Eskisi ve yenisiyle “barikat savaşları” – Foti Benlisoy

barikat

Askeri sorunlara, bilhassa da “ayaklanma sanatına” teorik ve pratik meyli nedeniyle “general” sıfatıyla da anılan Engels, 1890’larda, yani hayatının sonuna doğru, 19. yüzyılın ayaklanmalarının bir muhasebesine girişiyordu. Engels’e göre askeri teknolojideki gelişmelerden kentsel mekândaki dönüşümlere bir dizi faktör, barikat savaşlarının bir devrimci kalkışmadaki potansiyel gücünü zayıflatmıştı. “Bu söylenenler, sokak savaşının bundan sonra artık hiçbir rol oynamayacağı anlamına mı geliyor?” diye kendi kendine soran Engels’in cevabıysa katiydi: “Kesinlikle hayır. Yalnızca, 1848’den bu yana, koşulların sivil savaşçılar için çok daha elverişsiz, askerler için çok daha elverişli hale geldiği anlamına geliyor. Dolayısıyla, gelecekteki bir sokak savaşı, ancak, bu elverişsiz durumun başka etkenler tarafından dengelenmesi halinde zaferle sonuçlanabilir. Bu nedenle, büyük bir devrimin başlangıcında, bu devrimin ileri aşamalarına göre daha az görülecek ve daha büyük güçlerle yürütülmesi gerekecek.” Engels barikat savaşının kaderinin bağlı olduğu “başka etkenler” derken ne kastediyordu? Söz konusu yazısında meselenin dar anlamda askeri boyutlarına odaklandığından kastettiği ordunun, yani askerlerin morali meselesiydi. Bir sokak savaşı ve elbette barikatlar, ancak baskı aygıtında bir demoralizasyonu ve dolayısıyla da çözülmeyi tetiklediğinde başarı kazanabilirdi.

“Bu konuda hayale kapılmayalım” diye yazıyordu Engels, “ayaklanmanın sokak savaşında askerlere karşı, bir ordunun diğerine karşı kazandığı türden gerçek bir zafer kazanması, en az rastlanan istisnalardan biridir. Ama zaten, isyancılar da bu tür bir beklentiye nadiren sahip olmuştur. Onların tek amacı, (…) gündeme gelen manevi etkiler aracılığıyla askerleri zayıf düşürmekti.” Yani, “tüm örneklerde zafer, askerlerin savaşmayı reddetmesi, komutanların karar alma yeteneklerini yitirmesi ya da ellerinin kollarının bağlanması sayesinde kazanılmıştı.” Dolayısıyla “sokak savaşlarının” esas işlevi, somut (ya da askeri) güç dengelerini değil, moral dengeleri değiştirmesi, bu anlamda da baskı aygıtını bir krize sürüklemesi ihtimalidir. “Sokak savaşlarının klasik döneminde bile, barikatın etkisi, maddi olmaktan çok maneviydi. Barikat, askerlerin direncini sarsmanın bir aracıydı. Bu başarılana kadar ayakta kaldığında zafere ulaşılıyordu; kalamadığında, sonuç yenilgi oluyordu. Geleceğin olası sokak savaşlarında başarı şansını ele alırken de göz önünde bulundurulması gereken temel nokta budur.”

Engels’in vurguladığı “moral etkeni” sadece askeri anlamda değil, daha genel siyasal anlamda ele almak da mümkün, hatta gerekli. Böyle düşünüldüğünde barikat savaşı, ancak arkasına büyük bir toplumsal kabarışı aldığında, kitle hareketinin moral gücünü pekiştirdiğinde, baskı aygıtının zulmünü geniş kitleler nezdinde teşhir edebildiğinde, tahakkümle direniş arasında somut bir çizgi çekerek siyasal ayrımı berraklaştırdığında, düzeni “sokakta” paralize edip bir meşruiyet krizine sürükleyebildiğinde, düşman onun ardında “kışkırtıcıları” ya da “yağmacıları” değil de “halkı” gördüğünde etkili ve hatta efsunlu bir moral güce dönüşür. Tıpkı Gezi isyanında olduğu gibi…Yani barikat dar anlamda askeri bir taktik değil, moral bir güç, yani bir siyasal iddia haline geldiğinde anlamlı olur; yeni ve belki o zamana değin görünür olmayan bir saflaşmanın mekana kazınması anlamına geldiğinde sarsıcı bir etki kazanır.

Dolayısıyla barikat, “sokak savaşının” basit bir taktiğine indirgendiğinde gücü ve etkisini yitirme riskiyle karşı karşıya kalır. Baskı aygıtının değil 1848’ler, 1890’larla bile kıyaslanamayacak sofistikasyon düzeyi karşısında yenilgiye mahkum bir taktiğe. O nedenle polisiyle askeriyle baskı aygıtı, bizi sıklıkla mağlubiyetin neredeyse kesin olduğu kapışmalara kışkırtır, onun silahlarına yem olmamız için bizi şevkle “muharebe meydanına” davet eder, bu yolda olmadık provokasyonlara girişir. Bu oyuna bu kez gelmeyelim, hele hele Gezi’nin açığa çıkardığı o muazzam sosyal-siyasal enerji yanıbaşımızdayken. Polis şiddetini protesto elbet meşru ve gerekli, aslında kaçınılmaz. Ancak polis şiddetini protesto ettiğimiz eyleme yönelik polis şiddetini protesto ettiğimiz bir fasit daireye aman sıkışmayalım. Bir yerden sonra polis şiddeti dışında sokakta olmamızı açıklayan başka hiçbir nedeni hatırlamadığımız, sadece polis şiddetini konuştuğumuz bir noktaya sıkışabiliriz. Hükümet tam da böyle bir noktaya hapsolarak daralmamızı, tecrit olmamızı bekliyor, beklemekle kalmıyor, bunu teşvik ediyor. Açıkçası eylemlerimiz sadece polis şiddetine karşı tepkilere dönüşürse o zaman oyunun kurallarını “düzen partisi” koyuyor olacak, inisiyatif düşmanda olacak ve kendimizi sırf şiddete karşı yalın hayatımız için direnirken bulacağız. Oysa biz nasıl bir hayat için mücadele etmeyi seçtiğimizi unutmamalıyız. Aklımızda bulunsun: Bizi çoğaltacak olan, o “bambaşka” hayat için ortaya koyacağımız talep ve somut pratikler; yani mesela nasıl bir kent istediğimiz, hangi çalışma koşullarını redettiğimiz, özgürlük derken onun içini nasıl doldurduğumuz…

Kerametleri kendilerinden menkul olduğu için değil, her daim iyi yol arkadaşları oldukları için yine “eskilere” geri dönerek bitirelim. Rosa Luxemburg’un, nam-ı diğer “kızıl Rosa’nın” devrimin, yani radikal bir toplumsal dönüşümün barikat savaşlarıyla rabıtasına dair şu kısacık ifadesi kulağımıza küpe olsun. Rosa, “bir yandan devrimci kitlelerin siyasal eğitim ve liderliğinin burjuva partilerince üstlenildiği diğer yandansa devrimci hedeflerin mevcut hükümeti devirmekle sınırlı olduğu daha önceki burjuva devrimlerinde barikatlar üstünde kısa muharebe, devrimci mücadelenin en uygun formuydu” diye yazıyordu zamanında. Oysa ona göre, “devrimin sadece mevcut devlet iktidarına karşı değil, kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmayı hedeflediği günümüzde, (…) burjuva devrimlerinin eski ana formu, barikat savaşları, silahlı devlet gücüyle açık mücadele, artık devrimin tali bir boyutudur; proletaryanın bütün kitlesel mücadele sürecinde sadece bir momentten ibarettir.”

Yolumuz uzun ama biliyoruz ki, biz birarada durdukça göğün rengi daha da açılacak!

Foti Benlisoy
17 Eylül 2013
Kaynak; fotibenlisoy.tumblr.com