Başka Haber: yaşasın bağzı yıllar – Ayşe Düzkan

2013 taksim heykel

türkiye’de hiç kimse 2013’ü sıradan bir yıl olarak hatırlamayacak. her şeyden önce, bunun ne kadar önemli bir şey olduğuna işaret etmek istiyorum. çok uzun yıllardan beri ilk defa bütün ülkenin, her vatandaşın ilgisini çeken, kaderini değilse bile hayatını değiştiren bir şeyin parçasıyız. öncelikle bunun kıymetini bilelim.

ama geçen yıl değişmeyen şeyler de vardı. can alma konusunda, ‘geliyorum’ diyen iş kazaları erkeklerin elinden çıkan cinayetlerle yarıştı; kadınlar ve lgbti bireyler de engellenebilir cinayetlerin kurbanı oldu. onlara askerliğini yapanlar gençlerin şaibeli ölümleri eklendi, belki çatışmalar can almadı ama paris suikastını otuz yıllık savaştan bağımsız düşünebilir miyiz?

türkiye’nin yakın komşuları ve bulunduğu bölge açısından da hareketli bir dönemdi. suriye’deki iç savaş, mısır’da sisi önderliğindeki ordu müdahalesinin ihwan’ı iktidardan alıp yasadışı ilan etmesi gibi gelişmeler türkiye’de de önemli tartışmalara yol açtı. basında çalışanlar bilir, türkçe gazetelerin en az okunan kısmı dış haberlerdir. bu yılki tartışmaların sebebi de dış politikaya duyulan ani ilgi değil, hükümetin bu ülkelerin iç politikalarına müdahaleleri ve bu konuları ülke gündemine taşıması oldu.

ama tabii 2013 denildiğinde değerlendirilecek iki önemli tarih var; 31 mayıs ve 17 aralık..

her yer taksim her yer direniş

çoğumuzun malumu, ittifak meselesi türkiye’de uzun zamandır solun gündeminde. işbirliğinin mücadele içinde gerçekleşeceğini kimse inkâr etmese de, esas olarak diplomatik temelde yürüyen toplantılar daha gerçekçi bulunuyor ve bunlara daha sık başvuruluyor. gezi, pek çoğumuza bir ütopya gibi görünen, o “mücadele alanında ittifak”ın aslında gayet de mümkün olduğunu gösterdi. daha sonra zaman zaman unutsak da, o dönemde, daha önce selam bile vermeyeceğimiz bayraklarla, flamalarla, insanlarla yan yana bulduk kendimizi. kendi adıma daha önce güvendiğim birkaç bayrak ve flamanın yarattığı hayal kırıklığını da hatırlayacağım, hatta kimisi için “bu kadar münasebetsizlik beklemezdim” de dedim. eminim ki, “mücadele teorinin turnusolüdür” gibi bir cümle, benden önce kurulmuştur.

gezi’de devrimcilerin, sosyalistlerin, komünistlerin, feministlerin, lgbti hareketin büyük rolü oldu. ama direnişi genel olarak örgütlü kesimlerin eseri saymak büyük bir hata olur. örgütlü insanlar, 1 mayıslar da dahil birçok önemli günde sokağa çıktı, polis saldırısına maruz kaldı, direndi. ama 31 mayıs akşamından itibaren direnişin gücü ve kararlılığı, daha önce bu gruplarla hareket etmemiş, belki de hiçbir biçimde sokağa çıkmamış insanların varlığı sayesinde oldu.

o yüzden gezi’nin işaretlerini solun damga vurduğu eylemlerle sınırlamak doğru olmaz.

çok alametler belirdi

gezi’nin öncüllerini şöyle sıralayabilirim;

-önceki yıl gerçekleşen kürtaj karşıtı eylemler: akp hükümetinin –tezkereden sonra- ikinci geri adımına yol açmıştı. burada bir parantez açıp, bir araştırmada gezi’nin yüzde 51’nin kadınlardan oluştuğunun tespit edildiğini hatırlatalım. zaten çoğumuzun gözlemleri de o yönde. bunların, kürtaj yasağına karşı da sokağa çıkan kadınlar olduğunu, en azından aynı saiklerle hareket ettiklerini düşünüyorum.

-1 mayıs 2013 saldırısı: yıllarca süren bir mücadelenin sonunda, önceki iki yıl, özellikle geçen yıl, 1 mayıs’ı taksim’de çok görkemli bir biçimde kutladıktan sonra gelen ve adeta tayyip erdoğan’ın kişisel kararı olan taksim yasağı, buna rağmen gösteri hakkını kullanmak isteyenlere polisin vahşice saldırısı ciddi bir öfke yarattı.
-internet yasağına karşı 2011’de yapılan gösteri.
-hayvan hakları için 2012 sonbaharında yapılan eylem.
-emek sinemasının yıkılmaması için yürütülen mücadele.
-akp iktidarı altında her yıl kalabalıklaşan onur yürüyüşleri.

haziran direnişi…

yukarıda saydığım her şey, istanbul için geçerli. 31 mayıs gecesini izleyen kalkışma, yani haziran direnişi istanbul ile sınırlı kalmadı, ülkenin hemen her yanına yayıldı. her yerde farklı talepler gündeme geldi, bütün sistemi hedef alacak bir devrimin hayalini kuranların yanı sıra hükümetin istifasını isteyenler, politikalarını değiştirmesini talep edenler de vardı. ama ortak rahatsızlığın akp politikaları olduğunu söylemek yanlış olmaz. örneğin antakya’daki direniş daha çok hükümetin dış siyasetine duyulan tepkiyi ifade ediyordu, konu buraya gelmişken altını çizeyim; geçen iki yıl boyunca suriye’deki gelişmeleri yanlış tahlil eden, enternasyonalleşmiş islamcılığı bir özgürlük hareketi olarak sunan, böylece türkiye’nin dış politikasına dolaylı da olsa destek verenlerin gezi direnişi ile ilgili değerlendirmelerini dikkate almamak gerektiğini düşünüyorum.

gezi’de önemli bir rol oynayan taraftar gruplarıysa neredeyse her maçta polisten biber gaz yiyordu. (daha sonra gezi’nin ortak değerlerinden biri haline gelecek olan “sık bakalım…” da tribün kökenliydi ve tribünler dışında belki de ilk kez, inönü stadı’nındaki son maçın yapılacağı gün, bir polisin, beşiktaş çarşısındaki taraftarların arasından havaya ateş ederek geçmesi, bunun üzerine yuhalanması, ardından gruba saldırılması üzerine duyuldu. aynı gün reyhanlı saldırısı gerçekleştiği için bu olay fazla ilgi çekmedi.)

on iki eylül darbesi döneminde bir fıkra anlatılırdı: baba küçük oğluyla parkta sohbet ederken oğlan soruyor: “baba, cuntanın boyu ne kadar?” baba bir şey diyemeden yandan bir adam atlıyor: “bir altmış beş çocuğum.” baba, “aman beyefendi çocuğun önünde böyle yalan yanlış şeyler konuşmayalım. fakat merak ettim, nereden çıkarttınız bunu?” diyor. adam boynunu göstererek cevap veriyor: “burama kadar geldi, oradan biliyorum.” bu yıl da akp iktidarı “burasına kadar gelmiş” çok kesim vardı. bir kıvılcımın bir yangını tutuşturmasına şaşmamalı.

sınıf meselesi

emekçilerin taleplerini öne çıkarmasa da, bütün halk hareketleri gibi haziran direnişi de emekçi ağırlıklı, çünkü zaten dünyanın her yerinde nüfusun çoğunluğu emekçi, belli sayıya ulaşmış bir kitlenin çoğunluğunun emekçi olması da kaçınılmaz; mesela sağ partilerin seçmen kitlesi de öyle.

ancak emekçiden sanayi işçisini, ondan da asgari ücretle çalışan ve “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi” olmayanları anlayanlar için gezi’nin bu niteliğini görmek zor olabilir. gezi’ye katılanların önemli bir kısmı, finans, hizmet vb sektörlerde çalışan, ömür boyu borç ödeyerek ev sahibi olabilecek, indirimden kaban, kredi kartıyla ayakkabı alabilecek, zinciri ve kaybedecekleri olan insanlar. belirsiz mesai saatlerinde, tepelerinde işsizlik kılıcıyla, başta mobbing olmak üzere bin bir sıkıntıyla doldurdukları çileye kariyer adı veriliyor. bütün bunların üzerine, hafta sonu parlattıkları iki kadehe de laf edilince tepki göstermelerine şaşıracak ne var?

geçenlerde gezi üzerine bir panel izledim, en az yirmi yıldır sosyalist olan bir arkadaş, “dikkat ettiniz mi, eylemler ağırlıklı olarak hafta sonu ve akşam yediden sonra gerçekleşti, insanlar işten çıkıp geliyorlardı,” dedi; hafta içi, saat 11.00’de falan yapılan basın açıklamalarına katılım düşük olunca dilinin ucuna “duyarsızlık” kelimesi gelenleri hatırladım. ömrünü emekçilerin mücadelesine adamış birinin emekçi hayatından bu kadar habersiz olması türkiye soluna özgü bir durum; ya da öyle olmasını umut ediyorum. gezi direnişçileri ise, bütün bu klişeleri bir kenara atıp kendi yolunu açtı. iş çıkışında, harbiye’den taksim’e yürüyen, yürürken bir araya gelenler gezi ile ilgili en heyecan verici görüntülerden biri benim açımdan.

ama siyasileşmeyi, örgütlenmeyi profesyonel devrimcilerinkine benzer bir hayat tarzı sürmek olarak anlayanlar için bunun bir anlamı olmayabilir.

öte yandan, emeğine yabancılaşmadan çalışmak yirminci yüzyılda bıraktığımız bir lüks. artık yaratıcı işlerle uğraşanlar da dahil neredeyse herkes istemediği işlerle, en azından istemediği biçimde meşgul, ekmek parası için buna rıza gösteriyor. ağır bir tek tipleştirme süreci yaşıyoruz. gezi sürecinde ve sonrasında gördüğümüz, paylaştığımız duvar yazılarının çoğunun bireysel yaratıcılık ürünü, özgün sözler olması da bence bunun bir sonucu. yirmi birinci yüzyılın sınıf hareketi bireyi var saymak, dikkate almak zorunda çünkü kapitalizm emekçilerden bir ordu yaratıyor.

cinsiyet konusu

deniz gezmiş’ten yılmaz güney’e, bütün kült figürleri erkek olan bir sol geçmişe sahip ülkemizde, kayıpları hariç neredeyse bütün simgeleri -siyahlı kadın, kırmızılı kadın…- en önemli sözcülerinden biri –mücella yapıcı- ve çoğunluğu kadınlardan oluşan bir hareket gezi.

türkiye’de feminizmin otuz yıllık geçmişinde bazı kazanımları oldu, bunlara aynı dönemde kapitalizmin gelişmesinin kadınlar için özgürleştirici sonuçları da eklendi. akp iktidarı bütün bunları tehdit edecek, bunun da ötesinde özgür bir hayat sürmeye çalışan kadınların onurunu kıracak şekilde ilerledi ve gezi’de bu kadınları karşısında buldu.

bunların önemli bir kısmı daha önce sokağa çıkmamıştı. bir kısmı direnişe türk bayraklarıyla katıldı. çünkü bayrak onlar için kendilerine belli bir özgürlük sunduğunu varsaydıkları cumhuriyeti temsil ediyordu. aynı simgenin kürt halkına neler hatırlattığını, bunun yanı sıra mor bayraklı feministler, kara bayraklı anarşistler, karı-kızıl bayraklı anarko-komünistler, kızıl bayraklı komünistler gibi enternasyonalistler için ne ifade ettiğini bilmiyorlardı. direniş durulmaya başladığında bayraklarıyla ilgili ağır eleştirilerle karşılaştılar. öte yandan, “komün” zaman zaman kadınların sömürülmesinin tekrar üretildiği bir alan da olmuştu; “mutfak için iki bayan gerekiyor arkadaşlar” gibi şeyleri hatırlıyorsunuz değil mi?

bu kadınların muhalefetinin hedefi akp’nin yaptıklarıyla sınırlı; direnişin önemli bileşenleri olan feministlerin, bir kısım sosyalistlerin, komünistlerin, anarşistlerin talep ve önerilerini paylaşmıyorlar. direnişin durulmaya başladığı günlerde, sol hareketin geneli, onların talepleriyle yetinmeye başladı; örneğin 25 kasım yürüyüşüyle ilgili yazılan birçok bildiriyi okuyan ve türkiye’yi tanımayan birisi kadına yönelik şiddetin bu iktidarla başladığını düşünebilir.

türkiye’de siyaset uzun bir zamandır simgeler üzerinden yapılıyor. gezi, bunu aşmak için önemli bir fırsat sundu bize ve direnişin bırakın devamı, selameti için bile simge siyasetini geride bırakıp talepler üzerinden yol almaya çalışmanın gerektiğini düşünüyorum.

ay ay ay ay

haziran direnişi’nin alametleri arasında onur yürüyüşlerini de saymıştım. gezi, sadece lgbti hareketin bayrağının daha yüksekte dalgalanmasına ve görünürlüğünün artmasına yol açmadı. aynı zamanda birçok direnişçinin lgbti bireylerle ilgili önyargılarını sorgulamasına da yol açtı. şehrin en zor hayatlarını süren lgbti insanların, özellikle trans kadınların cesur olmasına şaşıranlar, bunun için onlarla aynı barikatta bulunmaya ihtiyaç duyanlar var; ne yapacaksınız. hareketin gökkuşağı renkleri, geziciler için ilham kaynağı oldu; ülkenin dört bir yanında merdivenlerin bu renklere boyanması bir rastlantı değil. öte yandan, gezi’nin ortak sloganlarından biri haline de gelen, “nerdesin aşkım…” da dahil olmak üzere, lgbti harekete ait olup gezi’de yaygınlaşan birçok sloganın esas olarak eşcinsel erkekleri ve trans kadınları ifade eder nitelikte olduğunu düşünüyorum.

barış meselesi

sadece gezi değil, 2013 yılının tamamı için barış sürecinin akıbeti önemli parametrelerden biri oldu. kendi adıma, bu süreçte belirleyici etmenin uluslararası dinamikler olduğunu, hangi parti hükümet ederse etsin gelişmelerin üç aşağı beş yukarı aynı olacağını düşünüyorum. ama, suriye’de yeni bir cephe açma niyeti olduğu dönemde akp için kürt savaşını küllendirmenin ayrıca öncelikli olduğu da su götürmezdi. böyle bir siyasi ortamda, 2013 boyunca, bütün politik taraflar açısından, herhangi bir ihmal veya müdahaleyle ilgili barış sürecinin bahane edilmesini kabul etmek mümkün değil bence.

hükümet açısından roboski katliamının hesabını vermeden geçen bir yıl oldu 2013. buna bir de paris cinayeti eklendi. pkk’nin kurucu unsurlarından olan sakine cansız’ın, yine iki önemli kadın politikacı, fidan doğan ve leyla söylemez’le birlikte katledilmesine dair soruşturmanın, üzerinden neredeyse bir yıl geçmesine rağmen savsaklanması kabul edilir bir durum değil. 9 ocak’ta sakine, fidan ve leyla’yı bir kere daha hatırlayacağız. öte yandan, sebahat tuncel için çıkartılan hapis kararıyla hâlâ cezaevinde tutulan onlarca belediye çalışanı, seçilmiş siyasetçi, basın emekçisi ve kck mensubunun durumu bir araya geldiğinde devletin çatışmayı sonlandırmayı planladığını ama kürt siyaseti için yasal zemini temizlemeyi öngörmediğini tespit edebiliriz. bu, önümüzdeki günlerde muhalefetin tamamının karşısına gelecek bir sorun. öte yandan, kürt hareketinin, özellikle meclisteki temsilcilerinin, aynı muhalefetle daha yakın, daha iç içe, daha birbirini tanır halde olması da 2014 için dileğimiz olsun.

gezi direnişi, bize çok şey öğretti, gücümüzün, imkânlarımızın farkına vardık. ama akp gibi çok oy almış bir partinin, hem de türkiye gibi hukuksuzluğun çok ciddiye alınmadığı bir ülkede iktidarı bırakması kolay gerçekleşecek bir şey değil. uluslararası güç odaklarının desteğini yavaş yavaş kaybetse bile.

ama 17 aralık başka dinamikleri olgunlaştırdı. bugünkü hükümet, yüksek oy almış olmakla birlikte gücü sadece buna dayanmıyor. zaten türkiye’de hiçbir sağ iktidar gücünü yalnızca sandıktan almadı. sadece sermaye ve medya odakları değil, dini örgütlenmeler de her zaman siyasetin içinde oldu. nurcuların adalet partisi’ne verdiği destek hiçbir zaman sır olmadı. gülencilerin farkı uluslararası ilişkiler ve emperyalist hedeflerinin yanı sıra yargı ve polis içindeki güçleri olabilir. bu güç akp iktidarını sağlamlaştıran unsurlardan biri. öte yandan fethullah gülen’in çizgisi, devletle ve abd’yle kavga etmemek üzerine kurulu. akp’nin ihwan’a toplantılar yaptıran, öso’nu destekleyen, iran’la ilişkileri geliştiren siyaseti türk dışişlerinin geleneksel politikalarıyla uyumsuz. ve bu “operasyon”un zamanlaması tabii ki manidar.

2014’ün akp’nin iktidara veda ettiği yıl olması kuvvetle muhtemel. bir yanda, kendi içindeki çelişkiler, diğer yanda, dev bir yolsuzluk dosyası –ki hakkıyla soruşturulsa erdoğan dahil pek çok kişinin yargı önüne çıkartılması gerekir- kötüye giden ekonomik durum ve güçlü bir halk muhalefeti. bütün bunlara karşı koymak çok güç. ama bu, cemaatin siyasete daha fazla müdahil olacağı bir düzenlemenin kapısını açıyorsa, gelen gideni aratmaz mı?

bu, bizim figüranı olma lüksüne sahip olmadığımız bir mücadele. sokağı terk etmemek, sık sık tekrar edilen ve haklı bir nokta. ama bugün hükümet karşıtı siyasetin sokağa sıkıştırılması da doğru değil bence. “hükümet istifa”, “hırsız var” gibi sloganlarımızın, meclis’te, bir kısmını bizzat oy vererek, seçim kampanyasında çalışarak desteklediğimiz vekillerimiz tarafından, parlamenter siyasetin araçlarıyla dillendirilmesine de ihtiyacımız var. sokakta haykırdığımız sloganlarımızın mecliste de duyulması gerekiyor.

iki üç, daha fazla gezi!

haziran direnişi sırasında 20 milyon insanın sokağa döküldüğü söyleniyor. bu türkiye solunun ve kürt hareketinin çok ötesinde bir güç. halkın farklı sınıf, cinsiyet ve katmanlarından insanları kitlesel bir biçimde harekete geçirmesi, dalgalar halinde geri çekilip tekrar ilerlemesiyle, haziran direnişinin yirminci yüzyıldan devraldığımız intifada geleneği içinde ele alınması gerektiğini düşünüyorum. filistin’de birinci intifada altı yıl sürmüştü, bu sürekliliği halk komiteleri sağlamıştı. bizim de forumlarımız var ve 2014’te onlara gözümüz gibi bakmamız gerektiğine inanıyorum. herhangi bir forumun sürekliliği ve hayatiyeti, orada herhangi bir grubun öncülüğünde ya da kendiliğinden bir biçimde, en doğru kararların çıkmasından çok daha önemli.

tarih, çoğu mücadelenin, siyaset, fikir hatta sanat akımının bir öncüsü olduğunu gösterir bize. ama öncülük beyanla, talip olarak, niyet ederek sağlanacak bir şey değil. ve ailede, işte, her yerde emir almaktan usanmış olanlar özgürlük için yola çıktıklarında yönetilmek istemiyor. o yüzden en deneyimlisinden en acemisine, en örgütlüsünden hayatında ilk kez bir toplantıda bulunmuş olanımıza kadar her birimize bu büyük, güçlü, güzel dalganın bir parçası olmaktan başka iş düşmüyor.

rekabet, öne geçme kapitalizmin bize aşıladığı değerler, bunları sol siyasetin alanına taşıdığımızda temizlenmiyor, aksine orayı kirletiyorlar. ayrıca direnişi bir cesaret sınama alanına çevirdiğimizde, dertleri kahraman olmak değil dünyayı değiştirmek olan sıradan insanları, adlı adınca halkı, bir adım uzağa itmiş olduğumuz gibi gittikçe daha maço, daha erkek egemen bir barikat örüyoruz. ve bundan kimseye yarar gelmiyor. eski mücadele biçimlerimiz kadar yeni yöntemlere, araçlara ve daha önemlisi tarihin bu aşamasını ifade eden yeni simgelere ihtiyacımız var. gezi’de bunların bir kısmını el yordamıyla da olsa bulmuştuk, avcumuzdan bırakmamız için bir sebep yok.

çok uzun yazdım, anlatacak, konuşacak çok şey var, bıraksanız daha da yazarım ama içten bir dilekle son vereyim. 2013 rüzgârın yönünün değiştiği yıl oldu, 2014 her türlü çöpü süpürüp attığı yıl olsun.

31 Aralık 2013
Kaynak: baskahaber.org