Marksist.org: Baskın Oran’ın halkaları ya da ‘aman bi tatsızlık çıkmasın’ – Meltem Oral

Baskın Oran Taksim Gezi direnişini kendi politik penceresinden daha iyi anlamaya çalışınca talihsiz yorumlar yapmış. Direnişin profiline yönelik sunduğu kategorizasyon doğru sonuçlara ulaşabilmesini engelliyor. Ancak öne sürülen argümanlar sadece Oran’ın değil, Gezi direnişine ‘başka’ bakan birçok kişinin ortak özellikler içeren fikirleri. Kişisel bir tartışma değil, genel bir politik perspektif sorunu yani. Baskın Oran’ın çizdiği çerçevede bu politik argümanlarla biraz tartışmaya çalışalım.

1. ‘Olayı’ başlatanlar diye aslında ilk günlerden bu yana sürüp giden bir efsane var. ‘Kim bunlar’ sorusunu sormak hareketi anlama çabasının bir ürünü olarak olumlu bir şey. Ancak yaşadığımız süreç Türkiye’de hali hazırda alıştığımız, verili siyasal deneyimlere benzemeyen bir süreç. Dolayısıyla alışılmış sınıflandırma, tanımlandırma girişimleri, ezber kurgular bugünü anlamamıza yardımcı olmuyor. Halbuki tarih kitaplarında her şey ne kadar kolaydı,”İlk kurşunu atan, savaşı başlatan, isyan çıkartan” kim varsa tanıyoruz. Bütün kitle hareketlerini olduğu gibi Gezi’yi de anlamak için ‘ilk gazı yiyeni’ tespit etmeye çalışıyorsak, yanlış yerlerde geziniyoruz demektir. Tabi ki bir anda parkın ortasına gökten aktivist düşmedi. Daha önce hayatında hiçbir politik meseleyle bağ kurmamış, kerameti kendinden menkul ve kendisiyle meşgul ‘bireyciler’ (bu bireyciler tanımlaması umarım Oran’ın hareketin mizahi ruhuna eşlik etme çabasıdır) 27 Mayıs gecesi rüyalarında Gezi’deki ağaçların kesildiğini görüp sabahına parka koşmadıklarına göre kepçeyi durdurmaya çalışma eyleminin bir politik birikimin ürünü olduğunu görmek gerekiyor. Daha açık ifade etmek gerekirse ‘ilk orada olan’ diye efsaneleştirilenler zaten hep ‘orada’ olanlar. 28 Mayıs gündüzü benim açımdan çeşitli eylemlerden, sol yapılardan tek tük tanıdık yüzlerin, ahbapların, yoldaşların yanı sıra esasen son birkaç yıldır farklı eylemlerle kendisini ifade etmiş olan kent hareketlerinden aktivistlerin parkta direnmeye çalıştığı bir sabah ve öğleniydi. Bu aktivistlerin çoğunun var olan siyasi partilerin politika yapışlarına itirazları nedeniyle henüz örgütlü olmadıklarını söylemek ayrı bir şey, onları kısaca antipolitik olarak özetlemeye çalışmak ayrı. Oran’ın Geziciler dediği aktivistler gayet politik olarak AKP’nin neoliberal kent politikalarına karşı çıkan ve üstelik bunu antikapitalist bir temelde yapan, çeşitli vesilelerle bunu sokakta da ifade etmiş olan, fakat başka bir yazıya konu olabilecek siyasi atmosfer nedeniyle kitlesel bir hareket, kampanya vb. yapılarla örgütlenmemiş olanlar. Hatta itiraf etmek gerekirse 31 Mayıs’a kadar mizahi olmaktan çok öfkeli bir ruh hali olanlar. Dolayısyla ‘iyi çevreci çocuklar’ çok kolaycı bir sınıflandırma biçimi. Zaten kentsel dönüşüm politikalarına karşı birikmiş bir deneyimin olduğu, bunun ise ağaç sevme çevreciliğinin ötesinde olduğu görülmeli. Ayrıca ilk günlerdeki iyi çevreci çocuklar tanımlaması hükümetin hareketi bölme girişiminin ilk hamlelerinden biriydi.

2. Gezi’ye 31 Mayıs’tan önce alkol yasağına karşı tepki motivasyonuyla sonra da ‘burdan AKP’yi deviririz’ hülyasıyla gelen ve salt AKP karşıtlığı üzerinden siyaset yapan ulusalcı, milliyetçi hatta ırkçı fikirlere sahip gruplar geldi. Bir ara He-Par’ı bile gördük ayol. Ulusalcılara karşı mücadele edilmesi, net tavır alınması gerekir, evet. Ancak Baskın Oran’ın esas tartışması ulusalcıların varlığı değil sanırım. Birinci maddesinde iyi çocukları tariflemeye çalışırken bir anda neden Taksim Platformu’ndan bahsettiğini anlamamıştım. İkinci maddede Taksim Dayanışması’nı kötü çocuklar sepetine eklemek içinmiş. Eylemcilerin politik profilini tanımlıyormuş gibi yol yapıp aslında okuyucuya Taksim Dayanışması ‘sonradan kurulan’, iyi çocuklarla bağı olmayan, ulusalcıları sokağa döken kurumdur mesajı vermeye çalışıyor ve bunu gözümüze sokarak yapıyor. Dayanışma’nın Taksim Projesi’ne karşı bunca zamandır sokakta yaptığı işlerden ve emeğinden bahsetmek bana düşmez. Kaldı ki eleştiriden muaf değildir, ben de birçok eleştiriye sahibim. Ama söz konusu yazıda Dayanışma’ya dair kimden alındıysa bu bilgiler, yanlış olmuş. Yanlış bilgilerin neticesinde de eleştiriden çok hedef gösteren bir yorum ortaya çıkmış. Doğrusunu edinmek için artık bütün memleketin tanıdığı ve hükümetin hedef haline getirdiği Dayanışma aktivistlerine ulaşabilir. Mesela işe gözaltına alındıklarında insan haklarına aykırı muameleye maruz kalan Dayanışma aktivistlerinden başlanabilir. Dikkatli bakarsanız orada belki ambülansı bile görebilirsiniz!

3. Bu “kırdökçüler” ise dolaşıma sokulan bir diğer efsane. İtiraf edeyim bugüne kadar kitlesel bir hareketin nasıl bir ‘solduyu’ geliştirdiğinden nasibini almamış biri olarak eylemcilerin hâlâ bu kadar barışçıl olma iradesine hep şaşırdım. 31 Mayıs gecesinden ya da barikatlardan bahsediyorsak o çok alkışlanan mizahın buralardan çıktığını da belirteyim.

Baskın Oran kabaca özetlemek gerekirse iyi çevrecilerin başlattığı eyleme solcuların çöreklendiğini, ortalığı yakan grupların türediğini sonra da hareketin ulusalcılara kaptırıldığını anlatmaya çalışıyor. Burada hedefine oturttuğu Dayanışma’nın ne kadar kötücül olduğunu göstermek içinse bu yargı kararı hikâyesine değiniyor. Böyle düşünen çok. Bu süreç boyunca aslında hareketi desteklemediğini açık bir şekilde söylemekten imtina eden herkes benzeri argümanları cımbızlayıp öne sürdü. Bu kısmı fazla uzatmayacağım. Sıradan bir aktivist olarak aklıma gelen tek şey; velev ki Dayanışma mahkeme kararını biliyordu ve kamuoyuna duyurdu. Sokaktaki binlerce insanın tasını, tarağını toplayıp “tamam o zaman” diyerek eve döneceğini mi sandınız? Dayanışma’yı harekete sonradan dahil olmuş ve aslen ulusalcıları sokağa döken güçsüz bir odak olarak tarifleyip sonra da insanları evine döndürecek etkiye, yetkiye sahip bir misyon yüklemek arasındaki çelişki ise bambaşka bir konu. En başından beri insanları sokağa çıkaran öfkenin polis şiddeti olduğunu ve bu şiddete yetki verenlerden hesap sormak istediğini neden görmüyorsunuz? Vali ve Emniyet Müdürü’nin istifa etmesini istiyoruz, bu kadar basit. Yüz otuz binden fazla gazın atıldığı eylemin ardından binlercemizin kafasına tesadüfen kapsül isabet etmemesine ve hâlâ hayatta olmamıza şaşırıyorsak, binlercemiz gibi şanslı olmayan kardeşlerimizin öldüğünü, en hafifinden gözünün çıktığını biliyorsak inanın ki “neden hâlâ eylem çağrısı yapılıyor?” diye değil “neden hâlâ polise yetki veriliyor?” diye soruyoruz. Ali İsmail kardeşimizi döve döve öldürdüklerini duyduğumuzda kimse bize ‘sokağa çıkın’ dediği için değil zaten sokağa çıkmaktan başka bir şey aklımıza gelmediği için, sessizce evde oturup, devlet güçlerinin yıllardır yaptığı gibi öldürüp sonra da hiçbir şey olmamış gibi olayı kapatmasına artık göz yummayacağımız için çıkıyoruz. Darbe girişimlerine karşı sokağa çıkarken kimseden izin almadığım gibi devlet şiddetini protesto etmek için de en yakınımdaki meydana çıkıp özgürce eylem yapmak istiyorum, hakkımdır.

Neden evlerimize dönmemiz gerektğine dair bir diğer argüman ise esnafın huzursuzluğu. Esnaf çocuğu olarak söyleyeyim; esnaf her zaman huzursuz. Şaka bir yana her zaman eylemlerin olduğu Taksim’de ‘eylemler yüzünden haklı olarak sopalanan’ esnaf, iki sene önce zabıta birer birer masaları topladığında, esasen Taksim’deki kentsel dönüşüm projesi nedeniyle masalarını sokağa çıkartması yasaklanan işletme sahipleri bilinçli bir politikayla ‘iflasın eşiğine’ getirildiğinde, birçok mekân bu dönüşümün bir parçası olarak zorunlu bir şekilde kapandığında, kapanan küçük esnaf dükkânlarının yerine AVM ve otel inşaatları başladığında sopalanmamıştı. Şöyle de ifade edilebilir, bugün esnafın huzursuzluğundan dem vuranların bir kısmı o gün de İnci Pastanesi ve Emek Sineması’nın kapatılmasına karşı protestolara burun kıvırıyordu: Esnafı savunmak bize mi düşmüş, bir işletme kapanır öbürü açılırmış, romantiklikmiş… Esnaf zarar etti mi etmedi mi tartışmasına girmeye gerek yok. Politik olarak Gezi hikâyesinden rahatsız olan, arkasında ‘hadi koçum’ diyen de varsa alır sopayı çıkar. Polis şiddetiyle bastırılamayan bir hareketi sindirmek için ‘vatandaş’ saldırganlar piyasaya sürmek devletin tarihinde aşina olmadığımız şeyler değil. Sopalı esnafın çözümü eylemlere polisin müdahale etmesine son vermektir.

Ancak bütün bu argümanlara tek tek cevap yetiştirmeye çalışmak beyhude bir çaba, farkındayım. Aslında bütün bu öne sürülenlerin ardında tek bir şey var: Kitle hareketi korkusu. Örgütsüz, politik deneyimden yoksun, kontrol edilmeyen bir kitle sokağa çıktığında kaos ve istikrarsızlık yaratacağı fikri ya da ‘aman bir tatsızlık çıkmasın’ kaygısı. O yüzden illa bütün sorumluluğun yükleneceği kötüler lazım, onlar olmasa eski rutinimize geri dönebiliriz.

Söz konusu olan Baskın Oran yazısı için tıklayınız

Meltem Oral
17 Temmuz 2013
Kaynak; marksist.org