Evrensel: “Aşk evlilik gibi saçma sapan bir şeyle bitiyor”

Çiğdem Erkenİki yıl önce yayımladığı ‘Kız Kafası’ albümünün ardından Çiğdem Erken, bu kez ‘İstanbul Kızı’ albümüyle karşımıza çıktı. Gezi Direnişi’nin ortasında biber gazından korkmadığı gibi, satılmaz korkusu taşımadan çıkardı albümünü. Notaların ötesinde aşık ve cesur bir kadın var. Yaşanılanları zamanın elinden kurtarırcasına yazmış gönül sazından da çalıyor Çiğdem Erken. Söz, unutuşu geciktirse de o korkusuz… O yüzden ‘İstanbul Kızı’ çıktıktan sonra günlüğünü Taksim Meydanı’na düşürmüş gibi hissediyor… Son yıllarda klasik repertuarı bıraksa da “Piyano her zaman hayatımda vücudumun bir uzantısı gibi oldu” diyor. Tiyatro müziği diyince akla gelen ilk isim olan Erken, ‘Ben Onu Çok Sevdim’ dizisinin müzikleriyle de karşımızda… Cihangir’de ‘o’ kafede buluştuk. Tiyatrodan, piyanoya, dizi müziğinden, Fazıl Say’a ve aşka dair o kadar çok şey vardı ki konuşulacak; biz muhabbetine doyamadık…

‘Kız Kafası’ albümünün ardından ‘İstanbul Kızı’ … Albüm isimleri bilinçli bir tercih mi? Birbirinin devamı hissi uyandırıyor?
Aslında Kız Kafası albümümün adı planlı gerçekleşmedi. Bir gün kendi yazdığım bir şarkıda aşka dair bir cümle dikkatimi çekti. Bir aşk ilişkisini ancak bir kadın bu şekilde yorumlardı ve onun üzerine galiba bu tam bir ‘Kız Kafası’ dedim. ‘Kız Kafası’ ismi benim tahmin ettiğimden daha çok insanların ilgisini çekti. Beni çok iyi ifade ettiği gibi bu isim, dijital medyada yaygın olarak kullanıldı, slogan gibi oldu. Albümüm hakkında konuşan herkes; eleştirmenler, dinleyiciler gerçekten albümün içeriğiyle isminin uyumlu olduğunu söylediler. Doğrusu bana da çok uğurlu geldi…Dolayısıyla ikinci albümümün ismini biraz daha dikkatle seçtim. İlk albümde tesadüfen bulduğum şeyi ikinci albümde bilinçli bir şekilde yakalamaya çalıştım. Uzun müddet bir iki tane albüm ismi üzerinde gidip gelmiştim. O sırada ‘Ah Ne Çiçeksin’ adlı çok eski bir İstanbul şarkısını keşfettim. Onun içinde de şöyle bir laf geçiyordu; “İstanbul kızıyım, çapkınım çapkın” diye. Bende şarkının adını “İstanbul Kızı” olarak çevirip albüme de adını verdim.

‘İstanbul Kızı’ ne bekliyor aşktan ?
Benim kendi adıma aşktan bir beklentim yok. Tabi ki insanlar ilişkilerden mutlu olmayı beklerler ama bu beklentiyi aşk dediğimiz bu çok büyük çok ihtiraslı duygunun üzerine yüklememek gerekiyor. Zaten toplum bir takım kötü kurallar koymuş; yani aşk gibi muhteşem bir şeyi evlilik gibi saçma sapan bir şeyle bitirmek gibi bir şey icat etmiş. Dolayısıyla benim aşka dair beklentilerim daha çok anlaşılmak üzerine. Birine aşıksam sadece onun anlamasını bekliyorum ki oda genelde olmuyor…

Albümünüzdeki şarkılarının birçoğunun sözleri size ait. Bu sözlerin arkasında bir kişi mi var yoksa ‘siz aşka mı aşıksınız?’
Ben aşkın organ gibi bir şey olduğunu düşünüyorum insan vücudunda. Kimliğe dair bir organ. Herkesin organları aynı düzeyde çalışmaz ya; aşkta da farklı insanlarda farklı düzeylerde çalışıyor. Benim aşk organım biraz fazla çalıştığı için zaman zaman kendine temalar buluyor, materyaller buluyor. İçimde hep aynı his var. Piyanoyu ilk gördüğüm zamanda aşık oldum, tiyatroya da. Çok aşık olduğum arkadaşlarım, kız kardeşlerim, ailem var. Onlara karşı da büyük bir aşk hissediyorum. Bir kadın erkek ilişkisinde duyduğumuz aşk ise insana aynı zamanda büyük darbeler vurabiliyor. Dolayısıyla bir hüzün dalgası geliyor ve ardından benim bu şarkılarımda su yüzüne çıkıyorlar..

Yaşanmış bir hikaye var mı?
Vallahi ilk albüm çıktığı zaman günlüğüm Taksim Meydanı’na düşmüş gibi hissettim. Nerdeyse tamamı yaşanmışlıktan yazılmış şeyler. Ama şarkılarımda yaşadıklarımı dümdüz bir şekilde anlatmayı tercih etmiyorum. Şarkılarım kendi yaşadığım şeylerden metaforik izdüşümlerle bir araya getirilmiş hikayeler.

Hiç utanmadınız mı?
Ben dobra bir insanım. İnsanlar aşık oldukları kişiye duydukları hisleri özellikle karşılıklı değilse yada karşılıklı ise bile o sırada muhteşem bir ilişki yaşanmıyorsa çok samimi bir şekilde ifade edemiyor. Birlikte değillerse ‘Aman iyi ki gittin zaten de ben sana fazla iyiyim, arkanı dön ve çık istenmiyorsun artık’ şeklinde ifade ediyorlar. Ben bu konuda göğsümü gere gere bir insanı seviyorsam onun ne hissettiğini fazla kaile almadan dobra bir şekilde söyleyebiliyorum. Utanmıyorum. Birini seviyor olmak hiçbir şekilde ayıp değil. Ki bazı insanlar bunu hastalık olarak bile nitelendirebiliyorlar. Aşka dair acımasız olabiliyor. Aslında aşkın ne olduğunu kimse tam olarak bilmiyor . Toplumun kurallarına uygun bir ilişki yaşıyorsan senin çok büyük aşk yaşadığını düşünüyorlar eğer bu genel-geçer kurallara dair bir şeyler yaşamıyorsan mutsuz, hastalıklı, karşılıksız ve üzüntü verici bir şeyler yaşadığını düşünüyorlar; ben de böyle düşünmediğimi anlatmaya çalışıyorum şarkılarımda.

TİYATRO VE DİZİ MÜZİĞİ AYNI SUDAN BESLENEN İKİ ALAN

Piyano ile hikayeniz nasıl başlıyor?
6 yaşında misafirliğe gittiğimiz aile doktorumuzun evinde karşıda duran bir alet gördüm. Merakla gittim. Çocuklar oynarlar ya ben bir tek tuşuna bastım -adının sonradan piyano olduğunu öğrendiğim şeyin. Ve çıkan ses sanki benimle konuşuyormuş gibi geldi. Çocukluğumdan hatırladığım nadir duygulardan biridir. Zaten başka da hiçbir tuşuna dokunmadan annemlerin yanına oturdum. Ertesi gün ağlayarak uyanmışım bana ne zaman piyano alacaksınız diye. Bir sene boyunca ağlayarak geçti. Sonunda babamın kalbi dayanmadı bana bir piyano aldılar. Ardından beni ne zaman konservatuara göndereceksiniz diye ağlamaya başladım. O zamanlar Tekirdağ’daydım, 70’li yıllarca taşrada yaşıyorsan zengin çocuğu fakir çocuğu olmak fark etmiyordu. Kurs yok, olsa da onu ilerletebileceğiniz alan yok. Fakat bir şekilde bütün aileyi perişan ettikten sonra 1984 yılında Ankara Devlet Konservatuarı’nın yolunu buldum. 800 kişilik aday kadrosunun içinden birincilikle kazandım bütün sınavları. Ankara Devlet Konservatuarı çok güçlü bir kurum, sonra da devamı geldi. Devlet Konservatuarının ardından Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları bölümde master ve doktora yaptım. Son yıllarda klasik repertuarı bıraktım ama piyano her zaman hayatımda. Bir anlamda  vücudumun bir uzantısı oldu.

2005 yılında şarkı söylemeye başlıyorsunuz.
Evet, ben çok geç şarkı söylemeye başladım. Hâlâ da kendimi şarkıcı olarak görmüyorum. Ben kendi sözlerimi ya da çok sevdiğim şairlerin yazdıklarını söyleyebiliyorum. Bir nevi şiir okuma gibi bir şey yapıyorum aslında.

‘Kız Kafası’ albümüne kadar neler yaptınız?
Cem Tuncer ile birlikte benim şarkılarımı çaldığımız bir grup kurduk. Albümün hazırlık aşamasına kadar sahnede çaldık şarkıları. 2008 yılında yavaş yavaş albüm hazırlıklarına başladım. Fakat o sırada daha Ada Müzik bünyesine girmemiştim. Dolayısıyla albümü çıkarmak neredeyse 3 senemi aldı. İlk albüm sancılı bir süreç yaşadı fakat ikinci albüm 3 ay sürdü.

Tiyatro müziği deyince akla gelen ilk isimsiniz … Şimdi ‘Ben Onu Çok Sevdim’ dizisinin müziğiyle karşımızdasınız.. Bu da tiyatrocuların yaşadığı gibi ekonomik bir kaygı mı?
Tiyatro, televizyon sektörü gibi ticari bir alan değil. Fakat dizi müziği benim sadece para kazanmak adına yaptığım bir şey değil. Kendi kariyerim içinde bir iki kere daha denemiştim. Çok da severek yapmıştım. İş olarak baktığınız zaman da dizi müziği çok aykırı bir şey değil tiyatroda yaptığımdan. Aynı sudan beslenen iki alan. Dizinin dönem dizisi olması benim iyice ilgimi çekiyor. Ama tiyatro çok daha naif, televizyon ise endüstri içinde yer aldığı için daha zor.

ALBÜMÜ HARCAMAKTAN DA KORKMADIM

Gezi Direnişi’nin sizde nasıl bir izi kaldı?
Ben kendi adıma çıkardığım minicik dersten bahsedeyim size. Bir aile sırrıdır; senelerdir annem Kandiller’de arayıp, ‘Babanın Kandil’ini kutlamayı unutma’ der. Ben Gezi’den beri her Kandil’de kimse bana hatırlatmadan babamı arıyorum. Birlikte yaşadığım insanların inançlarına daha saygılı olmamız gerektiğini öğrendim. Umarım bu herkes için bir mesaj olmuştur. Keşke bir komisyon olsa bu ülkenin en cin 20 kişisini bulsalar ve bu 20 kişi bu ülkeyi bir yere götürse. Bir komite tarafından yönetilmesini daha çok isterim. Bunlar gibi ütopik şeylerim var. (Gülüyor)

İstanbul Kızı’da direniş vakti çıktı karşımıza.. Öyle bir dönemde albüm çıkarmaktan korkmadınız mı?
O sırada hepimize bir cesaret gelmişti. Nasıl biber gazından korkmuyorduk, albümü harcamaktan da korkmadım. Tam 21 Haziran günü çıktı albüm. İnsanlar Gezi Parkında hayatlarıyla, özgürlükleriyle ilgili büyük kavgalar içindeyken “Ay ben Eylül’de çıkarayım da albümüm de daha fazla satsın” gibi bir şeye girmek istemedim. Hâlâ çalıştığımızı ve ürettiğimizi herkese, özellikle gençlere göstermek istedim. Korkumu içime attım. Bu da bir anı oldu. Bir şekilde bana uğur getirir diye düşündüm. Gezinin büyüsünü bekliyorum.

DÜNYANIN GÖZ BEBEĞİ BİR PİYANİST YARGILANIYOR

Fazıl Say yakın arkadaşınız.. Say’ın dava sürecinde yaşadıkları size neler hissettirdi?
Hepimiz üzülmeliyiz ama Fazıl üzülmesin. Ben o kadar üzüldüm ki ilk tepkim davaya müdahil olmaktı. Çünkü fikri ne olursa olsun herhangi birinin bu ülkede yazdığı şeyden dolayı yargılanmasını benim aklım almıyor. Fazıl’ın din üzerinden yaptığı konuşmalar her zaman yanlış anlaşılmıştır. Fazıl hiçbir zaman dine karşı değildir, dinin sömürülmesine karşıdır. Bu konuşmaları da belli çevreler tarafından başka yerlere çekildi. Umarım bir yerden düzelir bu dava. Hangi görüşten olursa olsun vicdanlı insanlar olduğuna inanıyorum adalet sistemimizde. Dünyanın göz bebeği olmuş bir piyanisti gülünç bir şekilde yargılamamak gerektiğini düşünüyorum.

Söylendiği gibi örgü örmekte de usta mısınız?
(Gülüyor) Örgü örerken inanılmaz rahatlıyorum. Atkılar örüp sevdiklerime armağan ediyorum. Fakat bir müddettir örgü öremiyorum. Çünkü yüne karşı bir alerjim oldu. Şimdi eldiven yöntemleriyle falan yeniden başlamayı düşünüyorum.

Burak Karakurt
5 Ekim 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; evrensel.net