Jiyan: Gezi’deki Ulusalcılar

gezi-ulusalcılar

İki gündür bu yazıyı tasarlıyorum kafamda. Söylemek istediğim birçok şeyi çoktan unuttum bile. Ve yazarken aklıma gelecek yeni şeyler olacak. Uyarayım; yazıyı bir taslak üzerinden değil doğaçlama yazacağım. Bu yüzden sıklıkla boş konuşacağım. Bu yüzden birçok yer de boş kalacak. Ama yazının konusu “Gezi İsyanı’nda Ulusalcıların Varlığı” üzerine olacak. Vira bismillah…

Yazıya uzunca vakit ayırıp alıntıları  ayrıntılı kaynakçalandırmak isterdim amma velakin uğraşamayacağım. Aklınıza takılan bir yer olursa yine kaynak veririm sonrasında.

Oyun teorisiyle başlamak istiyorum. Oyun teorisinin kullanılmadığı Su Ürünleri gibi birkaç disiplin kaldığına göre detaylıca bahsetmeye gerek yok. A Beautiful Mind falan işte. Evrimsel psikolojide kullanıldığı şekilde ele alırsak; Tutsağın İkilemi diye bir problemimiz var evvela. İki ortak hırsızlık yaparken yakalanır. Polis, kahramanlarımızı ayrı ayrı odalarda sorguya tabii tutar. Tutsakların önünde iki seçenek vardır: itiraf etmek veyahut reddetmek. Şimdi birinci tutsağa Ahmet ikinci tutsağa Mehmet dersek ve birinci tutsağın üzerinden gidersek ceza kanunu şu şekilde işlemekte:

  1. Ahmet suçu itiraf ettiği taktirde;
    1. Eğer Mehmet de suçunu itiraf ederse ikisi de 3’er yıl ceza alır.
    1. Eğer Mehmet suçunu inkar ederse Ahmet ceza almaz, Mehmet 5 yıl ceza alır.

b)   Ahmet suçu inkar ettiği taktirde;

1)   Eğer Mehmet suçunu itiraf ederse Mehmet ceza almaz, Ahmet 5 yıl ceza alır.

2)   Eğer Mehmet de suçunu inkar ederse ikisi de 1’er yıl ceza alır.

(Şöyle de bir grafiği var: http://3.bp.blogspot.com/-LxamX1fmbfM/UFd__hehMMI/AAAAAAAAEec/2pSjkcA_4MU/s1600/Game-Theory-prisoners-dilemma.png )

Ahmet’in ikilemi doğal olarak “Kıçımı nasıl kurtarırım?” sorusunun cevabını bulmak üzere. Ki burada bir ahlaki problem de yok. Önemli olan kendi kıçını kurtarmak. Eğer Ahmet suçu itiraf ederse 3 yıl ile 0 yıl arasında, eğer inkar ederse 1 yıl ile 5 yıl arasında bir kumar oynuyor demektir. Aynı şey Mehmet için de geçerli. İlk bakışta inkar etmenin cezasının 5 yıla kadar uzanması ve itiraf etmenin hiç ceza almama şansı sunması itiraf etmeyi çekici hale getiriyor. Fakat bu oyun tekrar tekrar oynandığı zaman işler değişiyor elbette. Örneğin ilk seferde Ahmet, Mehmet’e güvenemeyeceği ve 5 yıl ceza alma riskinin altına giremeyeceği için suçu itiraf ederse ve Mehmet de aynı gerekçelerle itiraf ederse ikisi de 3’er yıl ceza alır. Ve bu oyun defalarca oynandığında güven ortamı bir türlü sağlanamazsa her seferinde ikisi de birer yıl ceza almak yerine üçer yıl ceza alacakları ve ikisinin de zararına olacak bir duruma gelirler. Amma velakin güven kelimesi yanıltıcı olmasın. Bu oyunu sadece “güven” gibi sağı solu belli olmayan bir kavramla kazanmak mümkün olmayacaktır. Daha rasyonel bir yolu olmalı.

Oyunu üst üste oynadığınız zaman en etkili kazanma stratejisi TIT for TAT olarak belirlenmiş. Robert Axelrod’un sürdürülebilir işbirliği araştırmaları sırasında Anatol Rapoport tarafından geliştirilmiş bir stratejidir. Şimdi uzun vadede düşünecek olursak Tutsağın İkilemi’nde iki kişinin birden en kazançlı çıkacağı yol ikisinin de suçu inkar ederek 1’er yıl ceza almasıdır şüphesiz. Ancak diğer tutsağın suçu itiraf etmesine asla güvenemeyeceğimiz için karşılıklı kazanç durumuna gelebilmek için karşı tarafı manipüle etmek gerekir. TIT for TAT bir nevi kısasa kısastır. Bu strateji oyuna işbirliği yaparak başlamayı önerir. Ve bundan sonra rakibin bir önceki elde yaptığı hamleler tekrar edilecektir. Şöyle söylemek gerekirse:

  1. İşbirliği yap: Oyuna işbirliği yaparak (inkar ederek) iyi niyetini göstererek başla.
  2. Kindar ol: Eğer diğer tutsak seni satarak (itiraf ederek) ceza almaz ve sen 5 yıl ceza alırsan kindar ol ve bir dahaki sefere sen de onu sat. Böylece hem senin iyi niyetini suiistimal etmesine engel ol hem de kendini onun hareketine göre gelebileceğin en iyi konuma mevzilendir. Yani o seni satarken alabileceğin ceza ya 3 yıl ya da 5 yıl olacak. 3 yıl ceza almak senin için daha avantajlı.
  3. Bağışlayıcı ol: Şimdi sen suçunu sürekli itiraf ediyorsun ve diğer tutsak ceza almama şansını tamamen kaybetti. 1 yılla kurtulabilecekken sürekli 3 yıl ceza alıyorsunuz. Bu manipülasyon onu 1 yılceza almaya ikna edecektir ve seninle işbirliği yapmayı çekici hale getirecektir. Seninle işbirliği yapmayı denediğinde bağışlayıcı ol. Aslına bakarsan bunu yufka yürekli olduğun için ya da diğer tutsağa güvendiğin için yapmıyorsun. Senin de sürdürülebilir işbirliğine ihtiyacın var ve 1’er yıl ceza almak işine geliyor. Bu yüzden o suçu inkar ettiği anda sen de inkar et ve “güven” ortamıböylece devreye girsin.

Evet tonlarca karıştırıcı değişken var ve evet hayat matematikleştirelebilir değil. Hayat 1 ile 0 arasında değil. Ancak problemimizin ve stratejimizin yine de açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Her durumda bu şekilde karar almanın sağlıklı olacağını da iddia etmiyorum elbette. Yine de Marks’ın söylediklerinden çıkardığım strateji de farklı bir şey değil: “Dünyanın bütün işçileri birleşin!” Çünkü kıçınızı kurtarmanızın başka bir yolu yok.

Oyunun problematik olan ve bir stratejiyle oynanmasını  gerektiren temel sebep hiç ceza almama şansı sanırım. Tek seferlik oyunda itiraf ettiğin taktirde %50 ihtimalle hiç ceza almama ihtimalin var. Ama “komünistlerin üzerinde bir sorumluluk olarak” tanımlayabileceğimiz şey sürdürülebilir işbirliğini anlatabilmek ve proleterler arasındaki farklı gruplara işbirliğinin öneminden bahsetmek. Evet milliyetçi proleterlere de evet ulusalcı proleterlere de evet seksist olanlara da… Proletaryayı bu ideolojilerden uzakta bir yerde mi hayal ediyoruz yoksa? Hayır. Elbetteki bu ideolojilerin devamlılığında esas olan proleterlerin bu ideolojileri ne kadar sahiplendiğidir. Evet bu ideolojiler yukarıdan aşağı empoze edilir ve canlı tutulur. Ancak bu süreçte proletaryanın bu ideolojilerle kurduğu bağın sebeplerini kavrayabilmek önemli.

Not 1: Bu noktada en açıklayıcı teorilerden birisi Tajfel ve Turner’a ait Sosyal Kimlik Kuramı sanırım. İsteyenler şuradan bir göz atabilir: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/23/665/8472.pdf

Not 2: Konuyla ilgili bir komünistlerin yaklaşımıyla ilgili bir yazı da Berk Efe Altınal yazdı. Yazı türcülük üzerine olsa da benim açıklamaya çalıştığım “Gezi’de Ulusalcıların Varlığı” meselesiyle ilintili bir paralel okuması da yapılabilir: http://www.marksist.org/yazarlar/berk-efe-altinal/12889-isciler-v

Yine komünist tavır meselesiyle ilgili son bir noktayı da söylemek isterim. “Buddha veya İsa dünyaya tekrar gelip kendi adlarına yapılanları görseler ya gülerlerdi ya da ağlarlardı.” diye bir replik vardı The Man From Earth filminde. Marx ya da komünizm adına yapılanları görünce aklıma gelmiyor değil. Öncelikle komünizmi bir metodoloji olarak anlamaktan çıkarıp din analojisiyle tekrar kurgulamak ve onu cennet seviyesine koymak meselesi var. Aslına bakarsanız komünizm Muhammed’in cennetine hiç de benzemez ve bir ara dünyaya gelebilecek bir şey değildir. Wallerstein’ın “genç ve liberal Marx” olarak tanımladığı çizgisel antropolojiye inanan Marx’ın da pek fazla kullanılabilirlik değeri yok aslına bakarsanız. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto için ısrarla vurguladığı gibi bu bir “ütopya değil eylem kılavuzdur.” Tüm bu söylediklerimi temellendiren ve daha açıkça anlatan daha sistemli bir yazı yazarım başka bir zaman. Fakat şuan anlatmaya çalıştığımın özü şu: Komünistler modern şamanlar değildir. Biz insanlara cenneti vaat etmiyoruz, biz insanlara “devrime olan sevda masalları”ndan bahsedecek sosyalizm-seviciler falan değiliz, komünizmi gösterip sosyalizme razı edecek olan da bizler değiliz. Sadece insanların “benlik değerini yükseltmek için kullandığı” bütün ideolojik zırvaların ardından insanın içinde konumlandığı sınıfsal noktayı biliyoruz. Bu temelde pratik çözümler üretebilir, anlatabiliriz. Komünizme sevdalı gençler falan değiliz. Kolektif olanın çıkarlarının uzun vadede kendi çıkarlarımıza denk düştüğünü biliyoruz ve aslında “sadece” sıradan bir hayat sürmek istiyoruz.

İşte olan biten bu. Bu yazının çıkış noktası da geçenlerde internet üzerinden yapılan demokratikleşme paketi yayınıydı. (Arzu edenler şuradan izleyebilir: https://www.youtube.com/watch?v=I_Jmx87Tz6k ) Orada Gezi’de ulusalcıların varlığı/elenmesi gibi söylemlerin üzerine bu yazıyı yazmaya başladım. Katılımcılardan Bawer’in (Oh ya!! Demokratikleşme paketi sayesinde rahat rahat Bawer yazabildim. I <3 q,w,x) haklı olarak ulusalcılarla aynı ortamda bulunmakla ilgili çekinceleri vardı. Berk’in yazısını paylaşmamın esas nedeni de buydu aslında. Bu meselede bir şeyin ayırdına varmalıyız. Ulusalcı dediğimiz kesim sadece Cehapeli elitlerden oluşmuyor. Sadece “sosyal demokrat” formunu gördükleri CHP’nin, -Atatürk öldüğü günden beri yaratılmış- “her kalıba giren Atatürk” formülünün peşinden gitmelerini ve bu haseple kendilerine Kemalist demelerini bizim bildiğimiz modernist, militarist ve faşist bir yapı olarak Kemalizmle karıştırmamak gerek. Bütün ulusalcıları bu kaba almamız haksızlık olur. Sadece kendimiz için değil onlar için de. Hele ki 20li yaşlarının başında üniversiteli siyasetle henüz birkaç yıldır ilgilenmeye başlamış insanlara çok daha büyük haksızlık olur. Son olarak direniş döneminde sokaklara çıkıp “öteki”ni görmüş ve beraber yürümüş; “Her Yer Lice, Her Yer Direniş” demek için alanları doldurmuş insanlara hem haksızlık hem ayıp olur. Bizimle bu mecrada ne Birgül Güler yürüdü ne de Banu Avar. Elbetteki direniş Onur Öymen’i dönüştürmedi. Fakat “her kalıba giren, yaratılmış Atatürk” fikrinin altında birleşmiş insanları dönüştürdüğünü çok pratik bir noktada gördük.

Sanırım Badiou’nun türsel komünizm kavramına atıf yapmadan hiçbir konuşma yapamaz ya da yazı yazamaz bir hale geliyorum fakat bu kavramın pratik olarak ne olduğunu çok iyi anlamak ve anlatmaktan yanayım. Jessica Whyte şöyle yazıyor bu kavram hakkında: “ “ ‘Burada komünizm şu anlama gelir: kolektif bir kaderin ortaklaşa yaratılması,’ diye yazar Badiou. Böyle bir ortaklık ona göre türseldir [generic], bir bütün olarak insanlığı temsil eder ve somut kimlikler arasında devletin yarattığı çelişkileri aşma gücüne sahiptir. Kadın hekimler genç erkeklerin arasında huzurla uyuduklarında, bir grup Hıristiyan namaz kılmakta olan Müslümanları koruma amacıyla nöbet tuttuğunda, bir grup mühendis banliyölerden gelen gençlere moral vermeye çalıştığında, bütün bu durumlar ve icatlar hareket olarak komünizmi oluşturur.”

Elimizden bir şey gelmez. Ulusalcılar devletin içeriğiyle değil sembolleriyle ilgileniyor. Bu yüzden  “Andımız” kaldırılınca parlıyorlar, TC kaldırılınca coşuyorlar. Ki bu sembollerin kaldırılması devletin baskı mekanizmalarında bir değişiklik yaratmıyor. Sadece AKP’nin kurumsal zekasının eski hükümetlerden daha yüksek olduğu gösteriyor. Eskiden devlet pratiği gövde gösterisini severdi. Kürt’ün dağına “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazar, Ermeni’nin mahallesine “Talat Paşa İlköğretim Okulu” açardı. Bugün de cem evini camiiyle beraber kaktırmaya çalışıyor. LGBT’leri görmezden gelmeye devam ediyor ancak gidip LGBT’lerin yaşadığı gettolara “İbneliğin Lüzumu” yok yazmıyor. Tekrar söylüyorum. Ulusalcıların değerleriyle ilgili “kısa vadede” elimizden bir şey gelmez. Kimin söylediğini hatırlamıyorum ancak yayında katılımcılardan biri Kürtlerle ulusalcılar arasında itiş kakış oldu argümanına karşı “Gezi Parkı’nda olanlar tahmin edebileceğimizin binde biri bile değil.”demişti. Çok doğru. O zaman bu “diyalog ortamını” kullanmak zorundayız.

Pratik olarak en temel nokta “varolmak”. Bahsettiğim şey hoşgörü kültürüne entegre olmuş bir varoluş değil. (Şu yazıda anlatmıştım: http://yunusanilyilmaz.blogspot.com/2013/09/gokkusagi-bizi-devrime-gotur.html) Kendin olarak kimliğinle yani tekilliğinle varolmak. PKK gibi, eğilmeden bükülmeden “velev ki ibneyiz” diyen anti-heteroseksist mücadele örgütleri gibi varolmak. Tekillerin varoluşları ulus devletleri kökünden sarsan bir durumdur. O yüzden varlığımızı ortaya koymamız gerekiyor. Elbetteki devletin baskı mekanizmalarının bu varlığa sevecen yaklaşmayacağı aşikar. Sonuçta güç gücü muhatap alır. Devlet, gerek doğrudan şiddet mekanizmalarıyla gerekse toplumda diri tuttuğu baskı mekanizmalarıyla bunu engelleyecektir. Bu da bizim varolabilmek için ihtiyaç duyduğumuz güce sahip olma ihtiyacımızın sebebi zaten. Bu noktada protelerlerin bütün kesimleriyle bir TIT for TAT’e girişiyoruz işte. Bu noktada komünistler olarak durduğumuz pozisyon her kesimin varolmasını kabullenici yol olmalı. Aksi takdirde bu işler yürümez efendim. Toplumsal olarak bize bu imkanı sunan en sahici yer de direniş noktaları yani devletin olmadığı noktalar oluyor. Bu noktalar içerisinde ulusalcılara “dönüştürülebilir/dönüştürülemez bir nesne” olarak bakmanın dışında bir pozisyondan yaklaşmamız hayati. Ulusalcıların da iktidardan süpürüldüğü bu ortamda bize ihtiyaç duyduklarını unutmayalım. Şimdi bağışlayıcı olma pozisyonunda olmak durumundayız. Kuşkular, güvensizlik duygusu falan bunları bir kenara bırakalım. Rasyonel bir tavra ihtiyacımız var. “3 ay önce Medeni ölseydi bizimle beraber yürümezlerdi.” Evet. “3 ay sonra ölseydi yine bizimle yürümezler.” Belki. Fakat şuan bizim için en rasyonel duruş aynı zamanda üç ay sonra bizimle yürüyebileceklerini sağlayacak duruş direniş alanlarında “dönüşmeyen giremez”den öte “Ne olursan ol, yine gel!” olacaktır. Çünkü şundan eminim ulusalcılar illa dönüşeceklerse bu direniş alanlarından başka bir yerde olmayacak. Ve onlarda bu oyunun bir yerinde bugün yanımızda olmazlarsa yarın yanlarında olmadığımızı görüp bizimle işbirliği yapmak zorunda olduklarını anlayacaklardır.

Derdimi tam olarak anlatabilmiş hissetmiyorum. Takdir edersiniz ki yazdığım her bir paragrafı temellendirmek için sayfalarca sistemli bir tez ya da kitap falan yazmam lazım gelir. Derdimi anlatmaktan ziyade tartışabileceğimiz yeni fikirler doğurabildiysem ne mutlu.

Ağustos Tepesi
5 Ekim 2013
Kaynak; jiyan.org