Kentsel kamusal mekânlardan çekilmenin politik, felsefik ve sanatsal bir jest olduğunu söyleyen Fulya Erdemci: Öyle bir Türkiye’den geçiyoruz ki, vatandaşın sesini şiddetle bastıran otoriteyle işbirliği yaparak kamusal alanları kullanmak hiç de samimi olmayacaktı
Bu yıl 13.sü düzenlenen İstanbul Bienali, belirgin teması ‘kamusal alan’ olmasına rağmen kentsel kamusal mekânlardan çekilme kararı ile çok konuşuldu. Oysa ilk kez ücretsiz olarak gerçekleştirilen Bienal, kamusallaşmış ve sanatın herkes için erişilebilirliğini de sağlamış oldu. 20 Ekim’e dek sürecek olan Bienal’i, kamusal alan çerçevesini küratörü Fulya Erdemci ile konuştuk.
» Kamusal alanlar toplumların özünün ortaya çıktığı ama bireyler bazında insanların saklandığı yerler. Türkiye’de kamusal alan kavramı nasıl şekilleniyor?
Kamusal alanın bir tanımını da Chantall Mouffe yaptı ve şöyle bir tarifi var kendisinin: “Kamusal alan egemen güçlerin çarpıştığı bir savaş alanıdır ve bunun sonucunda ortaya çıkan uzlaşmada da en zayıf sesler hiç duyulmaz hale gelir ve bastırılır.” Mouffe çatışmaya dayalı olmayan, tartışmaya dayalı bir kamusal alan önerir. Gerçekten de Türkiye’de temel olarak iki kutuplaşmış ses var ve bu seslerin ya bir tarafında ya da öbür tarafında duruyorsunuz. Öznelliğin, farklılığın kendi sesini duyurmasına imkan olmayan bir yerdi. Fakat, çok şaşırtıcı olmakla birlikte, çok kısa bir süre için dahi olsa, bambaşka bir kamusal alan tasavvurunun mümkün olabileceğini gördük. Yani bir tür ütopya gerçekleşti. Çoklu kamuların kendi farklarını ortaya koyarak, hatta çelişerek bir arada bulunduğu bir ortam oluştu Gezi sürecinde.
» Kentsel kamusal mekânlardan çıkmak demek onu sanat aracılığıyla sorgulamayı da terk etmek demek değil mi?
Kesinlikle değil. Kentsel kamusal mekanlardan çekilmek aslında politik, felsefik ve sanatsal bir jestti. Öyle bir Türkiye’den geçiyoruz ki vatandaşın sesini şiddetle bastıran otoriteyle işbirliği yapmak aslında bu olayları onaylamak anlamına geliyordu. Gezi döneminde yaklaşık yedi buçuk milyon kişinin parkı ziyaret ettiği söyleniyor. Yani şehrin nüfusunun yarısı kendi sesini duyurmak istedi. Bu sesin bastırıldığı bir otoriteyle işbirliği yaparak kamusal alanları kullanmak hiç de samimi olmayacaktı. Ayrıca, kamusal alanda yer alan her sanat eserinin varlık nedeni üstü örtük toplumsal ve siyasi çelişkiyi açmak, tartışılabilir kılmak içindir. Buradan baktığımızda, Gezi ve sonrasındaki süreçte çelişki açıldı. Bu anlamda, kentsel kamusal mekânlarda projeler gerçekleştirmek, bu otoritelere sanat aracılığıyla prestij sağlamak, dolayısıyla da bu çelişkinin üstünü örtmek anlamına geliyor. Böyle düşündüğümüzde bizim aldığımız bu karar tıpkı John Cage’in 4’33” performansında olduğu gibi sokağın sesini dinlemeye davettir. Sivil hareketin payından rol çalmamak aksine yer vermek istedik.
Ayrıca, kamusal alanı, belirli bir yer ve zamanla da sınırlayamayız. Siyasi ve sosyal bir tartışmanın olduğu her mecra, örneğin sosyal medya, ya da tartışma yaratan bir sanat eseri vs, kamusal alan tanımı içerisine girer. Yani kentsel kamusal alanlar kamusallığın tartışıldığı mecralardan yalnızca biri. Bu anlamda, kamusal alanlardan, yani tartışma platformundan çekilmedik, bu tartışmayı sergi içinde devam ettiriyoruz. Var olan tartışmalar da, bienalin bir kamusal alan olarak işlediğinin bir göstergesi.
» Ücretsiz olmasının nasıl bir avantajı var sizce?
Siz de takdir edersiniz ki ücretli olduğunda insanlar biletlerini aldıkları gün her şeyi hızlıca görmek için bir koşturmacanın içerisine giriyorlar. Oysa bu durum serginin deneyimini de dönüştürmüş oluyor. Birden çok kez, acelesiz bir şekilde günde bir eser bile görse, bienali daha da içselleştirebilir izleyici. Ya da beğendiğiniz bir eseri birden çok kez görebilir, işe gitmeden, okula gitmeden önce uğrayabilirsiniz. Bu anlamda iç mekânlara çekilmemiz bir engel oluşturmuyor, bu herkese açık oluşu ile yıkılmış oluyor. Yani özel alanları kamusal kullanıma açmış oluyoruz. Sergiyi ilk 23 günde 213.000 kişinin gezmiş olması, bu öngörümüzün doğruluğuna tanıklık ediyor.
Barbar olan kim!
» Bienalin başlığı olarak belirlenen ‘Anne ben barbar mıyım?’ cümlesi altında neler var size göre?
Ben üç farklı pencere görüyorum. Biri Hıristiyanlık öncesi Pagan dönemi görüyorsunuz ki o dönemde kadının rolü çok önemlidir. Kadınların gizli güçleri olduğuna inanılır ve sonrasında da bu güçlü kadınlar ‘cadı’ olarak yaftalanarak yakılır, işkenceye maruz kalır. İkincisi ‘anne’ kelimesiyle oluşan bir yakınlık. Bize kendimiz kadar yakın birine sesleniyoruz bu da psikanalitik bir soruya dönüştürüyor bunu. Bir diğeri ise ‘barbar’ kelimesinin iki anlamıyla ilişkili. Antik Yunan’da, Yunancayı konuşamayanlara verilen genel isim ‘barbar’dı. Dolayısıyla da vatandaş olmayanlara verilen isimdi. Bu noktada da benim hem üzerinde durduğum vatandaşlık sorusuna yanıt veriyor hem de sanatın bilinmeyen, anlamadığımız diller anlamına gelen rolünün de altını çiziyor. Bu diller aracılığıyla da henüz bilmediğimiz ama ufukta görünen yeni bir dünyaya, ifade yollarına belki biraz daha yaklaşabiliriz diye düşündüm.
***
Bu yıl İstanbul Bienali’nin başlığı, şair Lale Müldür’ün aynı adlı kitabından alıntılanarak “Anne, ben barbar mıyım?” olarak belirlendi.
» Bienaldeki edebiyat vurgusu nasıl bir kaygı ile ortaya çıktı?
Bienalin kavramsal çerçevesini geçen Temmuz’da yazdım. Teorik aksda Habermas’ın ‘kamusal alan’ kavramı başta olmak üzere geçmişten günümüze birçok düşünürün ve sanatçının bu kavrama yaklaşımları bana yardımcı oldu. Siyasi kamusal bir forum olarak kamusal alan kavramını, pratikte kentsel kamusal mekanlara ve İstanbul’un içinden geçmekte olduğu kentsel dönüşüme uyguladım. Reelin kapsamında olan teori ve pratiği açan ise her zaman sanatsal üretimdir. İşte bu açılımda edebiyattan ve dahası şiirden faydalanmak istedim. En kişisel ile en kamusal olanın arayüzünü oluşturan şiir bize yeni bir olasılığın işaretlerini verecekti. Türkiye’den sevdiğim yazar ve şairlerin çalışmalarını yeniden araştırdım Lale Müldür, Ahmet Güntan, Sami Baydar ve Perihan Mağden başlıca inceleme başlıkları arasındaydı. Ben edebiyatçı değilim dolayısıyla şairler bu sanatsal açılmayı yaratacak güce sahipler. Dolayısıyla şiir ekseninde de edebiyat dahil oldu.
***
» Sanatçıların işlerinin ne kadarı kentsel kamusal mekânlarda sergilenecekti?
Kamusal alanda on dört iş vardı, serginin geri kalan kısmı yine kapalı mekânlarda olacaktı… Dolayısıyla biz çekiliyoruz derken aslında bu on dört işi kentsel kamusal mekânlardan çekmiş olduk. Bir kısmı kapalı mekânlar için yeniden düzenlendi, örneğin Rietveld Landscape’in “Yoğun Bakım” isimli AKM için planladıkları ışık yerleştirmesi. Ya da Elmgreen ve Dragset tamamen yeni bir proje ürettiler, Galata Rum Okulu’ndaki 7 genç adamın her gün günlük tuttuğu ve izleyicinin bu kişisel ve içsel metinleri okuyabildikleri “İstanbul Günlükleri” isimli performatif çalışmayı oluşturdular.
Bedia Ceylan Güzelce
11 Ekim 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; birgun.net