Kültür Mafyası: İsmail Saymaz ‘Gazetecilik vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi’

Gezi Parkı direnişi esnasında ve sonrasında gelişen atmosferde, farklı kaygıları merkeze alan tartışmalar yürütüldü. Direnişçilerin sosyo-ekonomik profilini çizme teşebbüslerinden, “Peki şimdi ne olacak?” sorusuna cevap verme gayretine, polis şiddetini çözümleme çabalarından, mizahın hakkını teslim etmeye kadar yürütülen tüm tartışmaların uğradığı mecburi durak basın ve basın özgürlüğü oldu. Yıllardır yapılan basın özgürlüğü tartışmalarına cevap yine medyanın kendisinden, direniş boyunca geliştirdiği tavırdan geldi: Artık kabul edelim basın özgürlüğü diye bir şey yok. Velakin, medyanın kendisinin çalıp kendisinin oynadığı bu tabloda inatla gürül gürül gazetecilik yapan, hassasiyetleriyle takdiri hak eden, duruşlarıyla sokakla bağını koparmadığını ispat eden isimler de yok değil. Hakkı teslim edilmesi gereken isimlerden biri olan gazeteci İsmail Saymaz’la basını ve takipçisi olduğu Ali İsmail Korkmaz davasını konuştuk.

?????????????

Fotoğraf: Muhsin Akgün

Gezi Parkı direnişi boyunca ve sonrasında en sert eleştiriler basına yöneltildi. Direniş, medyayı nasıl etkiledi?

Gezi bir eşik değil, bir sonuçtur esasen. Basının durumu tartışılacaksa, Gezi Parkı direnişinin tek başına belirleyici bir tarafı yok. Medyada Gezi öncesi ve Gezi sonrası diye bir ayrım yapamayız. En azından henüz yapamayız. Çünkü sonuçlarını henüz görebilmiş değiliz, daha sürmekte… Olaylar bazı illerde devam ediyor, tutuklamalar devam ediyor, davalar henüz yeni açıldı. Neye tekabül ettiğini henüz ayırt edemiyoruz.

Gezi ile medya arasında bir neden sonuç ilişkisi kuracaksak onu 2007’den başlatmak lazım. 2007’de aşağı yukarı bugün, Gezi’nin itiraz ettiği zemin ortaya çıktı. Normalde 2007’ye kadar AKP iktidarının kendisine mahsus bir medya inşa etme derdi yoktu aslında… Zaten elinde geleneksel araçları vardı: Yeni Şafak gazetesi, belli ölçülerde TRT ve Vakit gazetesi gibi sağ tandanslı gazeteler vardı. Onlarla yetiniyordu. Ana akım medyayı da etki altına almak, kanaatini oraya yansıtma biçiminde kullanabiliyordu. Zaten ana akım medyanın belli bir kanalı 2006’ya kadar destek veriyordu AKP iktidarına… Çünkü ana akım medyada korku AKP iktidarı değil, Cem Uzan’dı. 2001 seçimlerinde Doğan Grubu Tayyip Erdoğan gelmesin diye değil, Cem Uzan gelmesin diye uğraşıyordu. En büyük korku buydu. AKP iktidarının gelmesi olumlu/olumsuz bir etki etmedi. Hatta sıcak bakanlar oldu.

Sıcak bakanlar derken kimleri kast ediyorsunuz? Medya patronlarını mı?

Evet evet. Patronlar da, bazı köşe yazarları da…

Sonrasında?

2004-2005’te ulusalcı dalganın tekrar yükselmesiyle beraber, ana akım medyada Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Oral Çalışlar, İsmet Berkan gibi isimlerin ve onların çok önemsediği Orhan Pamuk’un hedef haline gelmesi ile zaten aslında AKP iktidarına, bunların derhal cezalandırılması yönünde bir “demokratikleştirici” bir etki anlamında basınç uygulandı. Özellikle AKP iktidarının böyle bir düşmanlaşma ilişkisi de yoktu, böyle bir bakışı da yoktu. Ne olduysa 2006 sonu 2007 başında oldu. Cumhuriyet Mitingleri, Hrant Dink cinayeti, Danıştay olayı, erken seçim kararının alınması, e-muhtıra… Bu dönemde AKP iktidarı şunu fark etti: Hükümet olmak devlet olmak anlamına gelmiyor, seçimle gelinse bile aslolan devleti ele geçirmek. Devleti ele geçirmekten kastım, yargı aygıtının dönüştürülmesi gerektiği… Bununla beraber bir ideolojik aygıt olarak basının da ele geçirilmesi gerektiği fikrini benimsedi. Ondan önceki iktidarlar kendilerine yakın gazeteciler ve gazeteler kurdular ama genele yaygın, bütüne belirleme gibi bir niyeti yoktu. AKP’nin de 2007’ye kadar böyle bir niyeti yoktu. 2007’den sonra böyle bir durum gelişti.

O zaman bu Türkiye için yeni bir durum.

Menderes dönemi hariç. Menderes dönemi de buna benzerdir.

Menderes dönemini ayrıca konuşalım… 2007’den devam edelim mi? İlk kırılma nerede yaşandı?

İlk vaka, TRT’nin etkin biçimde dönüştürülmesiydi. Kanallar çoğaltıldı ve TRT’nin kendisi propogandif bir aygıta dönüştürüldü. Açık propagandanın yapıldığı bir mecra oldu TRT. Ardından Özel Yetkili Mahkemeler ve Ergenekon’la beraber ivme sevilmeyen makbul olmayan gazetecilere doğru kaydı – ki zaten bu gazeteciler de AKP iktidarını sevmiyorlardı. Tuncay Özkan’ın kanalı Kanaltürk, Tuncay Özkan üzerinde mali baskı kurularak kanal elinden alındı, yandaş bir grup olan İpek Grubu’na verildi. İpek Grubu’nun medyaya girmesinin önü açılmış oldu. Tuncay Özkan Kanal Biz diye bir kanal kurmaya çalışırken, medyadaki varlığı ve gazetecilik hayatı bitirildi. Bu ironilerden biriydi. İpek Grubu nereden hatırlıyoruz, Bergama’da altın arayan işletmenin sahipleri… Matbaacılıktan geliyorlar. Bugün gazetesini aldılar, Bugün TV’yi kurdular. Sabah grubuna müdahale edildi, Ciner Grubu ile Dinç Bilgin arasındaki itilaftan yararlanılarak TMSF buraya el koydu. ATV ve Sabah gazetesinin içeriği değiştirildi ve hükümete uyarlandı. Zaten oranın devredildiği şirket, Çalık Grubu Başbakan’ın damadının abisinin başında olduğu bir gruptu ve enerji ihaleleri de daha çok bu gruba veriliyordu. O gruptan ayrılan Ciner de hükümete uyumlulaştırıldı.

Öte yandan yine 2007’de Doğan Grubu’na ait de benzer bir süreç işletildi. Tayyip Erdoğan miting meydanlarına Aydın Doğan’a ithafen “Sahibi sen değil misin, verme bunların parasını”, “Parasını sen vermiyor musun, sustur bunları” gibi söylemlerde bulundu. Hatırlıyorum Hürriyet binasına kaçak işçi çalıştırılıp çalıştırılmadığına dair müfettişler gönderilirdi. Oysa Hürriyet binasının etrafında kaçak tekstil atölyeleri doludur, oralara gitmezdi Hürriyet binasına gelirdi. Bu maliyeci ve belediyeci baskısıyla gazeteler sıkıştırıldı, absürd vergi borçları çıkarıldı. Doğan Grubu’nun üzerinde baskı uygulanarak televizyon ve gazetelerin elinde çıkarması sağlandı. Milliyet ve Vatan gazetelerinin, ardından Star Televizyonunun elinden çıkarılması sağlandı. Bunlar da Doğan Grubu daraltıldı. Öte taraftan NTV grubunun üzerinde başka bir baskı oluşturuldu, NTV’nin yapısı değiştirildi. Sonuç şu oldu: artık uydu, D-Smart- Digitürk veya karasal yayınlar fark etmez, ilk 40 sıradaki kanalların hepsinin Başbakan’ın miting konuşmasını verdiği bir tuhaf hal ortaya çıktı. Yazılı basında da durum benzer biçimde seyretti. Yeni Şafak televizyon kurdu, cemaat medyası kanallarını çeşitlendirdi.

Bütün bu tabloya göre medya iktidara doğrudan hizmet etmiyor mu? Neden bir cemaat medyasına ihtiyaç duyuldu?

Amacın ürün çeşitlendirmek olduğunu düşünüyorum. Hemen her grup yapıyordu, onlar da yaptılar. Yalnızca haber kanalları değil: çocuk kanalları da var Yumurcak TV, Kürtçe kanalları da var Dünya TV.

Hegemonik bir sürecin kurulmasını anlıyorum ben buradan. Nasıl gelişti süreç?

Sonuç olarak basın üzerinde olağanüstü bir hegemonya kuruldu. Televizyonların durumu destek veren ve karşı çıkamayan olurken, gazetelerde durumun 5 milyon toplam tirajın 4 milyonunun iktidara doğrudan destek verir bir halde olduğunu görüyoruz. Belli başlı gazeteler, Bugün, Zaman, Star havalimanlarında, AKP’li belediyeler tarafından marketlere verilerek müşterilere ücretsiz dağıtıldı. Devlet kaynakları kullanılarak bu mecralar, propagandanın aracı haline getirildi. Özellikle AKP iktidarını destekleyen liberaller buralarda istihdam edildiler. Geçmişte nasıl Genelkurmay propaganda siteleri kuruyorsa, bu defada Emniyet kökenli siteler ortaya çıkmaya başladı. Bugün MİT’in desteklediği söylenen internet siteleri var. Bunlar da iktidarın sosyal medya ayağını oluşturdular.

Böyle kuşatılmış bir medya ağında 2007’den beri seyreden “Hükümet olmanın, devleti ele geçirmek için yeterli olmayacağı” ilkesini polisiye yöntemler ve özel yetkili mahkemeler aracılığıyla hayata geçirmeye çalıştı AKP iktidarı… Torba davalar oluşturuldu mesela. AKP iktidarına ve cemaat otoritesine itiraz eden her kim varsa; eğilim, özne, kişi, grup fark etmez her eylem terörist eylem olarak tanımlanmak ve cezalandırılmak istendi. Her davranışın terörize edilmesi sonucu toplumda muazzam bir baskı ortamı oluşturuldu. Bu baskı ortamının örtülmesini ve sürdürülmesini sağlayan muazzam bir medya aygıtı oluşturuldu.

Toplumsal baskı, terörize etmek ve medya aygıtı oluşturmak yan yana gelince konuyu Gezi Parkı’na getirmek farz oluyor ister istemez.

Gezi Parkı işte bunun sonuçlarından biri olabilir. Sokağa çıkan insanların çoğu bu suskunluğa, soru soramamazlığa itiraz ediyordu. Başbakan’a Gezi Parkı ile ilgili soruyu ancak Reuters muhabiri sorabildi. Yüz binlerce insan, ülkenin her köşesinde meydanları doldurmuşken medyanın buralara ilişkin haberleri değil belgesel yayınladığı görüldü. Aslında sokağa çıkarken buna itiraz ettiler, itiraz ettikleri şey karşılarına çıktı. Eylemlilik sürecinde de bunu deneyimlemiş oldular.

Benzer bir seyrin Menderes döneminde de olduğunu söylemiştiniz. O dönemden konuşalım mı biraz?

Ciddi bir benzerlik var. Cumhuriyet tarihinin 23 yılı, darbeler, sıkıyönetimler ve olağanüstü hallerle geçmiş. Cumhuriyetin ilanını takip eden süreçte gazetecilerin üzerinde bir baskı olduğunu biliyoruz, muhalif gazetecilerin tutuklamaları gibi… Ama en keskin süreç Menderes döneminde yaşandı. Bugün nasıl AKP yanlısı basına “yandaş basın” deniyorsa, o zaman da “besleme basın” deniyordu. O dönem, devletin kaynaklarının doğrudan aktarıldığı antikomünizm ve Menderes iktidarının propagandasını yapan gazeteler varken, bugün eski bir AKP milletvekili olan Mehmet Ocaktan Akşam gazetesinin başına getiriliyor veya bir otoyol, bir baraj ihalesini devralan gruba bir gazete zimmetleniyor. Bir ulufe gibi, ihalenin bedelini, iktidarı destekleyerek ödemesi bekleniyor. Bugünün medyasının Menderes dönemiyle en temel benzerlik noktası budur. Öyle absürt örnekler var ki, dünyanın nüfusu 3 milyarken “Rusya’da komünistler 30 milyar insan kesti” diye haber yaptılar, Sovyetlerden uçan ve ayaklarında şifreli mesaj bulanan kuşların haberleri sık sık yaptılar, Sultanahmet Camisi avlusuna orak-çekiç çizen ve tutuklanan insanların haberleri, Kızıl Saçlı seksi Rus ajanları imgeleri gibi… 6-7 Eylül olaylarının fitilini ateşleyen de yine bu basındır. Menderes döneminde İttihat ve Terakki’den beri gazetecilik yapan isimler tutuklanırken, Necip Fazıl gibi kendilerine destek veren isimlere örtülü ödenekten paralar aktarıldı.

Menderes’in toplumu algılayışı ile Tayyip Erdoğan’ın toplumu algılayışı da aynıdır. Zaten, Başbakan bir siyasi göbek bağı çizdiğinde özdeşliği Menderes’ten kuruyor. Menderes, Özal, geçiştirilen bir Erbakan ve kendisi… Tıpkı Menderes’te olduğu gibi Erdoğan’a da toplumun koruyucu babası imgesinin yüklendiğini veya kendi kendisine bu imgeyi yüklediğini görüyoruz. Başbakan, toplumun, kaç çocuk doğuracağına, nasıl yemek yeneceğine, hangi saatler arasında ne yapması gerektiğine karar vermeyi zaten kendisinden beklenen bir görev olarak kabul ediyor. Fatih Altaylı’yla yaptığı röportajda “Başbakanlık ofisinde otururken vapurdaki gençleri görüyorum. Kızlar erkeklerin kucaklarında oturuyor. Bu durumdan rahatsızım” demesi, memleketi nasıl idare ettiğine ve nasıl bir algıya sahip olduğuna dair en iyi verilerden biri. Sahiplendiği bu misyonun toplumda karşılığı şu oldu: önüne gelen her insana parmak sallayamazsın.

2009 yılında yanlış hatırlamıyorsam Aydın’da seçim konvoyu geçerken “Allah belanı versin” diyen bir çocuk seçim arabasına alınıp boğazı sıkılmış ve çocuk Başbakan’a hakaretten yargılanmıştır. Yine aynı tarihlerde Harbiye’de rock festivali için toplanıp metal işareti yapan çocuklar, “bize hareket mi çekiyorsunuz?” diyerek götürülmüşlerdi. Mersin’de mitingte bir çiftçiye, Trabzon’da bir mitingte görme özürlü bir yurttaşa benzer uygulamalar yapılmıştır. Bu ve benzer çok olay var. Başbakan’ın inşa ettiği otoritenin kendisinde cisimleşmesiyle beraber sanki kanıksanması gereken, sanki olağanmış gibi onu algılamamız gereken bir davranış biçimine dönüştü. Bütün topluma parmak sallayacak, hayatımıza dair kararları o verecek bir figür olmak istiyordu.

Yeni bir medya inşası için bir kırılma noktası olarak kabul ettiğimiz 2007, Başbakan’ın kendisine veya başkaları tarafından Başbakan’a “tek adamcılık” gömleğinin giydirilmesi açısından önemli bir tarihtir.

Aslında bu süreç 2007’den sonra şöyle gelişti. Devlet ve kurumlar arası bir ittifak kuruldu. Devlette, emniyette ve yargıda öteden beri örgütlenen Gülen Cemaati, özellikle terörle mücadelede etkin yerlere getirildi ve yeni dönemin inşası buradan başladı. Bununla birlikte bürokraside ancak İçişleri Bakanlığında yer bulabilmiş dindar kadrolar giderek etkinliğini arttırdı ve ikisi arasında bir ittifak kuruldu. Bu ittifak, cemaatle AKP’li kadrolar arasında bir tür örtük, muhafazakar oligarşi mahiyetine büründü. Bu oligarşi, torba davalarla etkinliğini artırdı: Ergenekon, Balyoz, KCK gibi kendilerine muhalefet edebilecek hangi direnç odağı varsa onu, kanunun verdiği zor gücü ile tasfiye eden bir mekanizma olarak işletildi, kullanıldı ve çığ gibi büyüdü. Ama bu ittifak, MİT – Hakan Fidan olayında çatırdamaya başladı. Bu ikili iktidar yapısından, Erdoğan’ın lehine doğru bir tür tek adamcılık sistemine geçiş istendi. Tek adamcılığın sosyal iklimi örülüyor aslında…

Koruyucu baba figürü gibi…

Evet, tam da öyle. Başbakan, ODTÜ olayları sırasında, polis şiddeti gören bir öğrenciye “Kız mıdır kadın mıdır?” demişti hatırlanırsa… “Evinin sokağa düşmüş kızına” ağzının payını verir gibi bir edayla… O hepimizin koruyucu babasıdır, sevdiği ve sevmediği evlatları vardır. Dolayısıyla hepimizin hayatı, sosyal hayatımız ona ipotek edilmiştir. Böyle görüyor, böyle görmemizi istiyor. Tam da bu, esasen öteden beri siyasetle çok da ilgilenmeyen, çok da umursamayan, hayatları aktif bir siyaset içerisinde çok yoğrulmamış insanların canına tak ettiği an oldu. İnsanlar sürekli başlarında bekleyen, kulağını çeken, tehdit eden, korkutan bir otoriteye hayatın şartları gereği itiraz etmek zorundaydı ve etti. Biz edemedik.

Medya olarak mı?

Evet. Biz edemedik. Çünkü bizim onunla başkaca organik ilişkilerimiz var. Maddi, finansal… Biz itiraz edemedik. Ama toplumun böyle bir bağ kurmamış kesimleri, ellerindeki bu kudreti kullandılar ve itiraz ettiler. O parmağa, parmakla karşılık verdiler. Bence, o karşılık verildikten sonra da koruyucu baba imgesi alaşağı edildi. Artık katlanılması gereken bir yaşlı durumuna düştü. Öteden beri yıkılacağı korkusu taşıyan AKP ilk defa bunu somut olarak karşısında gördü: “Bizi sevmiyorlar ve parmak sallamamız artık onları korkutmuyor.” Korku eşiği geçildi artık. AKP’nin ele geçiremediği bir sosyal alan var barolar, odalar gibi. Sivil alanda başarılı olamıyor AKP, ancak devlet olanaklarına finanse edebildiği ve varolabildiği yerlerde etkili gösterebiliyor. Sosyal hegemonyası kırıldı, artık itirazın sesi yükseliyor ve bunu susturmak için geliştirilen hiçbir söylem para etmiyor. Bence AKP iktidarı artık doğal sınırlarına geldiğini ve geriye doğru gittiğini fark ediyor. Gezi Parkı’nın böyle bir etkisi oldu.

Direniş sonrasında oluşan atmosferdeki gazeteci tasfiyelerini nasıl yorumluyorsun? Akla hayale gelmeyecek insanlar işten çıkarıldı, 70’den fazla gazeteci işsiz kaldı.

İşsiz kalan gazetecilerin yaklaşık üçte biri Akşam gazetesi grubundan. Bana sorarsan, gönderilen gazeteciler aklıma hayalime gelirdi de onların yerine getirilecek insanlar aklıma hayalime gelmezdi. Mevlüt Yüksel mesela. Bu iktidarla öyle bir ilişkisi yoktu. Sevilay Yükselir mesela… 2007’de “Çankaya’da türban görmek istemiyorum” diyordu.

Öte yandan Nihal Bengisu Karaca, Hilal Kaplan en çok şaşkınlık yaratan isimler oldu…

İktidarın, entelektüel düzey olarak bu çizgiye gelebileceğini, bu kadar komikleşebileceğini hiç düşünmemiştim. Beş yıl önce karşına Cengiz Çandar, Ahmet Altan, Mehmet Altan gibi isimler çıkıyordu. Sahiden entelektüel adamlardı ve cevap vermekte zorlanabiliyordun. Geçmiş dönemin de mağduru olmuşlardı. Şimdi ise, Sevilay Yükselir geçmiş dönemin kaymağını yerdi ancak. Yiğit Bulut’un öyle bir çizgisi yoktu. Doğan Grubu’nda damat sayılırdı. İktidar bir alanı boşaltırken, istihdam etmek üzere öyle kişileri seçti ki bence durum olduğundan daha komik bir hale geldi. Mesela Yasemin Nak, doğal olarak yazılarına son vermek zorunda kaldı. O durumdan kendisi de rahatsız oldu. Daha ilk yazısında “Seni seviyorum Tayyip Erdoğan” diyordu, Tayyip Erdoğan’ın buna ihtiyacı yok. Sosyal alan kurutuldukça, kamu yolu ile finanse edilen medya bu kadar olur işte.

Meryem Gayberi kimdir mesela? Nereden çıktı?

Tanımıyorum. Şunu söyleyebilirim, daha entelektüeldiler. Ali Bulaç mesela… Entelektüel bir adamdır. İnançlarımız uyuşmayabilir, dünyaya aynı yerden bakmayabiliriz ama oturup konuşabiliriz. Ama bu iktidarın payına düşen entelektüel Mevlüt Yüksel, Hilal Kaplan, Nihal Bengisu Karaca değildi. İktidarın inişe geçmesinin ve dönüş yoluna girmesinin sonucu ve emareleri bunlar.

Bir araya gelme sebeplerimizden biri de Ali İsmail’i konuşmak. Ali İsmail Korkmaz davasına en çok sahip çıkan gazetecilerden birisin. Biraz hafıza tazeleyelim mi?

Bu çocuk 19 yaşında, işçi bir ailenin çocuğu… Abisi avukat. Özgür yetiştirilmiş, siyasi bağı olmayan genç bir adam. Metal dinliyor. Eğlenceli ve renkli bir çocuk anladığım kadarıyla. Memleketin her tarafında olduğu gibi Eskişehir de ayağa kalkınca, o da eylemlere katılıyor. 2 Haziran akşamı gerçekleşiyor hadise. Yunus Emre Caddesi’ndeki protestolara katılıyor arkadaşlarıyla beraber. Polisin gaz sıkması sonucu Sanayi Sokak’a kaçıyor. Sanayi Sokak, L şeklinde bir sokak. Sokak başlarında sivil ve resmi polisler, onlarla birlikte bekleyen eli sopalı siviller bulunuyor. Sanayi Sokak’ta bir fırın var. Fırının odunları alınmış, gösterici bekliyorlar, gelenleri dövüyorlar. Polis ve sivil olduğunu nasıl ayırt edebiliyoruz? Polislerde gaz maskesi ve cop, sivillerde odunlar var. O sokakta 1 – 1,5 saat kadar gelen herkesi dövüyorlar. Gözaltı yok, dövüp dövüp bırakıyorlar. İsmail de bu sokakta dövülüyor. Tanıkların ifadelerine göre önce bir kişi vurmaya çalışıyor, beceremiyor. Sonra ileride polisler yakalıyor, sivillerle beraber dövüyorlar yere düşüyor. Kalkmaya çalışıyor, bir daha dövüyorlar. Tekrar düşüyor, kafasını yere çarpıyor ve bayılıyor. Sonra kalkıp, kendisine gelmeye çalışıyor ve yüzüne bir daha tekme atıyorlar. Yere düşüyor bir daha. Kalkıp, koşmaya çalışırken ileride bekleyen polisler ayaklarına ve beline vuruyor. İsmail geçmişte kalp rahatsızlığı geçirmiş ve ameliyat geçirmiş bir çocuk bu nedenle kafasına herhangi bir darbe alması bile çok hayati sorunlara neden olabilir. Bu hadise gece 12 – 1 arasında oluyor. İsmail, arkadaşlarını arıyor. Arkadaşları yanına geldiğinde yara bere içerisinde, kolunu tutuyor. Birine “beni polis dövdü” diyor, bir diğer arkadaşına “hatırlamıyorum, beni dövdüler” diyor. Beyin kanaması başlamış, bu gibi belirtiler belli ediyor kendini. Düştüm diyor, siviller vurdu diyor, sopalarla vurdular diyor. Sokak başlarını tutanlar sivil bu arada, dediğim gibi resmi giyimli polisler değil. Sonra, hastaneye gidiyorlar. Anadolu Üniversitesi’ne bağlı bir hastaneye gidiyorlar Mavi Hastane deniyor… Tomografi çekilemiyor. Sonra Devlet Hastanesi’ne gidiyorlar. Doktor üstün körü muayene ediyor, bir film çekiyor fakat “sen de bir şey yok” diyor.

O meşhur doktor mu bunu söyleyen?

Evet evet. Hatta kolunda da bir kırık var, kırığı da anlamıyor. Kas gevşetici yazıp, omzunu bandajlıyor ve “yarın muayeneye gel” diyor. Poliklinik aynı hastane içerisinde olduğu için sabaha kadar koridorlarda yatıyorlar, bekliyorlar. Sabah olunca, “sen adli vakasın, seni karakoldan göndersinler” diyerek İsmail’le arkadaşlarını yolluyorlar. Onlar da nasılsa ilaç verdi diyerek eve gidiyor. Evde uyuyor, akşamüzeri uyandığında konuşamaz halde buluyor kendini. Sonra, Odunpazarı Karakolu’na gidiyorlar. Oradaki ifadesini ben yazdım zaten: “Dün hatırlama güçlüğü çekiyordum bugün artık konuşma güçlüğü çekiyorum” diyor. İfadesi neredeyse el işaretleriyle alınıyor. Kendisinin siviller tarafından sopalarla başına, sırtına, gövdesine vurulduğunu söyleyen kısa bir ifadesi var. Sonra hastaneye gidiyorlar. Eskişehir Devlet Hastanesi’nde tomografi çekiliyor ve bu kez beyin kanaması geçirdiği anlaşılıyor. Ardından Osmangazi Hastanesi’ne sevk ediliyor ve zaten bir daha uyanamıyor.

24 saat içinde hastane hastane, karakol karakol geziyor.

Evet evet, bunların hepsine yürüyerek, gezerek gidiyor.

Göz göre göre ölüyor yani. Aklın, vicdanın taşıyabileceği bir yük değil bu.

Biz iyileşir zannettik. Neden öyle düşündük bilemiyorum. Galiba Ethem’ler, Mehmet’ler aniden öldüğü için İsmail kurtulur zannettik, Lobna gibi. Çocuğu fark edemedik. Öldü gitti. Bizim ilgisizliğimizle bir alakası yok tabi ama vaktinde müdahale edemedik o dosyaya. Başka şeyler oluyordu, insanlar tutuklanıyordu, ölüyordu, 15-16 Haziran’a kadar direniş ve direnişin etkileri yoğun biçimde sürüyordu. İlgilenemedik. İsmail öldükten sonra babasının görüntülerini gördüm. Bu benim çok ağrıma gitti. Yıllardır gazetecilik yaparım çok ölü gördüm, ceset gördüm, ağlayan bir sürü insan gördüm. Benim tek dayanamadığım ağlayan babadır. Onu görünce çok rahatsız oldum. Öyle hastane kapısında…

Ondan sonra İsmail’in avukatına ulaştım. Avukatı baro atamış insanlık vazifesi gereği karakolda sorguya katılmış, İsmail ölünce onun için vicdani bir meseleye dönüşmüş. Sonra dosyayla ilgili ardı ardına haberler yaptık, şunu fark ettik. Soruşturma sürerken toplam 40 tane kamera görüntüsü alıyorlar, bunun 11 tanesinde o 2 saatlik zaman dilimine ait, polislerin elinde sopalarla koşarken görüntüleri var. Düşün, eli sopalı bir grup Eskişehir’in merkezinde 11 tane kameraya yakalanacak şekilde 2 saat boyunca koşturmuşlar. 40 kameranın 3’ü çocuğun dövüldüğü sokak başında ve içinde: biri hırdavatçı, biri fırın, biri de otel. Üçünün de harddisc’leri bozuk.

Bozuk? Otelin sahibi demedi mi, “Ben görüntüleri polislerle birlikte izledim” diye…

Sadece Beşik Otel’de, gece 12 – 2 arasındaki görüntüleri CD’ye aktarmışlar. Bir CD var, bir de harddisc var. Şimdi harddisc bozukken içinden nasıl görüntü aktarılabilir? Ancak görüntü alındıktan sonra bozulabilir. Görüntüyü alıp aktarıyorlar ve sonra harddisc’i bozuyorlar. Mesele bu, vahim olan da bu. Dahası o 2 saatlik CD’de de, İsmail’in olduğu 18 dakikalık görüntü yok. 00.15 ve sonrasına ait görüntüler yok. Doğukan Bilir isimli başka bir çocuğun dövülürken görüntüleri var. O çocuğun babası asker. Olayı öğrenince gidiyor otele, otelde görüntüleri izliyor. Sonra polisler geliyorlar.

Soruşturma aşamasına gelelim.

Soruşturmayı, bu görüntülere el koyan, dolayısıyla bozulmasından da sorumlu olan polisler yürütüyor. Otel sahibi, ben görüntüleri izledim ve sağlam teslim ettim diyor. Görüntüler sağlam teslim edildiğine göre bunu kim bozdu? Bu sadece polislere teslim edildiğine göre, başka kim bozabilir? Bunlarla hiç ilgilenmediler. İlgilenmedikleri gibi soruşturmayı jandarmaya devretmeleri gerekirken devretmediler. Soruşturmayı yine aynı polislerle yürüttüler. İsmail’i en azından öldürüldüğü anın görüntüleri tahrif etmesi muhtemel polislere soruşturmayı devrettiler. Üstelik, Eskişehir Valisi hiçbir polisi görevden almadı. Hrant Dink cinayetinden sonra Trabzon Jandarması’na soruşturma açıldığında, ilk etapta Jandarma cinayeti 6 ay öncesinde bildiği iddiasını tümüyle reddetmişti. Jandarma Komutanını ve diğer amirleri görevden aldılar, ilk duruşmada Jandarma erleri “Biz bunu biliyorduk” dedi. İnsanların konuşmalarının önünün açılması lazım. Burada Eskişehir Emniyet Müdürü görevinin başında, Asayiş Şube Amiri, Çevik Kuvvet Müdürü görevinin başında kim, kimin aleyhinde, niye konuşsun? Devlet, suçu örtmek üzere organize olmuş durumda. İsmail’in ölümünü birkaç tane eli sopalı sivil çakala yıkacaklar ve polis aradan çekilmiş olacak. Olay 2 Haziran’da gerçekleşti konuştuğumuz gün itibarıyla halen bir tane polis tespit edilmiş değil ve o sokakta 11 kameraya yakalanmış, eli sopalı koşan polis grubu yakalandığı halde. En azından İsmail’le bağlantılı olmasa bile o polislerin kendileri tespit edilemedi. Duruşmayı yürüten savcıya “Belki o sokakta bunlar vardır” diyerek 500 tane polisin fotoğrafı gönderildi. 500 fotoğrafın altında ne isim, ne sicil numarası yazıyor ne de görev yaptıkları yer yazıyordu. Üstelik, teşhis ve tespit edilemeyecek durumda fotoğraflardı bunlar. Bu fotoğrafları gönderen polislerin, görüntüleri kaybedenler olma olasılığı var. Dahası, sokakta hiçbir kadın görev almadığı halde, kadın polislerin de fotoğraflarını gönderdiler. Maksat kafa karışıklığı yaratmak. Bu soruşturmadan hiçbir şey çıkartmayacaklar. Vali ve Emniyet Müdürü görevden alınmazsa, amirler cezalandırılmazsa hiçbir gerçek ortaya çıkamaz. Devletimizin kendi tarihi bize bunu gösteriyor. Şimdi İsmail’i tam da dövüp dövmediği belli olmayan bir kişiye bu cinayet ipotek edilecek. Amaçlanan bu.

Ethem Sarısülük’ün öldürülmesinde sonra olayın geldiği nokta belli.

O olayda görüntüler var. Yoruma açık kabul edildi, öyle değerlendirildi ve ceza ona göre verildi. Ben öyle yorumlamazdım ama öyle yorumlandı. Çok acı tabi, aksini söylemek mümkün değil. Ancak İsmail olabilecek en barbar şekilde öldürüldü, sopalarla, 5-10 kişi tarafından defalarca dövülerek… Şunu da söyleyeyim Abdullah Cömert’in de ölümü henüz aydınlanmış değil. Polis gaz fişeği mi attı, kurşunla mı öldürüldü halen bu devlet tarafından açığa çıkarılmış değil. Ölümcül aşamaya gelmiş olmakla birlikte, ölümle sonuçlanmayan hadiseler var. Berkin gibi. O çocuğa kim gaz fişeği attı halen belli değil. Lobna mesela. Lobna’nın yaralandığı gün bir sürü kamera vardı orada. Gaz fişeğini kim attı? O da halen bilinmiyor.

Polis 14 yaşında bir çocukla, bir yetişkini nasıl karıştıyor?

Sürpriz değil. Uğur Kaymaz’ı da öyle öldürdüler.

Evet, bu hep olan bir durum ve tekerrür ediyor. Devletin zor kullanmaya gücünü teslim ettiği insanların bu inisiyatifi hunharca kullanmalarının önü tıkanmazsa daha da tekrar edecek.

Ama bunun güvencesi kim? Başbakan polislere sahip çıktığını söylerse olacağı budur. En son baktığım rakamlara göre Gezi Parkı eylemleri süresince uygulanan polis şiddeti ile ilgili 200 küsür dosya ve 256 şikayetçi vardı. Bütün bunlara 1 savcı tek başına bakıyor. Bu hiçbir davanın çözülmemesi, hiçbir davada şüphelilerin bulunmaması, hiçbir davada yargı önüne çıkarılmaması ve dolayısıyla örtülmesi demek. Bugüne kadar – Ethem Sarısülük olayı hariç – herhangi bir polise dava açılmış değil. Berkin, Lobna, Mustafa, gözlerini kaybedenler, yaralananlar hepsine tek bir savcı bakıyor. Buradan çıkacak adaleti düşün, Eskişehir’e uyarla. Türkiye’de polis şiddetinin nedeni cezasızlık güvencesidir. Bütün polis dosyalarında aynı şey vardır: açığa alınmazlar, soruşturma arkadaşlarına devredilir, tanık bulunur, delil bulunur, soruşturma ya hiç ceza almayacak ya da en az ceza alacak biçimde hazırlanır ve savcının önüne konur. Burada da o yol izlenecek.

Halkın vicdanına mı kalacak?

Halkın vicdanı çok subjektif bir durum. Sen anayasaya uy, ceza kanuna, imza attığın uluslararası sözleşmelere uy. Beni ilgilendirmez halkın vicdanı. Ha “Ne yapabiliriz?” dersen, o davaya özel çalışabiliriz. Festus Okey davasında olduğu gibi. Belki 10-15 yıl sürecek sonuca varmak ama tarihe geçireceğiz o davayı. Ali İsmail davası şimdi çok gündemde ama zamanla unutulacak. Avukatına “Biz sizinle yaklaşık 10 yıl boyunca görüşeceğiz” dedim. O davayı 10 yıl boyunca yüzlerce kez konuşup, yazacağız. Bu iş böyle. Tansu Çiller’in peşini hiçbir faili meçhulün hayaleti bırakmadı. Mehmet Ağar’ın peşini bırakmadı… Somut adalet talebi ve arayış 10 yıllık mücadeleler söze alınırsa sonuç alınamayacak şeyler değil. Mesela, yakın zamanda Süleyman Yeter’in katili yakalandı. 13-14 yıldır aranıyordu. Onun eşinin, arkadaşlarının çabaları akla hayale sığmaz. Ama bir kamuoyu var, Süleyman Yeter’i hiç unutmadı ve sonunda katili bulundu, cezasını aldı. Bu adalet mücadelesini göze alma meselesi, bu işin takipçisi olacak mı ne kadar uzun soluklu olacak. Ona bakmak lazım. Ali İsmail’in davası bugünden yarına çözülmez.

Bu röportajın yapıldığı günlerde Ali İsmail Korkmaz davasının durumu buydu. Sadece olaya karıştığı belirlenen Serkan Kavak tutuklanmıştı. Ancak baskıya girmemize yakın davanın seyri değişti. Jandarma Kriminal Dairesi’nin çalışmaları sonucu o geceye ait “kayıp” görüntüler ortaya çıktı. Görüntüleri silenin, sokaktaki fırında çalışan İsmail Koyuncu olduğu tespit edildi. Kayıtlar incelendiğinde, İsmail Koyuncu, Ramazan Koyuncu, Muhammet Vatansever, Ebubekir Harlar, Serkan Kavak ve polis memuru Mevlüt Saldoğan’ın Ali İsmail Korkmaz’ı ölümcül biçimde dövdükleri görüldü. Siviller, ifadelerinde “polise yardımcı olduklarını” beyan etti. Baskıya girdiğimiz tarih itibarıyla, olaya ilişkin olarak “Polisler karışmadı”, “Arkadaşları dövmüştür” gibi açıklamalarda bulunan Eskişehir Valisi Güngör Azmi Tuna, İçişleri Bakanı Muammer Güler veya herhangi bir devlet yetkilisi istifa etmemiştir.

Son kitabınız Sözde Terörist’te 30 ayrı dava dosyasını incelediniz. Kimdir bu “sözde” teröristler? Size bu çalışmayı yaptıran itici güç ne oldu?

Şöyle düşünüyorum: Bu ülkede artık, şiddete başvurmasanız da “terörist” sayılabiliyorsunuz. Zira siz bilinçli bir eylemle “terörist” olmuyorsunuz; ilan ediliyorsunuz. Bilhassa ABD ve Avrupa’da 11 Eylül’den sonra uygulanagelen “Düşman Ceza Hukuku” 2005 yılında özel yetkili mahkemelerin faaliyete geçmesiyle Türkiye’ye taşındı. Böylece “polisler-savcı ve hakim” marifetiyle devlet, siyasal ve toplumsal alan düzenlendi. “Terör” ve “Organize Suçlar” konulu soruşturmalar devletin ve toplumun dönüştürülmesinde araçsallaştırıldı. Hukukilik değil, siyasal nitelik gösteren bu dava ve soruşturmalar eliyle, “ileri demokrasi” inşa edildi.

Düşman Ceza Hukuku, yurttaşı ikiye ayırır. İlki, işlediği suçtan sonra cezası verilen ve cezasını çektikten sonra yeniden topluma katılan bireylerdir. Bunlar yurttaşlardır. Otorite açısından tehlikeli görülenlerin ise suç işlemesi beklenmez. Onların herhangi bir eylemi, daha düşünce aşamasında bile suç sayılır. Toplumsal alandan dışlanır, yurttaşlıktan düşürülürler. Bu bireylerse sistem açısından “düşman” kabul ediliyor.

Hali hazırda ÖYM’ler, mirasını devraldığı, devlete karşı işlenmiş suçları yargılayan DGM’lere ek güncel siyasil iktidara ve onun koalisyon ortağı durumundaki Fethullah Gülen Cemaati’ne yönelik bütün davranış, eylem ve düşünceleri “terör suçu” sayıyor ve cezalandırıyor. Oligarşik bir niteliğe dönüşen siyasal blok; dilinde ve kimliğinde ısrar eden Kürdü de, parasız eğitimi gündeme getiren sosyalisti de, AKP iktidarına mesafeli askeri ve askere sıcak bakan ulusalcıyı da, resmi inanç ve mezhebe aykırı bir çizgi izleyen Hizbuttahrir gibi İslami oluşumları da “düşman” ilan ederken, onların her bir değerini “sözde” sıfatıyla değersizleştirmeye çalışıyor.

Yeni terörle mücadele konsepti ya da “OHAL’in olağanlaştırılması” diyebileceğimiz bu sürecin sonunda “terör” denilen enstrüman, toplumdan devlete yönelik yıkıcı bir silah değil, tam aksine iktidardan topluma, onu daha da baskı altında tutmak ve kendisini süreklileştirmek için kullanılıyor. Ortada, devlete karşı başkaldırmış bir grup değil, bir “devlet terörü” var.

Meclisin muhalefete kapandığı, milletvekillerinin tutuklandığı, gazetecilerinin susturulduğu bir toplum, iktidar tarafından alenen şiddete itiliyor. Toplumun karşısında iki seçenek beliriyor: Ya şiddete yönelecek ya da susacaktır. Zira şiddete başvurmayıp barışçıl temelde hak arayışına yöneldiğinde “terörist” sayılmaktadır. Bu yüzden, gösteri, düşünce ve ifade hürriyeti gibi anayasal hakları kullanmak bile “terörizm” kabul ediliyor. Ben işte, en insani davranışın nasıl en şedit eylem diye sunulmak istendiğini anlatmak için, bu kitabı yazdım.

Meltem Sanlav Küpeli
12 Eylül 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız: kulturmafyasi.com