Özgür Gündem: Kentsel dönüşümün ardı – Yusuf Gürcüsu

Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz günlerde “Ya Allah bismillah” diyerek kendisine inanan halkın ellerinin ranta kalkmasını bir kez daha sağladı. Besmelelerle 46 ilde 87 bin konutluk kentsel dönüşümün düğmesine Bursa’dan bastıkları ilan etti. O ne şaşalı düğmeye basmak! Tam bir reklamasyonla, TV’lerin naklen yayınları ve 46 ile naklen bağlanarak halkın gözünü kör tutmaya adeta yemin etmiş bir iktidarın dini söylem ve riyakarlıkla başlattığı kentsel dönüşüm.

kentseldonusum

Başbakanımız şöyle demiş;” 17 Ağustos’tan ders alarak Türkiye’yi afetlere hazırlıklı kılmak için iktidarımız çok çaba gösterdi. Hedefimiz yara sarmaktan önce yara almamak olmalı. Bizim ülkemiz deprem kuşakları üzerinde bulunan bir ülke, bunu bilmemiz lazım. Deprem olursa ne yapmalı aşamasından deprem olmadan ne yapmalıyız amacımız olmalı. Ölüme sebep depreme hazırlıksızdır, sıkça söylediğimiz gibi “Deprem değil bina öldürür.”  Başbakanın söylediği sözlerde yeni bir şey yok, 10 yaşındaki çocuk da bu durumun farkında. Yüksek perdeden bağıra çağıra yaptığı konuşmaların tamamında ise boş bir içerik ve ikiyüzlülük hakim.

Başbakan Bursa’da kibrit kutusu evler istemediğini eski TOKİ patronu şimdinin ise Şehircilik ve Çevre Bakanı olan münhasır şahsa ifade etmiş. Bundan böyle 5 katı geçmeyen binalar yapılmasını ve bunlar yapılırkende Osmanlı-Selçuklu mimarisinin örnek alınmasını önermiş. 5 katlı Osmanlı-Selçuklu mimarisi nasıl olacak bunu bilemiyoruz ancak yaptıkları ucube binalarla bunu nasıl sağlayacaklarını da öngörebiliyoruz. Bursa’nın tam ortasına diktikleri 20-30 katlı binaları sanki babaanneleri yapmışçasına hiç üzerlerine alınmıyorlar. Bursa’nın kalbine hançer gibi saplanan binaları görenler yapanları lanetleyerek anıyor. Adeta dışarıda bir yerde duran bir edayla, yapılanları beğenmeyen, burun kıvıran, daha iyisini yapabileceklerini ifade eden bir tarzla yalan ve ikiyüzlülüğe devam ediyorlar.

Kentsel dönüşüm

Hükümet, kentsel dönüşüm politika ve uygulamalarını 1999 Gölcük depremine bağlayarak sunmaya çalışırken, yaşananlar bize çok farklı şeyler söylüyor. Kentsel dönüşüm uygulamalarının tek bir örneğine bakarak yaşananların fotoğrafını çok net görebiliriz. Sulukule’de yaşanan dönüşümü izleyenler bilirler. 45.000 lira ödenerek zorla bölgeden atılan Roman’ların durumu, kentsel dönüşümün ardında ki yegane planın sermaye çevreleri için rant ve birikim alanı yaratmak olduğunu gösteriyor.

15 Aralık 2012 tarihinde yayınlanan afet kanunu yönetmeliğinin 4. maddesinde şöyle bir fıkra yer alıyor: “Riskli alanlarda ve bu alanlar dışındaki riskli yapılarda ikamet etmeyen kişilere satış yapılabilecek, her türlü yapı ile gelir ve hasılat getirecek her türlü uygulama yapılabilir ve bu alanlar yeni yerleşim alanı olarak kullanılabilir” bu yeni hükümle amaçları açıkça ortaya çıkıyor. Bu hükümdem anlayabileceğimiz tek şey rantı yüksek bölgelerde yaşayan sıradan insanları bölgeden kovmak, yerine parası olanın yararlanabileceği rantı yüksek bölgeler yaratmak kentsel dönüşümün hangi amaçla ele alındığının açık bir fotoğrafı. Sulukule’de yaşayan Roman’lar ile Tarlabaşı’nda yaşayan Kürt’ler böyle bir politikanın kurbanı olmuşlardır.

Deprem ve kentsel dönüşüm gerçeği

14 yıl önce Gölcük’te yaşanan deprem sonrasında “deprem vergisi” adı altında bu güne kadar halkın cebinden yaklaşık 40 milyar lira (eski para birimi ile 40 katrilyon) toplanmış. Bu para nerede ve hangi amaçla kullanıldığını Maliye bakanı Şimşek şöyle ifade etmiş; “1999’da getirilen deprem vergilerinden elde edilen gelirin birçok farklı alanda örneğin sağlık, duble yollar, demiryolları, havayolları ve eğitim için kullanıldı.” Başbakan ise “deprem vergisi” diye bir verginin olmadığını “özel iletişim vergisi” toplandığını ifade etmiş. Deprem vergisinin daha sonra ismi değiştirilerek özel iletişim vb. vergiler adı altında 2003 yılından beri bu biçimiyle toplandığını herkes biliyor, fakat başbakanın haberi yok her halde. Ya da haberi var ve her zamanki gibi takiyye ile soruyu cevapsız bırakmaktaki ustalığını kullanıyor.

Bakan kamu harcamalarında bu paranın kullanıldığını açıklarken bize göre bir kez daha yalan söylüyor. İMF faizleri, banka hortumcularının zararlarının karşılanması vb. türden işler ile sermayeye teşvik kapsamında verilen hibe kredilerde, toplanan vergilerin kullanıldığını düşünmek çok daha gerçekçi. Deprem vergisinin deprem için kullanılmadığını bakan şimşek açıkça ifade edebiliyor. Adının değişmiş olması bu vergilerin ortaya konma amacını değiştiremez. Ne Marmara depreminde ne de Van depreminde devlet nerdeyse kılını kıpırdatmamıştır. Bu doğal afetler halkın dayanışması ile atlatılmaya çalışılmış ve halen Van halkının uğradığı zararlar yine bu dayanışma le çözülmeye çalışılmaktadır. Devlet ise bu durumlardan faydalanıp halkın üzerindeki sömürü çarkını yeni vergiler ile artırmanın peşine düşmüştür.

Yaşanan afetlerden rant elde etme peşine düşenler “geçici deprem vergisi” uygulamasını 2003 yılında kalıcı hale getirmişlerdir. Marmara depreminde toplanan vergilerden sadece 3.5 milyar dolarını bölgede kullandılar, Van depreminde ise halka TOKİ evleri maliyetlerin üzerine %30 kar konularak “satmaya” çalışmaktadırlar. Toplanan vergilerle tüm deprem riski olan bölgelerdeki yapılar onarılıp ya da yıkılıp yeniden yapılabilecekken, yaşanan uygulamalar gösteriyor ki hükümet afetler üzerinden nasıl birikim yaratırız hesapları içine düşerek gerçek yüzünü ortaya sermiştir.

Nasıl bir kent

Yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız gerçeklerin ışığında bu soruya cevap bulmak zorundayız. Kentleri, yaşam alanlarımızı burjuvaziye terk mi edeceğiz! Yoksa yeni bir dünyayı, kentlerimizde yaşanan talanın karşısında durup, yaşam alanlarımızı savunarak yeniden mi kuracağız! Bugün bize dayatılanlara karşı karar vermemiz gereken tutum için çok fazla seçeneğimiz yok.

Nasıl bir kent sorusuna Marksist iktisatçı David Harvey şöyle cevap veriyor: “Nasıl şehirler inşa etmek istediğimiz meselesi tamamen nasıl insanlar olmak istediğimiz ile ilgili. Bu konuyu şimdiye kadar ihmal etmiş olmamız insanların yeniden biçimlendirilmesi meselesini ve sermaye birikimi hırsının sonuçlarını da ihmal ettiğimiz anlamına geliyor…  Kent genelinde mülksüzleştirmeye karşı gerçekleştirilen direnişlerin mümkün mertebe birleştirilmesinin hayati bir önem taşıdığını düşünüyorum. Ancak bunun yapılabilmesi için mülksüzleştirmenin temelinin ve geçmişinin iyi kavranması şart. Örneğin günümüzde çeşitli yerlerde yürütülen yağma politikalarının yürütücüleri ile arkalarındaki finansal destekçilerinin birlikte ele alınması, aradaki bağlantının görülmesi gerekiyor. Bunun ardından yağmanın kontrol altına alınması ve durdurulması için kolektif biçimde, bütünlüklü bir mücadele yürütmek şart. Son dönemde Brezilya’da meydana gelen ayaklanmaya bakacak olursak; bu ayaklanmanın ulaşım zammına karşı açığa çıktığını ancak bunu yanı sıra kamusal kaynakların Dünya Kupası için stat yapılması gibi amaçlar doğrultusunda harcanmasına karşı da yükseldiğini görüyoruz. Brezilya’daki direniş, şehir geneline yayılacak hatta şehirler arası alana taşacak bir ayaklanmanın mümkün olduğunu gösterdi. Bu tür ayaklanmaların, eylemcilerin yorulması sonucu sönümlenme tehlikesi vardır. Bunun tek çaresi ise direnişlerin devamlılığını sağlamak adına gerekli örgütlenmeleri inşa etmekten geçiyor. (Her ne kadar bir şehir ayaklanması olmasa da Brezilya’daki MST hareketi bunun için iyi bir örnektir.)”

Ne yapmalı

Yukarıda yaptığımız alıntıdaki Harvey’in yaklaşımı, Türkiye’de yaşadığımız süreci ve ne yapmamız gerektiğini anlamamıza yardımcı oluyor. Brezilya’dan örneklenen mücadelenin yaşanan süreçle ilgili Gezi parkı mücadelesini adreslemesi ve bu anlamda dayanışmaya vurgu yapması uluslararası dayanışmanın da önemini görmemize yardımcı oluyor. Gezi parkı direnişinin bugün park forumlar ile sürüyor olması sönümleme tehlikesine karşı iyi bir yol olabileceğini düşünmeliyiz. Bu forumların dışında özellikle kentsel dönüşümün arka planlarının anlatıldığı mahalle örgütlenmelerine yönelmek doğru bir yol olacaktır. Her türlü saldırıya karşı her semtte yaratacağımız örgütlenmeler ve komiteler aracılığıyla tüm semtlerin ve kentlerin dayanışmasını örmek zorundayız. Bu örgütlenmeler içinde işçi sınıfının varlığı ise mutlak sağlanmalıdır.

Harvey’den son bir alıntı daha yaparak ne yapmalı sorusuna daha net cevap vermeye çalışalım: Komiteler oluşturulurken mahallede yaşayan farklı kesimden işçilere de yer verilmelidir: bekçiler, taksiciler, tramvayda çalışanlar, tren istasyonu işçileri, sokağı süpürenler, özel firmalarda çalışanlar, kâtipler vs. Mahalle komitesi, orada yaşayan işçi sınıfının tamamını kapsamalı. Meşru ve güvenilir olmalı. Kendiliğinden oluşturulan bir disiplin, gücü arkasına alacak biçimde uygulamaya konmalı. Mahallenin gidişatı buradan yürütülmeli.

Yusuf Gürcüsu
27 Ağustos 2013
Kaynak; ozgur-gundem.com