Sekiz ay önce Türkiye daha önce hiç görmediği bir isyanı izledi. Sıradan bir yaz günü, bir araya gelmeleri imkânsız görünen insanlar sokakları doldurdu. Türkiye hiç sokak hareketine katılmamış ‘yeni orta sınıf’ gençleriyle tanıştı. Gezi sürecinin Türk siyasetini değiştirmesi kaçınılmaz.
Gezi olayları iki farklı, fakat birbirleriyle ilişkili toplumsal sorunun üstüste gelmesiyle ivme buldu. Bunlar uzun dönem gelişmelerle birlikte ortaya çıkmış rahatsızlıkların sonucuydu. Böyle durumlarda hep olduğu gibi gücü elinde tutan, dolayısıyla da değişime şüpheyle bakan tarafın katı tutumu ortamı gerdi ve şikâyetler toplumsal harekete dönüştü.
Gezi konjonktürü iki ayrı muhalefet ve mücadele potansiyelini bir araya getirerek ideal bir mücadele ortamı yarattı ve Türkiye tarihinde görülmemiş düzeyde bir halk hareketi oluşturdu. Bu hareket iktidarı karşısına almasına rağmen alıştığımız nitelikte bir devleti ele geçirme hareketi değildi.
Hükümetin sürdürmekte olduğu politikaları daha şiddetle ve ikna kaygısını göz ardı ederek, muhalifleri aşağılayarak uygulamaya kalkmasına karşı bir tepki niteliğindeydi. Demokrasi ve kamusallık anlayışlarında belli aralıklarla sandığa gitmekten öteye bir katılım talebi olan insanlar kendi haysiyetlerini savunmak için sokağa döküldüler.
Dubaileşen İstanbul
Sözünü ettiğimiz rahatsızlıklardan ilki ve görünürde olguları doğrudan tetikleyeni, İstanbul’a, kentin sahiplenilmesine ve iktidar tarafından dönüştürülmesine ilişkin. 2000′lerden beri İstanbul’un yeniden yapılanmasına yönelik, yukardan aşağıya ticari soylulaştırma diyebileceğimiz bir politika uygulanıyor.
İktidarın gönlünde yatan bir kent temizliği söz konusu: Deprem riski, kültürel hazinenin korunması ve sergilenmesi, turizm potansiyelinin artırılması gibi argümanlarla kente kapsamlı bir dönüşüm dayatılıyor. Kent giderek kendine özgü dokuyu, kültürü ve tanımlanması zor ‘ruhunu’ kaybediyor. İstanbul’da yaşayan insanlar bildikleri, sevdikleri, alıştıkları mekânlardan vazgeçmek durumunda kalıyorlar; aynılarını dünyada yüzlerce şehirde görebilecekleri AVM’ler, yüksek iş merkezleri, siteler, rezidanslarla dolu bir curcunanın içinde hapsoluyorlar. Bu olgu, yaşadıkları yerler dönüşüme (yani yıkıma) maruz kalan Romanlar, yoksullar, dışlanmışlar için de geçerli; sinemaları, caddeleri, ormanları, parkları tehdit altında olan, Dubaileşen şehirleri üzerinde söz sahibi olamayan orta sınıf için de.
Ticari mantığın bu vahşi taarruzuyla yaşamak durumunda olanların itiraz için gidebilecekleri hiçbir merci yok.
Piyasanın tahribatını sınırlaması, yaşam alanlarını koruması beklenen, şehirlinin kaygılarını cevaplaması gereken siyasi otorite tam tersine iktidarını ve elindeki polis gücünü hep aynı yönde, yatırımcıların tercihlerini ve ticari mantığı yerleştirmek için kullanıyor.
Hükümet Taksim Meydanı’nı yine aynı mantıkla ve aynı vurdumduymazlıkla yeniden şekillendirmeye kalkınca, bu en göz önünde olan, en sembolik mekânda son kalmış bir parkın AVM veya otele dönüşmesi, oradan gelecek kazanç uğruna talan edilmesi, doğal olarak tepki gördü. Tabii ki olayda tartışılan oradaki ağaçlar değildi. Yaşadıkları kentin neredeyse bir işgal ordusu duyarsızlığı ile altüst edilmesi çok sayıda insanı harekete geçirmişti. Bunların çoğunluğu Gezi Parkı’nın yıkılmasına değil İstanbul’un nasıl gelişeceğine dair söz sahibi olamamalarına itiraz ediyordu. Bu nedenle de parkın içinde çok farklı toplumsal kesimlerden insan toplanabiliyordu.
İktidarın asabını bozan gençler
İkinci rahatsızlığın kaynağı ise Türkiye toplumunun daha uzun dönemli ve önemi hızla artan bir evrimine ilişkin: Kültürel ve siyasi sahnede yerini belli eden üniversite eğitimli, küresel gidişattan haberdar, modern toplumun işlemesi için anahtar rol üstlenen bir kesimin oluşması.
Ekonomi modernleştikçe, yüksek eğitim yaygınlaştıkça, insanların dünya ile ilişkileri güçlendikçe bu kesimin sayı olarak büyümekten öteye toplumda ve siyasette taleplerini daha güçlü bir şekilde duyuracağını söyleyebiliriz. Sözünü ettiğimiz grup genelde ‘yeni’ diyebileceğimiz koşullar altında çalışırken kazandıkları uzmanlığı pazarlayan, dil bilen, seyahat eden, küresel kültür ürünlerine aşina insanlar. Gezi eylemlerine ayırt edici niteliğini veren, daha sonra yazın parklardaki forumlara katılan insanlar bunlardı. Gezi’nin öne çıkan nitelikleri, daha önce hiçbir sokak hareketine katılmamış bu ‘yeni orta sınıf’ gençlerinin orada yeni bir sosyallik yaşamaları, iktidarın asabını bozan bir mizah geliştirmeleri ve de eylemlerin dünyaya yansıma şekli de bu kompozisyondan kaynaklanıyordu.
Bu gençler okullarından, mesai sonrası işyerlerinden gelerek parkta muhalefetlerini sergiliyorlardı. Çoğu maddi sıkıntıyı geride bırakmış ortamlardan geliyordu; eski tür babaerkil iktidardan, her şeyi daha iyi bildiklerini söyleyen devlet erkânından şikâyetçiydiler. Kendilerine bir özgürlük alanı açılmasını, kendi bilgilerinin, uzmanlıklarının, tercihlerinin ciddiye alınmasını istiyor, toplumun ve mekânın nasıl dönüşeceğine yönelik söz sahibi olabilecekleri ortamların oluşmasını arzuluyorlardı. Önce cumhurbaşkanının, daha sonra, biraz geç kalarak, dışişleri bakanının, Gezi eylemlerinden Türkiye’nin gelişmişliğinin bir kanıtı olarak söz etmeleri bu içerikten dolayı anlamlıydı.
İstanbul dışındaki kentlerde de harekete katılma isteği sözünü ettiğimiz kesimlerin toplam nüfus içinde giderek daha çok yer tutacağını kanıtladı.
‘Geleneksel’ diye bildiğimiz şehirlerde de ekonomi ve yaşam şartları modernleşiyor, üniversite eğitimi yaygınlaşıyor, kendine özgü yaşam stili olan bir orta sınıf gelişiyor. Bilinç olarak Avrupa ve Amerika’dan dünyaya yayılan değerleri özümlemeye başlayan bu kesim, karşısında tavizsiz bir otoriterlik buluyor. Ailenin, mahallenin ve devletin tekelinde olan ortamların dışında yaşayanların sayıları artıyor; yeni yaşam pratikleri yaratılıyor, iktidarın kurguladığı kent tahayyülünün dışında kalan mekânlar ortaya çıkıyor. Bu tercihlerin gerçekleşmesine izin vermeyen düşünme tarzına, kurallara, baskılara karşı da bir muhalefet oluşuyor.
Aslında sözünü ettiğimiz boyutlarıyla bugünkü iktidarın eskilerinden çok farklı olduğunu söylemek zor. Milliyetçilik ve İslami muhafazakârlıkla pekişmiş bir ‘devlet aklı’ toplumun yekpare bir bütün olarak kalmasını temel ilke olarak görmek istiyor fakat küreselleşmenin ve teknolojinin getirdiği erişim ve iletişim zenginliği karşısında aciz kalıyor.
Topluma kendi doğru bildiğini dikte etmek isteyen babaerkil otorite hâlâ ısrarlı fakat aile fertleri artık kendilerinin olgunlaşmış olduklarını, kendi yaşam tarzlarını tayin etmek istediklerini savunuyorlar. Tek parti döneminde, darbe rejimlerinde, siyasi kargaşa sırasında zorla dayatılan bu buyuruculuk, olgunlaşan bir toplumda özellikle de hızla gelişen orta sınıf yaşamı için tahammül edilemez bir paternalizm anlamına geliyor. Temel hak ve özgürlükleri önemseyen kesimler toplumda ağırlık kazanınca, direnme potansiyeli Gezi Parkı gibi bir vesile ile harekete geçebiliyor.
Görüldüğü gibi Gezi muhalefetini oluşturan talepler derin ve yapısal sorunların yüzeye çıkmasıyla oluşmuş. Böyle taleplerin kısa dönemde tatminkâr bir şekilde yanıtlanmasını bekleyemeyiz. Türkiye’deki siyaset ortamı ve devlet alışkanlıkları muktedirlerin esnek davranmasına izin vermiyor. Toplumsal tarihin en klasik diyalektiği ile karşı karşıyayız: Toplumun gelişme hızına ayak uyduramayan siyasi yapı ve bu katılığın kaçınılmaz olarak yol açtığı çelişki. Fakat hiçbir iktidar sadece seçim sandığındaki zaferiyle ayakta kalamaz, özellikle de sözünü ettiğimiz eğitimli orta sınıfın kültür endüstrilerinde ve dolayısıyla da insanların dünya görüşlerini oluşturmaktaki ayrıcalıklı konumu göz önüne alınırsa.
Yakında Gezi boyutlarında bir toplumsal hareket gündeme gelmese dahi ülkenin siyasi haritası artık değişmiştir. Bu durumu kabul etmeyi reddeden iktidar bloğu toplumsal gelişmenin siyasi göstergelerini komplo teorileriyle ve ‘düşmanlar’ merceğinden okumakta ısrar edecek. Muhalefet partileri ise sözü edilen potansiyeli siyasal arenaya taşıma imkânını kullanabilecek kapasiteden yoksun görünüyor. Hemen olmasa da orta dönemde, toplumsal gelişmenin kendi politik ifadesini bulması kaçınılmaz: Ya mevcut partilerin yapı değiştirmesiyle ya da yeni bir çerçeve içinde. Devlet iktidarının meşruiyetini sadece kaç ağaç diktiği, dünyanın kaçıncı büyük ekonomisi olduğu gibi maddi ölçülere bağlayabildiği dönem kapanıyor. Artık bireylere tanınan özgürlük, şeffaflaşma, müzakere, karar verme sürecinin paylaşılması, farklı düşüncelere ve hayat tarzlarına saygı gösterilmesi gibi ilkelerin benimsenmesi de önem kazanacak. Gül ve Davutoğlu haklılar: Gezi hareketi Türkiye’nin gelişmişliğini gösterdi. Önümüzdeki aşamada umut edilen siyasetin ve devletin tüm organlarının da bu gerçeği kabullenecek şekilde dönüşmeleri.
20 Ocak 2014
Kaynak: dergi.aljazeera.com.tr