Malum sosyal medya büyük mecra. Hele ki twitter, Başbakan’ın söylediği gibi “başa bela”.. Gezi isyanıyla başlayan toplumsal her harekette söyleyecek sözü olanın ilk başvurduğu yer. Polis telsizlerinin karşısında artık “mention”lar, “hashtag”ler var. Hatırlarsınız, Gümüşsuyu yokuşundan aşağı, elinde talcidi, yüzünde gaz maskesi, kafasında baretiyle koşan bir gencin tivitini ve aldığı “mention”ı: “Orası güvenli mi?”, “Hayır polis var”..
Herkesin düşüncelerini, fikirlerini ‘özgürce’ dile getirdiği bir alan olarak görülen twitter, yeni bir düşünce çağının da eşik bekçisi. Teknolojinin ve internetin, eve ve cebe girebilecek kadar yaygınlaşmasından önce klasik anlamda belirli alanlarda, belirli kişilerce –gazete, dergi yazarları- sürdürülen kamusal alanda söz söyleme özgürlüğü, bugün bambaşka bir boyuta evrilmiş durumda. Artık “benim de bu konuda söyleyeceklerim var” diyen herkes tivit atarak sözünü söylüyor. Hal böyleyken ortada ciddi bir dezenformasyon da söz konusu olabiliyor.
Hele ki ‘bizim’ sol çevrede.. Özellikle Gezi’yle birlikte twitter’ı kısmi bir örgütlenme kanalı yapan, Türk, şehirde doğmuş büyümüş, genellikle üniversiteli, hepsi kendi içinde kendisinin “Tyler Durden’ı”, gündüz bankada veznedar akşam barikatta ön safta ‘beyaz yakalı’, kuvvetle muhtemel ulusalcı ve milliyetçi eğilimleri yüksek olan kesimlerin politikleşmesi, sokağı bir eylem bilmesi, kısmi olarak devleti de ortak bir düşman olarak görmesi kimi ‘solcu’ ve ‘ilerici’ kesimleri rahatsız etmiş durumda. Bu ‘solcu’ ve ‘ilerici’ kesimlerse Gezi’den sonra twitter’dan bu kitleyi “ti’ye” almakla meşgul. Çünkü onlara göre bunlar çoluk çocuk, çünkü bunlar “ölmeyi bayılmak sanıyor”..
Tamam, bu kitle belki de yıllardır okulda, evde, ‘sokakta’, sistemin ona öğrettiklerini bir ders gibi almış olabilir, senin ya da benim mücadelemi yıllarca görmemiş, kör olmuş, veyahut bizim mücadelemize köstek olmuş olabilir. Ama bu durum ne yazık ki ‘onları’ görmezden gelmek, “ti’ye” almak anlamına gelmiyor. Gezi’de, bu coğrafyaya belki de şimdiye kadar hiç uğramamış ya da -olmamış, başarılamamış- bir şeyi gördük. Komünizmi. 1871 baharında Paris’in yoksul sokaklarında dolanan hayalet, Gezi Parkı’nda yeniden hortlamıştı. Evet bir hayalet dolaşıyordu ve bu hayaletin adı komünizmdi.
Hatırlayın ihtiyacımız olan şeyler için paranın geçmediği günleri, aç kalanın Gezi’de dağıtılan yemeklerle doyurulduğunu, tütünsüz kalana sigara dağıtıldığını, uykusuz kalana parkın öte tarafında heavy metal dinleyen bir gencin çadırını verdiğini.. İşte tam da bu, insan özünde olan kolektif ruhun belki de farkında olmadan komünizme benzettiği bir konsensüsün inşasıydı. Ortada bir karar mekanizması yoktu, kararlar genellikle o anda o alanda olanların düşüncelerinden oluşuyordu. Hiyerarşi hiçbir şekilde yoktu ve teklif edilmesi dahi düşünülemezdi. Bu, kolektif, tektipçilikten uzak, sermayeyi reddetmiş, belki de kısa bir süre için yeni bir yaşama inanmış, bunun için dövüşmüş, düşmüş, toza çamura bulanmış, gaz yemiş, copla tanışmış, yeni öğrenmenin hevesiyle her gördüğü sokağa barikat kurmuş, ter akıtmış bir kitleye bu kadar yüklenmek ne kadar ‘sola’ yakışır orasını bir düşünmek lazım.
Bugün o kitleyi “ti’ye” almak ne yazık ki yarın yalnız kalmak anlamına geliyor. Gezi’yle bu sistemin ve devletin acı gerçekleriyle ilk kez yüzleşmiş, Taksim’de binlerce insanla Medeni için yürümüş, belki de ilk kez duyduğu Kürtçe’ye dili döndüğünce katılarak “Bijî biratiya gelan” demiş, ana akım medyanın ‘gerçek’ haberlerine karşı twitter’la alternatif bir alan oluşturarak kendi haber kanalını yaratmış, ilk kez “sen de haklıymışsın” diyebilmiş bir kitleyi yine onun kamusal alanda yegane sözünü söyleyebildiği twitter’da bu kadar yermek bir gerçeği görmezden gelmekten başka bir şey değildir.
Gerçek karşımızda. Metropollerde büyüyen bu gençlik yeni bir isyanın tetikleyicisi. Pimi her an çekilebilecek bir bomba. Gezi’de bir isyan başladı ve o isyan hala sürüyor. Fiili sokak mücadelesi perspektifinde bu isyanı saman alevi olarak görenlerse gelecekte her an patlak verebilecek bir isyan denizinde fenersiz kalacaklardan başka kimseler değildir. Bir görevimiz ya da söyleyecek bir sözümüz varsa tam da bu noktada başlıyor. Gezi’de yarattığımız kolektif yaşam ruhunu, birlikte inşa ettiğimiz ortak dili, hayatın her alanına yaymak sorumluluğu altındayız. Hali hazırda aktif politik bir mücadele içerisinde bulunmayan bu kitlenin, kapitalist sistemin ‘renkli’ ve ‘heyecanlı’ koşuşturmasının doğurduğu unutkanlığı, kafalarından silmektir görevimiz.
Okulda, üniversitede, fabrikada, atölyede, reklam ajansında, bankada, fotoğraf stüdyolarında emeğini satan, okumaya çalışan bu kitleyi yeni bir isyanın nüveleri olarak görmekten başka seçeneğimiz yok.
Ve bugün bunları yapmak şöyle dursun, kamusal alanda söz söylemenin verdiği ‘dayanılmaz hafiflikle’ twitter’da yeni yeni politikleşen bu kitleyi “ti’ye” aldığımızda, yarın daha güçlü bir tokat yiyeceğiz ve karşılık vermek istediğimizde yüzümüzü ovuşturanları görmeyeceğiz.
Metropollerde gelişen ve damla damla büyüyen bu isyana yabancı kalmak bir sosyalistin yıllarca okuduğu kalın ciltli kitapları bir daha okumasını gerektirecek.
30 Aralık 2013
Kaynak: fraksiyon.org