Sendika.org: Görüntünün egemenliği mücadelesi: Egemenlerin propaganda, ezilenlerin direniş aracı olarak video – Tahsin Başkavak

Görüntü egemenlerin elinde etkin bir silah halinde halka çevrilmiş bir araç olarak kullanılmaktadır. Video ve fotoğrafın amaca bağlı olarak değiştirilebilen sunumu ile mesajı istenildiği şekilde taşıyan ve görünür kılan işlevleri buna imkan sağlamaktadır. Fakat bunun etkin kullanımı esas olarak egemenlerin elindedir. Yüz yıllık süreçte egemenlerin kullanımını etkinleştiren, belirli kılan ana unsur görüntü ve videoyu elde eden araçların yüksek maliyetleridir. Filmler, belgeseller ve haber videoları hazır kanaatleri oluşturan mesajların iletiminde işlev gören araçlardı. Hazır kanaatler düşünmeyi gereksizleştiren, neyi nasıl göreceğimizi ne düşüneceğimizi belirleyen, iktidarın göstermek istediklerini gören tek tip bir kanaat tipiydi.

heryerdirenis

Egemenlerin elinde büyük güç olan video yaşam tarzımızdan, inançlarımıza, düşünce ve fikirlerimizden, vereceğimiz oya kadar her alanda egemenlerin elindeki en büyük halkla ilişkiler silahı işlevini görmeye devam ediyor. Görüntünün çarpıtılabilmeye açıklığı, ses ile birlikte duygusal yönlendirmelere açık hale gelmesi, bilginin görüntü-ses ikilisi ile gerçeklikten koparılabilmesi egemenlerin elindeki manipülasyon aracı olmasının en büyük faktörüdür. CNN’in 1991 yılında Körfez savaşı sırasındaki petrole bulanmış karabataklı görüntülerini hatırlayalım. Görüntüler ekranlarda birbiri ardı sıra dönmüş ve haberinde şöyle denilmişti: : “Saddam Hüseyin, Körfez kıyılarındaki petrol tesislerini havaya uçurup denizi bir daha tarih boyunca temizlenemeyecek düzeyde kirletti.” Oysa görüntüler “Exxon -Valdez adlı tankerin yaptığı kaza sonucu (Alaska’da) denize yayılan petrolden kirlenen kuşlar” a aitti. Bu gerçek sonradan ortaya çıksa da tekrar tekrar yayınlanan bu görüntüler ile “sadece insanlara değil, hayvanlara bile eziyet eden Saddam” [1] imajı perçinlenmişti.

Egemenlerin halklarla kurdukları iletişim ise zaten halkla ilişkiler çabalarından ibaretti. Sömürüden ibaret kapitalist sistemi allayıp pullayarak sunmak, sistemin işleyişinde yeri olan yöneticileri büyük kurtarıcılar, mağdurlar, üstün insanlar, pek bir zekiler, gönülleri pek bol iyi mi iyi halk evlatları olarak sunup; artık miladını doldurmuşları, sisteme karşı çıkanları ise kötüler, caniler, katiller vs. olarak göstermek egemen sınıfın iş yürütme biçimiydi.

Kendisinden sonraki tüm propaganda alanına örnek olan Nazi yöneticilerinden Goebbels’in Propaganda Bakanı olduğunda ilk icraatı “Hitler’i tüm Almanya’da saygın yapmak için derhal O’nu ve Nazi partisini güçlendirecek Führer efsanesi’ni yaratmaya başlamak olmuştu.” Goebbels “kitleleri etkilemek için modern bir diktatörün öncelikle süper bir kişi ve halktan birisi olması, ulaşılmaz, mantıklı, kendi olimpik zirvesinde yalnız ve insanlarla kaynaşmaya hazır birisi olması gerektiğinin farkına vardı.” Ve “Führer’i insan dayanıklılığının ötesinde iradesi olan ve politik kararlarından dönmeyen birisi olarak gösterdi”.[2] Otoritenin sağlanabilmesi için iktidarın güç imgelerine dönüşmesi gerekmekteydi, bunun en basit yolu da güçlü kişi imgesini üretmekten geçiyordu. Ancak bir otorite haline gelmiş ve iktidarı tam olarak elinde toplamış lider, devletin olağan mekanizmasını yıkar ya da bir kenara atabilir, bürokratik işleyişleri aşarak belirlenen amacı bir tek kendi sözüyle oldurabilirdi. Halk ‘tek adam’ın sözlerinin, uygulamalarının doğruluğuna ne kadar çok inandırılırsa, bu uygulamalarla oluşan meşruiyet sorunu da o kadar kolay aşılabilirdi. Güçlü, hem kendi olimpik zirvesinde yalnız, ulaşılmaz, hem de halktan biri vs. şeklinde üretilen imgesiyle ‘tek adam’ halka yeri geldiğinde mağdur edebiyatıyla önümüzü tıkıyorlar diye de yaklaşabilecek, aynı zamanda da biz güçlüyüz ve halkın yararına bunları yapacağız ile iktidarın uygulamalarda yaptığı haksızlara karşı resmi kanalların kullanımını kaile almamayı bütünleştirerek sunacaktır. Yeniden ortaya çıkan bir meşruiyet sorunu da güç giderek açık seçik bir şekilde tek elde toplanıp özgürlükler askıya alınırken, daha fazla yalanla üstesinden gelinmeye çalışılan, insanlara verilen özgürlük ve demokrasi sözleriyle ters bir orantıyla ortaya çıkan çelişkidedir. Meşruiyeti sağlamak için sarf edilen yalanların da ‘tek adam’ etrafında yaratılan saygınlık halesi içinde kaybolması hedeflenir. Bunun da geçici bir çözüm olduğu açıktır. O yüzden halka sürekli hazır kanaatlerin sunularak tek tip bir kanaat tipi yaratılması egemen işleyişin asıl unsuru olacaktır.

Nazi Propaganda bakanı Goebbels’in dediği gibi egemenler açısından halka hazır kanaat sunulması ne iyiydi. Çünkü, ‘‘İnsanlar gerçek olaylar ve durumlar hakkında açık seçik bir malumata sahip olsalardı, bu haberleri okuyarak gitgide gevşeyip çökebilirlerdi”. Goebbels  bu sözlerinin arkasından “Alman halkının bütün bunları öğrenmemesi ne iyi! Sahip olacağı kanaat hazır halde önüne konuyor.”[3] demişti.

Bu kitleleri homojen bir yapı varsayan görüşün ürünü bir hareketti. Kapitalist dünyaya ait, kitlelerdeki akılcılığı yok edip, duygusal yapıları harekete geçirerek sloganlar, kalıplaşmış sözler, olumsuz tanımlamalar ile mantığı en alt düzeye çekmeyi hedefleyen bu propaganda tarzı sürü psikolojisini de hakim kılmaya uğraşır. Düşünme yetenekleri yok edilmeye çalışılan bireylerin kitleleşerek içgüdüsel bir şekilde irade sahibi olarak sunulan lidere-sürünün çobanına yönelmesini sağlamaya çalışır. Amaçlarının halkın çıkarlarına aykırılığı oranında gerçekdışı, mantığa aykırı, akıldışı ve hatta çoğu zaman komikliğe varan savları sürekli tekrarlayarak kitlelere bulaştırmaya uğraşan liderin düşüncelerini daha kolay benimseteceği varsayımı bu tarzın temel uygulamasıdır. Sürü çobanı-lider bunun için her türlü yalan ve hileye başvurabilir. Ve hatta yalanın boyutu ne kadar büyük olursa Hitler’in sözleriyle o kadar “zihni karışıklık (şaşkınlık), duyguların çelişkisi (tutarsızlık), kararsızlık (tereddüt) ve panik tohumları eker.” Hitler’in öğütleri günümüz egemenler dünyasında halen uygulanmaktadır. Yalanların pervasızlığı bize Hitler’in öğütlerinin hala tutulduğunu anlatır. Hitler “Eğer yalan söylerseniz ve hiç kimse kasıtlı olduğundan kuşkulanmazsa, küçük bir şey söylemeyin. Çünkü yalan olduğu anlaşılır. En büyük ve düşünebildiğiniz en olanaksız şeyi söyleyin. İnsanlar gerçek olabileceğini düşünüp ona inanırlar. Yalanın büyüğü bir silahtan etkilidir.”[4] Demiştir. Yalanlar egemenler açısından aksi kanıtlanmadığı sürece yararlıdırlar. Fakat kitle iletişim araçlarına sahiplik ve egemenlik ile birlikte düşünüldüğünde aksinin kanıtlanması bile onların yararını eriştiği kitlenin büyüklüğüne göre zedelemez. Kaldı ki doğrunun kendisi dahi yanlış gibi gösterilebilir. Ya da yanlışın kendisi “ülkeyi pazarlamakla mükellefim”[5] sözünde olduğu gibi doğru olarak pervasızca sunulabilir. Hatta daha da ileriye gidilir ve ülke kaynaklarının peşkeş çekilmesine karşı çıkanlar ‘vatan hainliği’[6] ile bile suçlanabilir.

Burada baba figürünü oluşturmak da önemlidir baba figürü ve ‘Führer’, ‘Duçe’, ‘Başbuğ’ olarak kitlelerin önüne sürülür.[7] ‘’Hitler her şeyin en iyisini bilir, her şeye bir çözüm bulacaktır. Bu yanıt, babanın doğaüstü gücüne duyulan çocukça güveni yansıtmaktadır.’’(Reich, 1979: 100) Son günlerde etkinliği iyice artan ‘Usta’ söylemi de yanlış yaptıkça, kan döktükçe, gerçek yüzü ortaya çıktıkça imajı kurtarma çabasıyla öne sürülmeye çalışılan baba figürünün ifadesidir. ‘Usta’ yaptığı işte ustalığını kanıtlamaya çalışıp gelecek icraatlar için süre isterken, Anadolu’nun kültürel kodlarından da faydalanır. Çünkü ‘baba’ çocukluğumuzda her şeyi yapmaya kâdir gördüğümüz, her şeyi bilen, muktedir ve her işte usta olandır. Ayrıca baba figürü olarak öne sunulmasında, yıllardır peşi sıra ölümler ve katliamlarla birikmiş öfkeye ‘öldürttüm ama sor bir, neden öldürttüm’ sorusu ile birlikte ‘hem döven hem seven’ baba imajı yaratma çabası da vardır. Bu tüm manipülasyonunun yanında bir korkunun da ifadesidir. Babalar hem sever hem döver ve çocuklar da onu böyle kabul edip affetmelidir. Bu da Anadolu’da çocuk-baba ilişkisine işlenmiş en önemli kodlardandır. Kapitalizm ise zaten, içimizde bulunan her türlü duygu ve düşünceyi alıp hoyratça kullanması ve kendi içimizde zaten var olan şeyleri, korku ve sevinçleri, inanış ve güzellikleri bizlere karşı silaha çevirebilme becerisi sayesinde yaşamaktadır.

Tüm kendine karşı toplulukları, düşünce sistemlerini suçlu olarak ilan etmek bu politikanın bir başka unsurudur. Çünkü ancak bu şekilde icraatlarının sonucunda oluşan olumsuzluklardan ve kendi hatalarından başkalarını suçlu gösterebilir. Bu pratiklerde Naziler halen en büyük öğretmenleridir. Nazi teknikleri  “Her olaya ve kişiye belirli bir ifade ve slogan takarak, kendi düşüncesini sözcük oyunlarıyla sistemleştirerek, sözcük klişeleri ile” işlemek, mesajı oldukça basit hale getirmek ve önceden var olan geleneksel kin, etnik çatışma, mezhep ayrılıkları vs. ye dayanarak “her olaya ve kişiye çarpıcı bir sıfat ve slogan takarak yayılmayı hızlandırmak”[8]şeklinde uygulanmaya devam edilir. “Çapulcular”, “Tencere tavacılar”, “faiz lobisi”, “geziciler”, “camiye ayakkabılarıyla girdiler”, “gezizekalılar”, “benim başörtülü bacım” vs. bunun en yakın örnekleridir.

Böylelikle zihinlerde gerçeklere yer değiştirilir. Katliamlar, hak ihlalleri, acımasızca kullanılan şiddet, kent yağmaları, işgal ve yağma tersine çevrilir ve duygusallaştırılmış bilinç üretimi ile gerçek tepetaklak edilir. Gerçekliğin bilgisi değil, yalanın gerçekmiş gibi kabul edilmiş fikrinin, tek tipleştirilmiş bilinci oluşturmasına çalışılır. Sürekli tekrarlanan yalandan beslenen bu fikirler, gerçeğin bilgisiymiş gibi bulaşıcı bir şekilde toplumun ortak kanaati haline getirilmeye çalışılır. “Fakat egemen güç imgeleri tatminkar olmaktan o kadar uzaktır ki, modern toplumdaki gerçeği öğrenme ve netleştirme dürtüsü giderek daha rasyonel ve zorlayıcı bir hal alır.”[9]Gerçeği öğrenme ve netleştirme arayışının bertaraf edilebilmesinde ise görüntünün kullanımı en etkili araçtır. Kitle iletişim araçlarına sahiplik de zaten eldeki kozdur. Anlatının görüntü ve ses ortaklığı ile manipülasyonuna açık olan videonun kullanımı kamu spotlarından haberlere, sinema filmlerinden belgesellere kadar geniş bir alanı kapsar ve hepsinde de politik bir etkinlik bulunur.

Rambo ve türevleri olan filmleri hatırlayalım. Bu filmlerde kahramanlar Vietnam’daki esir Amerikalı askerleri kurtarmak için Vietnam topraklarına gizlice girer. Ve film boyunca bir dizi katliam yapar. Bu filmlerde en başta, izleyici film kahramanının tarafında konumlandırılır ve filmlerde kahramanın öldürdüğü kişi sayısı ne kadar fazla olursa olsun bu bir katliam olarak görülmez. Onlar sadece hak eden ve dünyadan ayrılmaları iyi olan kötü adamlardır. Vietnam’da kalmış savaş esirleri savının, Vietnam savaşını daha büyük saldırı ve şiddetle sürdürmek için Amerikan hükümeti tarafından uydurulmuş bir yalan olduğu yıllar sonra ortaya çıksa da[10] bu filmler aynı yalanı tüm dünyanın zihninde gerçekmiş gibi canlı tutmuştur. Bu filmler aynı zamanda bir başka ülke topraklarını işgal etme, gizlice girip saldırma, ülkede bireysel terör uygulama vs.’yi de zihinlerde meşrulaştırır. Bunu ‘kızıl tehlike’, ‘savaş esirlerini kurtarmak’, ‘medeniyet götürmek’ vs. üzerinden yapar. Bu meşrulaştırma bugün de ‘kimyasal saldırı yapıldı’, ‘halka zulmedildi’, ‘Sünni kardeşlerimize ayrımcılık’, ‘demokrasi götürmek’ vs. üzerinden yapılmaktadır.

Filmlerin yalandan, kara propagandadan, gerçeğin tahrif edilmesinden beslendiği kadar haber videoları da beslenir. Herhangi bir olayın bir parçasının görüntüsünü kendi düşüncenizle harmanlayarak seslendirdiğinizde manipülasyon aracı elinizde hazırdır. Bunun örneklerinden bir tanesini Gezi direnişi sürecinde ‘Gezi Parkı’nda bayrak yakıldı”[11] haber videosunda gördük. Video 2010’da olmuş bir olayı Gezi eylemlerinde yeni olmuş gibi sundu. Ve bu sunum siyasilerin elinde halka karşı sürekli tekrarlanarak bulaşıcı hale getirilen bir propaganda malzemesi oldu. Yıllarca süren ülkeyi ve halkı sevmenin bayrağı sevmekle bir kodlanması ve bayrağın her türlü kanunsuzluğu, yağma ve katliamı örttüğü simgeleştirme süreci ile birlikte ele alındığında, eylemciler bayrak yaktılarsa işte onlar bu halka, halkın çıkarlarına düşmanlar düşüncesi propaganda malzemesi haline getirildi. Artık halk bir kez daha biz ve siz diye ayrılabilir ve talepleri dikkate alınmayabilirdi. Bayrak yakma olayının ve benzerlerinin yalan çıkması bile önemli değildi çünkü egemenler zaten halka karşı yalan söylemeden egemen olamazlardı. Dahası yalanın, yalan olduğunu duyuracak araçlara da zaten egemenler sahiptiler.

İletişim teknolojilerinin geldiği nokta itibari ile bu araçlara sahipliğin farklı biçimlerinin oluşmaya başladığını ve bu noktadaki egemen sahipliğin alternatiflerinin oluştuğunu giderek net bir şekilde görüyoruz. Kapitalist üretimin kendi içsel ilerlemeci ve rekabetçi doğasıyla da koşut olarak teknolojik aletlerin gelişmesi ve bunun yanında da her sınıfsal yapı ve gelir grubu için pazar arayışıyla beraber sınıflanması, bir yandan da bir geride kalan teknolojik aletin ucuzlaması, kapitalist pazar payını yükseltmekle beraber teknolojik aletlere erişimi de kolaylaştırmıştır. Bu erişimin sonuçlarını daha önceki zamanlarda örgütlenme yasakları ile karşılaşan işçilerin örneğin Güney Kore’de internet üzerinden örgütlenerek greve gitmesi ve dünya işçilerinin bu grevi takip ederek destek vermesi, Türkiye’de Tekel işçileri eylemlerinin dünyanın her yerinden internet aracılığı ile takip ediliyor hale gelmesinde görmüştük. İletişim teknolojilerinin gelişmesinin ve yaygınlaşmasının bir diğer yüzü ise hem telefon hem de web üzerinden, şirket ve hükümetlere kimin ne yaptığına dair izlenme ve denetlenmeye yönelik imkânlarını da genişletmiş olmasıdır. Fakat  tüm üretimler belli mekânlarda, belli tarzlarda kendi evrimlerini oluşturur ve bu evrimlerin içinde tüm oluşumlar kendi karşıtlarını da beraberlerinde üretirler. İletişim teknolojileri bu noktada incelendiğinde dünya genelinde tüm bu takip ve denetim altında tutma teknolojilerine karşı da, uzmanlaşmış işgücünün açık kaynak yazılımlarının doğasına uygun şekilde hem maddi temelli hem de direniş kaynaklı anti-programları da ürettiğini görüyoruz. Bu durum ise iletişim teknolojilerinin kendi içerisinde dahi program temelli direniş noktalarının oluştuğunun göstergesidir. Aynı şekilde uzman işgücüne ek olarak açık kaynak kodlu yazılımların da sağladığı imkânlarla, konuya meraklı birçok kişinin bu direniş noktalarına katıldığı da görülmektedir.

Gezi direnişinde ise tüm takip, denetim ve kontrol mekanizmalarına rağmen kitleselleşen bir şekilde gerçeği tahrif eden ve halka eylemlerin meşru olmadığını empoze eden propagandaların karşısına çıkan gerçeğin görüntüsü eylemliliğini gördük. Bu, ne etkileyici bir ses tonu ile manipüle edilmiş ve halka karşı gerçeği çarpıtmadan ibaret bir görüntü sunumuydu, ne de birbirine eklenmiş kurgulardan ibaret bir seyirlikti. An be an internete çoğunlukla telefonlardan eklenen videolar gerçeğin yalın, katışıksız olduğu gibi sunumuydu. Bu sunum önemli bir ölçüde egemenlerin elindeki kitle iletişim araçları tekelini dahi kırdı. Çünkü gerçek internette yayılan kısa videolardaydı. Hatta gerçek Türkiye’nin dört bir yanından an’ı belgeleyen ve gösteren Ustream üzerinden yapılan canlı yayınlardaydı. Bu canlı yayınların duygulara hitap ederek görüntüyü manipüle edecek bir sese ihtiyacı yoktu. Çünkü sesin kendisi gerçekliği duyurmaktaydı. Polisin acımasızca attığı gaz bombalarına, akreplerin insanları ezmeye çalışmasına karşı anlık çıkıveren, dehşet ve korku ile koy verilen hayret nidaları, polisten, akrep ve tomalardan kaçarken telefonu elinde taşıyan kişinin giderek artan nefes sesleri, ele geçmeyince ve sağlam bir köşe bulup saklanıverince rahatlama konuşmaları, mücadeleye tekrar toplanıp dönerken edilen neşeli konuşmalar görüntünün gerçekliğini bizlere anlatan seslerdi. Manipülasyondan, çarpıtmadan, duygu sömürüsünden, yalandan uzak gerçeğin kendisiydi.

Gerçeğin bu sunumuna eşlik eden bir başka önemli unsur ise tüm bu görüntülerin profesyonel-amatör kameralarla olsun, cep telefonlarıyla olsun video alanında etkin biçim olan mülkiyet düşüncelerini yıkmasıydı. Çünkü bu videolar herkese açık bir şekilde Facebook, Youtube, Vimeo vs. gibi sosyal paylaşım ağları olan sitelerde herkesin erişimine açık halde yayınlanıyordu. Gezi direnişinin mücadele sahalarında yaşanan kardeşliği ve paylaşımı, an be an çekilen videolar için de söz konusuydu. Bireysel başarının ve ilerlemenin, mülkiyet ilişkilerinin pazarlandığı kapitalist dünyada elbette ki sinema, belgesel, video dünyası da hangi cenahtan olursa olsun mülkiyet ilişkilerine ve mülkiyetçi düşüncelere tabiydi. Ve gezi direnişi video alanında mülkiyet düşüncesinden kopabilmenin düşünsel temellerini belirginleştirdi.

İletişim teknolojilerinin geldiği nokta ise, bizlere kendi iletişim araçlarımızı oluşturma, gerçeğin görüntüsünü olduğu gibi sunma imkanını da giderek büyüyen ölçülerde vermektedir.

Haziran direnişinin içinde oluşan ve “Gerçeği Gösteren Kamera” sloganıyla yola devam eden ve “Direnişin medyasını birlikte kurma” çağrısı yapan Çapul.Tv örneği alternatif iletişim kanallarının ve videonun ezilenler elinde nasıl bir güce dönüşebileceğinin somut bir örneğidir.

Artık video’nun etkin kullanımı ile ilgili, egemenlerin tüm toplumu kapsayan halkla ilişkiler ve propaganda çalışmalarına karşı koyabilecek maddi pratikler ve düşünsel güç halkın eline maddi pratikler ile geçmeye başlamıştır. Video alanındaki bu mülksüzleşmenin ve kara propagandaları tersine çeviren tarzın nasıl şekilleneceği ve gelişeceği ise önümüzdeki süreçlerde kendisini belli edecektir. Şu ana kadar görünen ise bunun işçi sınıfı mücadeleleri lehine daha etkin bir şekilde kullanılabileceğidir.

[1] http://www.etha.com.tr/Haber/2010/06/10/dunya/kapitalizmin-ilk-kurbani-gercekler/
[2] 2.Dünya Savaşında İletişim ve Propaganda. Doç.Dr.Sezer Akarcalı, syf.97
[3] http://www.halkinhabercisi.com/tayyip-erdoganin-hitler-goebbels-propaganda-yontemi
[4] Akarcalı syf.86
[5] http://www.milliyet.com.tr/2005/10/16/ekonomi/aeko.html
[6] http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/kucuk-beyinli-de-olduk-haberi-7056
[7] Wilhelm Reich. Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı 1979
[8] Akarcalı syf.76
[9] Richard Sennett, Otorite syf.177-178
[10] David Harvey, Edward S. Herman. Kitle Medyasının Ekonomi Politiği Rızanın İmalatı.
[11] http://www.trthaber.com/videolar/eylemde-turk-bayragini-yaktilar-17812.html

Tahsin Başkavak, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Yüksek Lisans Öğrencisi
26 Eylül 2013
Kaynak; sendika.org