bu hükümet her kesimden insanı bezdirdi ama itiraz onun politika ve pratiklerini aşan bir geri plana da yönelik. İtirazın, direnişin, ayaklanmanın sadece görünür nedenlerine bakarak bu olup-bitenleri anlamak mümkün değildir. Taksim’de başlayan direniş yeni bir dönemin başlamakta olduğunun habercisi…

G.Z.

Ve bu yeni dönem, öyle sanıyorum ki, seninle eskiden beri üzerinde konuştuğumuz devrim paradigmasında da önemli bir değişiklik yarattı. Daha doğrusu, bu değişikliği pratikte ortaya koydu. Artık kahraman devrimciler ya da öncü örgütler değil de sahnede doğrudan kitleler var. Ama bu kitleler, eski devrim paradigmasına göre algılanan renksiz, kokusuz, takipçi bir kitle değil. Yani kahramanın ve baş rolde olanın kendisi kitle bu sefer. Eski öncü örgütler o kahramanı izlemek zorunda bu yeni dönemde. Üstelik bu kitle, sanırım yine yeni devrim paradigmasının bir göstergesi olarak kişiliksiz bir kişilik değil. Bizzat yaratıcı bir kitle. Ve bu kitle ilk kez bireylerden oluştuğunu ortaya koyuyor. Artık herkes kahramandır, herkes öncüdür. Dolayısıyla hiç kimse akil ya da öncü değildir. Yani Mao’nun sözünü değiştirerek söyleyecek olursak, “gerçek kahraman bireylerdir.” Bu muazzam bir değişikliktir. Bu devrimin birçok yönü üzerinde konuşacağız ama istersen bu noktadan devam edelim öncelikle…

F. B.

Bugün geçerli retorik ve pratikler sanayi kapitalizmi paradigmasının retoriği ve pratiği. Şimdi o dönem kapanmakta. Bir paradigma iflas bayrağını çektiği zaman, çöküş tüm unsurlarını, tüm bileşenlerini angaje eder. Zemin çöktüğünde veya kaydığında, bu, o zeminin üstündeki her şeyin artık geçersizleştiği, işlevsizleştiği anlamına gelir. Geride kalan yaklaşık 200 yılda Batı’da geçerli siyaset pratiği “temsili demokrasi” denilene dayandı. Ona Batı demokrasisi de deniyor. Aslında temsil diye bir şey hiçbir zaman olmadı. Siyasi partiler, seçim ve parlamento, oradan çıkan hükümetlere dayalı sistem, kitleleri oyunun dışına atmanın bir aracıydı. Bir seçim ve temsil oyunuydu. Asıl iktidar her zaman oligarşinin iktidarıydı. Elbette bunu söylemek, demokrasiye asıl ihtiyacı olan kitlelerin demokrasi mücadelesini küçümsemek, hafife almak değildir. Daha önce de yazdığım gibi, oligarşi bazı hakları, o hakların “kullanılmasının” artık şeylerin seyrini değiştirmesinin mümkün olmadığına ikna olduğunda tanıdı. İnsanlar oy kullanıyor ama kullanılan oyun bir değeri, bir karşılığı yok. Oy kullanmak bir oyuna dâhil olmak, yani oyuna gelmekten ibaret… Birinci mesele bu.

İkincisi, kapitalizme, burjuva iktidarına, oligarşiye karşı mücadele eden sol muhalefet, hiçbir zaman örgütlenme bahsinde açıkça alternatif bir model geliştirmeyi akıl etmedi. Burjuva örgüt modeli esas alındı ki, anlayış aşağı-yukarı şöyleydi: Bu araç benim elimde iyi iş görür… Binlerce yıllık geleneksel örgüt modeli alternatif bir toplum oluşturma hedefine hizmet edebilir miydi? Örgütün, lideriyle anıldığı, karizmatik liderliğin matah bir şey sayıldığı bir durum söz konusuyken, hiyerarşik ilişki modeli geçerliyken, bizzat örgütün kendisi anti- demokratik iken, oradan eşitlikçi- özgürlükçü-katılımcı, velhasıl demokratik bir toplum düzeni çıkar mıydı?

Üçüncüsü, sömürüden, hiyerarşiden, toplumsal eşitsizlikten arınmış bir toplum, bir uygarlık densin, özgür bireyleri varsayar. Başka türlü ifade edersek, gerçek yurttaşı varsayar. Yurttaş bilincini varsayar. Muhtemelen bizdeki yurttaş kelimesi Fransızca’daki citoyen’in karşılığı olarak kullanılıyor. Bilindiği gibi, citoyen adı üstünte sitenin [devletin] sorunlarıyla, kamusal işlerle, velhasıl politikayla ilgili olan anlamındadır… O aktif bir bireydir… Geçerli durumda yurttaş egemenler cephesi tarafından tanımlanıyor. Deniyor ki, “herkes kanunlar karşısında eşittir”… Şimdi öyle denince öyle olması mı gerekiyor. 72 milyar dolar serveti olanla köprü altında yaşayan nasıl kanunlar karşısında eşit olacak? Bir kere bu o kanunları yapanların milyarlarca-milyonlarca dolar serveti olanlar cephesi olduğu anlamına gelir. Sen onların yaptığı kanunların karşısında nasıl eşit olacaksın? İşte oy hakkı, ifade özgürlüğü… Hem suyun başı dar bir oligarşi tarafından tutulmuş olacak ve hem de senin oyun, senin sözünün, itirazının, eleştirinin bir kıymet-i harbiyesi olacak! Bu tam bir saçmalıktır. Aslında bunlar içi-boş, iğdiş haklardır. Asla şeylerin seyri üzerinde belirleyici olma ihtimali ve potansiyeli yoktur! ABD’de nerdeyse 200 yıldır ifade özgürlüğü var da bu zaman zarfında ne değişti? Tabii söylediklerim bir yanlış anlamaya mahal vermemelidir. Elbette yasalar karşısında eşitlik ve ifade özgürlüğü önemlidir ama hangi zemin üzerinde konuştuğun da önemlidir.

O halde iki şey: Birincisi, senin de söylediğin gibi, son 100-150 yılda geçerli muhalefet yapma tarzı ve örgüt modelinin bir işe yaramadığı artık ortaya çıkmış bulunuyor; Ve ikincisi, her şeyi en iyi bilen lider ve liderlik, önderlik saçmalığının ve son tahlilde burjuva devlet ve işleyiş modelinin sol bir retorik altında devam ettirilmesi dönemi artık kapanmalıdır. Örgüt adlarının liderin adından sonra geldiği durum aşılmalıdır. Tam katılımın esas olduğu, “bir bilenin” olmadığı örgüt modelleri pekâlâ mümkündür. Tarihte her devrim öncesi ve devrim dönemlerinde son derecede işlevsel ve etkin örgütlenme biçimleri ortaya çıktı. O halde tarihsel devrimci anlarda, şurada, burada ortaya çıkanı kalıcılaştırmak ve daha da geliştirmek neden mümkün olmasın. Jean Jacques Rousseau boşuna “irade devredilebir değildir” demiyordu! Velhasıl “temsil” üzerinde kafa yormak gerekiyor… Gezi Parkı’nda yaratılan “durum” bize bu işin pekâlâ mümkün ve uygulanabilir olduğunu gösteriyor. Galiba yapılacak iş o kadar da zor değil, bütün mesele “kopuşla” ortaya çıkanı sürekli hale getirip- getirememekle ilgili. Bir yolunu bulup geri dönüşü engellemek kritik öneme sahip…

G.Z.

Evet, geri dönüşü engellemek gerçekten de önemli. Ve gördüğüm kadarıyla insanlar bu kazanımların farkındalar ve geri de vermek istemeyeceklerdir. Fakat burada bir başka sorun var. Eski devrim paradigmasına ve eski örgütlenme biçimlerine yöneltilen eleştiriler, hem yeni anlayışlara yatkın arkadaşlar, hem de eski örgütlenme anlayışını bugün de devam ettirmek isteyen arkadaşlar tarafından yanlış anlaşılıyor. Zıt fikirdeki bu iki kesim arkadaş da, bu tür eleştirileri eski örgütlerin tasfiyesi olarak algılıyor. Birinci gruptakiler buradan giderek âdeta yeni tür bir apolitizmi kutsamaya yönelirken, ikinci kesimdeki arkadaşlar da kırgın ve kırılgan bir eski savunuculuğuna yöneliyorlar. Oysa bence bu yanlış. Yani yeni devrim paradigmalarının ve dolayısıyla yeni ve hiyerarşisiz örgüt anlayışlarının ortaya çıkması, eski tarza göre örgütlenmiş örgütlerin tasfiyesi anlamına gelmemeli. Ayrıca, içinde yaşadığımız yeni devrimci durumda bu eski tür örgütler de pekâla işlevsel kılınabilirler. Yani eldeki eski malzeme çöpe atılmadan devrimci durumun yararına işlevsel kılınmalıdır demek istiyorum.

Ayrıca eski tür örgütlenmelerin de yaşanan durumdan hiç ders çıkartmadıklarını sanmayalım. Benim istanbul’daki Gezi Parkı hareketi içinde gözlemlediğim kadarıyla, eski tür örgütler kendilerini yeni durumu uydurmak için bir hayli çaba gösteriyorlar. Örneğin, kendi örgüt propagandalarına doğal olarak devam etmekle birlikte, hem birbirlerine hem de oradaki klasik örgütlerin dışındaki aktif devrimci kitleye son derece saygılı davranıyorlar. Yani o eski tür hegemonya çabaları oldukça törpülenmiş durumda. Elbette onları buna sevk eden devrimci durumun eğiticiliğidir. Bir kere böyle yaparlarsa çok fena tecrit olacaklarını görüyorlar; ikincisi, onlar da yeni durumdan çok şey öğreniyorlar. Kaldı ki, yeni eğilimlerin temsilcisi arkadaşların apolitiklik tutumunda da büyük kusurlar var, bunu da görmek gerekir. Politikaya ilgisiz kalırsan politika timsahı gelir seni yer. Yani burjuva türü politikaya karşı olmak demek apolitik olmak demek değildir. Elbette onlar da kendi deneyimleriyle bunu göreceklerdir. Şu anda her şey çok yeni, her şey gün be gün yaşanarak öğreniliyor. Devrimin eğitici hızı muazzam.

Sekiz dakikalık bir video dolaşıyor ortalıkta. Gezi Parkı’ndaki bir serbest forumda çekilmiş. Her isteyen söz alıp iki üç dakika kadar konuşuyor. Neler var neler… On sekiz yaşında bir genç kalkıyor ve ben Cuma gününe kadar bir faşisttim, polise neden vur emri verilmiyor diyordum. Üç gündür burada hareketin safındayım. Hepinizden özür diliyorum. Yaşasın halkların kardeşliği diyor. Yaşlıca bir kadın onun omzuna vurarak, aferim evladım, diğer arkadaşlarını da getir diyor. Eşcinsel hareketinden bir genç, eşcinsel olduğunu açık açık anlatıyor ve taleplerini söylüyor. Onu alkışlayan insanlara bakıyorsun. Bu insanlar hareket başlamadan önce bu genci dinleselerdi herhalde döverlerdi, diye düşünmekten alamıyorsun kendini. Yani hareket kitleleri ve bireyleri öyle muazzam bir hızla eğitiyor ki, bu hıza insan şaşıp kalıyor. Bu noktada şunu sormak istiyorum sana. Dediğin gibi, geri gidişe izin vermemek gerekir ama bir yandan da hızla devrime akan bu insanların kalıcı örgütlenmeleri için bir şeyler yapılması gerekmez mi? Bunu söylerken sübjektif çabaya çok önem atfediyormuş gibi görünmek istemem ama hareket bir süre sonra geri çekildiğinde ya da güç toplamak üzere dinlenme moduna girdiğinde bu potansiyel nasıl bir örgütlenme içinde kendini diri tutabilir?

F.B.

Bir yanlış anlamayı bertaraf etmek önemli. Zira yanlış anlama konusunda ısrarcı olanlar var. Bu da söyleneni ve söylenmek isteneni muğlaklaştırıp- saptırıyor. Mesele örgüt olacak mı, olmayacak mı meselesi değil. Örgüt nasıl olacak, nasıl olursa amaca hizmet edebilir? Soru bu ve biz de diyoruz ki, geçerli örgütler ve örgütlenme modelleri ekseri sorunlu. Elbette örgüt vazgeçilmez, aksi halde hiçbir çıkış yolu, hiçbir kurtuluş umudu ve tabii insanın ve toplumun özgürleşmesi, emansipasyonu mümkün değildir. Örgütler bürokratikleşme, yozlaşma, asıl amaca yabancılaşma virüsünden nasıl uzaklaşacak? Rotadan sapmadan, mücadele ettiği, değiştirmek-dönüştürmek istediği sisteme benzemeden nasıl var olacak, yoluna nasıl devam edecek? Bütün mesele bu. İnsanlar bu güne kadar ne başarmışsa örgütlü oldukları, örgütlenebildikleri, örgütlü bir güç olarak egemenler cephesinin karşısına çıkabildikleri için başarmışlardır. Mutlaka örgüt olacak, zira insanlar, bırakın kendilerini sömüren, ezen, aşağılayan bir egemen sınıflar koalisyonuna karşı mücadele etmeyi, her zaman ve her koşulda örgütlü olarak yaşayabilirler ve bir şeyleri başarabilirler… Sonuçta örgüt ilişki değil midir? O halde amaca uygun, etkin bir örgütlenme modeli geliştirmek, hayata geçirmek ve etkinleştirmek de gayet mümkündür. Eğer bir yerde bir sorun, bir aksilik, bir yanlış olduğunu tespit edebiliyorsan, durumu anlayabiliyorsan, yani durumu kavrıyorsan, zaten onun çözümüne giden yola da girmişsin demektir. O zaman geride kalan dönemde geçerli örgüt modellerinden farklı bir şey yapmanın yolu da açık demektir…

Elbette, senin de söylediğin gibi, böyle bir tercih yapmak demek, geride kalanı külliyen yok saymak, inkâr ve mahkûm etmek demek değildir. Aslında bu bizzat kendini de inkâr etmek anlamına gelir… Orada olumlu olan, yararlı olan ne varsa ona mutlaka sahip çıkacaksın. Eleştirerek aşacaksın, daha da olgunlaştıracaksın… Her alanda olduğu gibi örgütlenme sorununda da eleştirel aşkınlık vazgeçilmezdir. Aksi halde “çocuğu leğendeki kirli su ile birlikte atmak” gibi bir aymazlıklık söz konusu olur. Bir kere apolitik eğilimleri bir kalem geçmek gerekir. Apolitik olmak demek benim bir iddiam yok demektir. Bu yurttaş olmaktan da istifa etmek demeye gelir. Bir de tabii politikadan, politika yapmaktan ne anlaşıldığı da önemlidir. İnsanlar ekseri politika dendiğinde, oligarşinin hizmetindeki kaşarlanmış profesyonel politikacıların yaptığını anlıyor… Oysa asıl politika tam da onun dışındaki alanda yapılması gerekendir. Politika bir meslek olduğunda, zaten politika olmaktan da çıkıyor ve kendi misyonuna ve varlık nedenine yabancılaşıyor. Politik faaliyet dar bir oligarşinin iktidarını ihya etmek için mi, yoksa tam da öyle bir egemenlik biçimini aşmak için mi yapılacak? Eğer amaç verili durumu aşmaksa, o zaman seni oraya götürecek örgütün de o amaca uygun olarak dizayn edilmesi gerekir ve bu mümkündür… Örgüt sorununu tartışmaya başladığında bir kere işe profesyonelliği mahkûm ederek başlayacaksın. Hangi amaç söz konusu olursa olsun, profesyonelliğin olduğu bir örgütle asla yeni bir dünya kuramazsın. O zaman en iyi koşullarda yönetenleri değiştirebilirsin ama yöneten-yönetilen ilişkisi başka biçimlerde var olmaya devam eder…

G.Z.

Zaten pratikte de muazzam örgütlenme örnekleri ortaya kondu. Hem de halkla bütünleşerek. Sadece gönüllü sağlık hizmetlerinin, sedyesiyle, ilacıyla vb. örgütlenmesi bile bunu göstermeye yeter. Şimdi bu örgütlenme örneklerini süreklileştirmek, sadece bir kalkışma anına bağımlı olmaktan kurtarmak, özinisiyatifi dayanan örgütlenmeleri alabildiğine yaygınlaştırmak zamanıdır diye düşünüyorum. Bu konuları daha çok konuşup tartışacağız ama mücadelenin ve devrimin perspektifi açısından senin yazının sonundaki aşağıya alacağım satırları çok önemli görüyorum.

“Aslında Gezi Parkıyla başlayan süreç bir dönemin sonunu ve yeni bir başlangıcı temsil ediyor. Türkiye’nin 200 yıllık ‘muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma’ perspektifinin sonunu ve yeni bir paradigmaya açılan yolu işaret ediyor. Zira bir sürdürülemezlik tablosunun ortaya çıktığına şüphe yok… Bütün ışıklar kırmızıya dönmekte… İnsanlar artık kendilerine anlatılan hikâyeyi dinlemek istemiyorlar. Kendi hikâyelerini kendileri anlatmak istiyorlar. İtilip-kakılmak, aşağılanmak, horlanmak istemiyorlar… Sanıldığı gibi itiraz sadece hızla otoriterleşip tek adam rejimine, tuhaf bir polis devletine dönüşmekte olan, neoliberalizm şampiyonu, yeni- Osmanlıcı AKP hükümetine karşı değil. Her geçen gün geleceklerini daha çok karartan, yaşamı anlamsızlaştıran geçerli paradigmaya itiraz ediyorlar. Bu yüzden sokaklardalar, bu yüzden rejimin kolluk güçlerine ve yalan cephesine karşı direniyorlar. Aslında önlerindeki asıl engelin bu rejimin polisi olmadığının da farkındalar… 33 yıllık 12 Eylül sonrası dönem artık kapanmakta… Son tahlilde bu bir haysiyet mücadelesidir ve insanlar belirli bir eşik aşıldığında artık ‘eskisi gibi yaşamak’ istemiyorlar.”

Bu satırlardan benim anladığım, ulusalcıların kısıtlamak istediği gibi bu mücadele, cumhuriyeti kurtarmak ya da “liberallerin” tarif etmeye çalıştığı gibi “demokrasinin sınırlarını genişletmek” değil, çok daha köklü bir emansipasyonun başlangıç adımıdır. Bunu biraz daha açar mısın?

F.B.

İki türlü muhalefet yapabilirsin. Yaptığın muhalefet düzen içi muhalefetse bu şeylerin seyrini değiştirmez. En fazla bir kaç rötuş yapılır. Mesela bir siyasi parti hükümeti yerine diğeri geldiğinde, değişen sadece üsluptur. Oligarşi bu tür manevraları büyük bir başarıyla yapabiliyor. Eskiyen yüzleri değiştirerek, işte önceki adamlarını feda ederek yola devam ediyor… Bir başka muhalefet de geçerli paradigmayı aşmak, şeylerin zeminin değiştirmek, “farklı bir şey” yapmak için yapılabilir. Bu başarılı olursa orada devrim olmuş demektir. Benim orada söylemek istediğim şu: Artık geçerli paradigma iflas etmiştir. Bu son derecede açık. O zaman sen verili durumu, geçerli olanı tamir etme, sürdürme yeteneğini de kaybettin demektir. Başka türlü söylersek, verili durumda hareket marjın yok demektir. Artık geçerli zemin üzerinde kalarak, eskisi gibi yola devam etme dönemi kapanmış bulunuyor. Bunun örneğini biz son iki on yıldır yaşıyoruz. Artık düzen içi muhalefetin kitleleri aldatma/oyalama yeteneği yok. Mesela Avrupa’daki duruma bak, mesela Fransa’ya bak, işte Türkiye’ye bak… Sarkozy’nin yerini Hollande aldı, bir miligram değişiklik oldu mu? AKP’nin yerini başka bir düzen partisi alsa ne, ne kadar değişebilir? Hangi parti hükümet kurarsa kursun az-çok aynı şeyi yapacaktır. Yapmaya mecbur olduğu, başka türlü yapamadığı için… Farklı bir şey, başka bir şey yapma yeteneği yok da ondan… Neden? Çünkü ayağının altındaki zemin kaymış bir kere… İşte “paradigmanın iflası” dediğim bu… Ne ulusalcılar ve de benzerleri mevcut olanı aşacak bir perspektife sahip değil. Liberallere gelince, iflası derinleştiren onlar olduğuna göre, yıkımın ve sürdürülemezliğin asıl sorumlusu onlar olduğuna göre, onların hiç şansı yok… Zira yangına körükle gidiyorlar… Liberallerin demokrasinin sınırlarını genişletmeleri asla mümkün değil. Tam tersine attıkları her adım, sınırlı demokrasi kırıntısını da yok etmek zorunda. Zira, başka türlüsü artık mümkün değil. Bu yüzden söylemlerinin hiç bir kıymet-i harbiyesi yok. O zaman yüzümüzü ileriye, mevcut olanın ötesine çevireceğiz. Ve onun da zamanı geldi… Yapılacak şey de az-çok belli: Neyi, nasıl üreteceğiz, nasıl bölüşeceğiz, nasıl tüketeceğiz, nasıl yaşayacağız… Uzun lafın kısası, sıra, benim Yeni paradigmayı oluşturmak dediğime gelmiş bulunuyor…

Gün Zileli- Fikret Başkaya söyleşisi
17 Haziran 2013

Kaynak; ozguruniversite.org