Gezi’nin geride bıraktıkları konuşulmaya, anlatılmaya devam ediyor. Meslek örgütleri ve sendikaların da destek verdiği Gezi direnişi bugün de ruhunu koruyor. Gezi’nin önemli pankartlarından biri olan “Gezi parkı yaşamdır, hekimler yaşamı savunuyor…” pankartı Tabipler Odası imzasıyla Gezi’nin başka bir ruhunu ortaya koymuştu. Bu ruhu daha iyi anlamak ve bugünden bakmak için, Gezi’nin ilk günlerinden başlayarak içinde olan, “Gezi, devrimci geleneğin gençlerin yaratıcı zekasıyla buluşmasının adıdır” diyen İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Ali Çerkezoğlu’yla bir araya geldik.
‘Hak mücadelelerinin “atom” enerjisine dönüşmesinden korksunlar’
-Gezi direnişiyle başlarsak, bu isyan, bu sokakta buluşma neyin sonucuydu?
Küreselleşme, yeni dünya düzeni, neo- liberalizm gibi soyut kavramlarla meşrulaştırılmaya ya da açıklanmaya çalışılan ekonomik toplumsal alan, yani “yaşamın” bütünü, biriktirdiği adaletsizlik, güvencesizlik, adaletsizliğe karşı öfke, kısmen çaresizlik ve en önemlisi “reddetme” refleksiyle Gezi’de buluştu. Kadınlar, LGBT bireyleri, Aleviler, Kürtler, Ermeniler, güvencesiz işçiler, gençler Gezi’de günlük hayatlarında karşılarına çıkan bazı “küçük meselelerin” aslında büyük bir davanın parçası olduğunu hissetti. Toplumun bütünü Üç beş ağaca sahip çıkmanın aslında kendisine, ülkesine sahip çıkmak olduğunu gördü. Potansiyel birikimler mücadeleci reflekslerle buluştu, örgütlü kurumlar, örgütsüz bireylerle buluşmaları gereken en doğru yerde, sokakta bir araya geldi. Kent yağmasının yöneticilerle rantiyecilerin arasında bir tartışma olmaktan çıkarılması, davaların sadece mahkeme koridorlarında değil aynı zamanda İstiklal caddesi, Dikmen, Armutlu sokaklarında yağmacılara ve baskıcı polis devletine karşı ayakta dikilmesi ile ortaya çıkan bir Gezi enerjisinden bahsedilebilir. On yıllardır eğitimden sağlığa, kentsel dönüşümden emeğin ucuzlatılmasına kadar her şeyi talan edenlerin saldırganlıkları ile yarattığı potansiyel bir enerjiydi. Gezi’de “kinetik” hatta “dinamik” bir enerjiye dönüştü. Kendi alanım değil ama metafor fazlaca fizikten gitti, devam edeyim. Bu ülkeyi ve bu dünyayı vahşi kapitalizm ile yönetebileceklerini düşünenler Gezi’de ortaya çıkan enerjinin emeğin ve hak mücadelelerinin “atom” enerjisine dönüşmesinden korksunlar derim!
-Hepimiz devrim mi oluyor dedik süreç yaşanırken; ya siz?
Bu kavram üzerinden çok konuşuldu. Devrim kavramı bu ülkede o kadar hırpalanmış ki, bunun üzerinden bir şey söylemek istemiyorum. Ama çok yeni, çok sarsıcı, çok yaratıcı, çok genç, çok umut var, heyecan verici ve hepsinden önemlisi sanal olmayan, “sabun köpüğü gibi geçici değilim” diye bağıran, muhalif ve aynı zamanda alternatif yaşam ve demokrasinin ip uçlarını da içeren, romantik ama ondan çok daha fazla mücadeleci, militan ve kararlı bir şey yaşadık. En büyük özelliği başlayan ve bitecek olan bir tablo olmadığını başta iktidar olmak üzere, herkesin görüyor olması. Bu nedenle devrim oldu mu olmadı mı bilmiyorum ama bildiğim bir şey varsa burada gerek kapitalist sistem gerek temsilcisi siyasal iktidar olarak AKP, gerekse sol ve emek örgütlerinin geleneksel yapı ve refleksleri ile milyonlarca kişinin dünyasında artık çok şeyin “devrilmiş” olduğudur. Zaten bir şeyleri devirmeden yenisinin ve daha iyisinin yerine konması mümkün değil.
-Bu yaşama sahip çıkmayı sizin Gezi parkında açtığınız pankart çok iyi anlatıyordu… Hekimleri Gezi parkına Tabipler Odası olarak mı çağırdınız? Pek çok hekimin orada olması neyin göstergesi?
Şimdi Gezi parkında insanlar “biz parkımıza sahip çıkıyoruz, yaşamımıza müdahil oluyoruz” dediler. Gezi parkı süreci boyunca İstanbul Tabip Odası’nın bir pankartı vardı ve hep kullandık: “Gezi parkı yaşamdır, hekimler yaşamı savunuyor…” diye. Hekimler, neyi savundu, ne yaptı? Yaralananlara tabi ki sağlık hizmeti sundu, bunu tabii ki yapacak… Tabi ki ihtiyacı olanlara koştu ama yalnızca bu değildi işin aslı.
Hekimler Gezi Parkı’na sahip çıktı çünkü Gezi parkındaki yaşamı savundu. Biz Tabip Odası olarak böyle gördük, böyle baktık ve hekimleri de yaşama sahip çıkmaya çağırdık. Sadece sağlık hizmeti sunmaya değil. Başta kendi yaşamlarına sahip çıkmaya, mesleki, sosyal, siyasal, özlük, psikolojik olarak yaşadıkları sıkıntıların kaynağına tepki göstermeye, Gezi Parkı etkinliklerine katılmaya, onun öznesi olmaya çağırdık.
Taksim Dayanışması’nın ilk dönem basın açıklamalarına, dava süreçlerine, on binlerce imza toplanmasına tüm hekimlerin katkısını istedik. Sonrasında polis şiddetinden, devlet teröründen kaynaklı yaralananlar için ikinci bir görev olarak da hekimleri sağlık hizmeti sunmaya davet ettik. Bizim çağrımıza da gerek kalmadı, yüzlerce hekim ve tıp öğrencisi kendi doğal algısı ile burada zaten yerini aldı. Bu ülkenin muhalif genetik kodu ne iyi ki, bu dayanışma duygusunu yitirmemiş, zor zamanlarda bir yerlerden mutlaka boy veriyor. Sadece hekimler değil, eczacılar ilaç getirdi, avukatlar adliyelere koştu, veterinerler sokak hayvanlarına baktı, bakkallar ekmek dağıttı. Kadınlar, komşular, amcalar, teyzeler de yerde düşenlere, gazdan boğulanlara dayanışma gösterdi. Kapılarını, evlerinin salonlarını açtılar. Yani herkes elinden ne geliyorsa, olanağı neyse onu esirgemedi. İnsanlar gaz fişeği ile öldüresiye yaralanırken, gazdan boğulurken hekimler de en bildikleri şeyi, hekimlik bilgilerini, emeklerini paylaştılar. Mesleğin etiği bunu zaten zorunlu kılıyordu. Çok abartılması gerektiğini de düşünmüyorum.. Belki tek farkı hekimlerin varlığının sokakta yarattığı güven duygusuydu. Hekimler burada, yanı başımızda algısı insanların güvenini arttırdı. Aynı zamanda piyasalaşan sağlık sisteminde bütünüyle bireyselleşmeye, rekabete sıkışan hekim hayatı da sokakta karşılıksız dayanışma ve paylaşımın bir parçası olarak da kendi içinde bir değişim yaşadı diye düşünüyorum.
-Bu yaşama sahip çıkarken bunun devamlılığı konusunda ne düşünüyorsunuz? Gezi süreci nereye evriliyor?
Gerek Ortadoğu’da başta “bahar” olarak adlandırılan dinmeyen rüzgar, gerek Avrupa’dan Latin Amerika’ya kadar uzanan neoliberalizim karşıtı ve sokakta etkili olan halk hareketleri başka bir toplumsal dalganın içinde olduğumuzu herkese gösteriyor. Gezi sürecinin de bunun dışında değerlendirilmesi akıl tutulması olur. AKP iktidarının tüm bunları, komplolar, faiz lobileri, Ergenekon, Otpor üzerinden algılaması, kriminalize edip, toplumsal talepleri suç örgütü- terör örgütü kalıbına sıkıştırmaya çalışması akıl tutulmasının “akıl durması” evresine geçişine delalet ediyor. Bu nedenle Gezi Parkı’yla simgeleşen taleplerin ve tepkilerin Eylül’de mi Ekim’de mi başlayacağı, nasıl olacağı, kimin ne yapacağı konusunda en ufak bir fikrim yok. Kimsenin de fikri olduğunu düşünmüyorum. Ama başbakanın tutumunun, uygulanan programın, Gezi Parkı başta olmak üzere kent yağmasına ilişkin uygulamaların ne yönde olacağının bundan çok fazla etkili olacağını söyleyebilirim. Hatta bu tepkilerin hem de sokağı terk etmeden, insana ve insanlığa aykırı politikalar – vahşi kapitalizmin ruhu- devam ettiği sürece, AKP iktidarı yerine benzer programları uygulayacak başka partiler hatta CHP iktidar olsa bile devam edeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Yani insanı yok sayan bu kapitalist program her zaman karşısında artık sokakta insanları bulacak. Taksim Dayanışması ise kurulduğu andan itibaren bu gün ve bundan sonrasında bugüne kadar ne yaptıysa aynısını yapmaya devam edecek. Taleplerinin takipçisi olacak, talepleri gerçekleşinceye kadar da “bu daha başlangıç mücadeleye devam” şiarını diri tutacak…
‘Açılan davalarla insanların bütünüyle sinmesini kimse beklemesin’
-Biz hep teknoloji sosyal medya dedik ama kapitalizm de bu teknolojinin nimetlerinden yararlandı...
Dijital çağ aşamasında kapitalizm hayatı piyasalaştırırken, dereleri, suyu, okulları, eğitimi satarken, her yeri betonlaştırırken, tüneller açıp, otobanları inşa ederken, yani çevre ve doğa katliamları yapıp hayatımızı pazarlarken teknolojiden çokça yararlandı. Sermaye hareketlerinin hızlanmasına da dayandırılan bu tablo benzer hızı ve değişimi muhalefet hareketlerinde karşısında buldu. İletişim çağı sansürleri, hızlanmış sosyal medya ile delindi. Ulaşım ve haberleşme insanları birbirine çok yakınlaştırdı ve yakın hissetmelerini sağladı. Ve gördük ki, bu teknolojik hız algıyı, yaygınlaşmasını, buna uyumu ve karşıtının yaratılmasını da çok hızlandırıyor. Yani artık baskı dönemleri öyle egemenlerin özlediği gibi çok uzun sürmüyor. Bu tür baskı rejimlerinin de, baskı dönemlerinin de, çok daha kısa sürmesine neden oluyor. Darbe dönemleri ya da baskı dönemleri artık on yıllık periyotlarla insanları sindiremiyor. Hatta bazen bu durum birkaç gün hatta saatlerle bile sınırlı olabiliyor. Tabip Odalarına, TMMOB’a yönelik yasal düzenlemelerle, müfettiş göndermelerle, sanatçılara yönelik linç kampanyalarıyla, medya sansürleri, gençlerin tutuklanmalarıyla, açılan davalarla insanların bütünüyle sinmesini kimse beklemesin. Gezi süreci çok net olarak gösterdi ki “polis gazıyla” yaratılacak basınç kısa sürede çok daha güçlü ‘gaz kaçaklarına’ yol açar.
-AKP’nin neo-liberal politikasından söz ettik, insan yaşamına varana kadar satılığa çıkarttığını, piyasalaştırdığını konuşuyoruz… 10 yıllık bir süreçten söz ediyoruz; ‘başarı’ nereden kaynaklanıyor, bu neyin başarısı?
AKP neo-liberal kapitalizmin Türkiye’deki temsilcisi… İslami bir iklimle kitlelerin tepkilerini tevekkül yoluyla biraz yatıştırma, diğer yandan da sıcak para akışıyla buranın kaynaklarını özelleştirme, emeğini ucuzlatma ve güvencesizleştirme, yani piyasalaştırma sürecini tamamlama misyonunun gönüllüsü…Kenti, çevreyi, parkı, dereleri, eğitimi, insan sağlığını satılığa çıkaran bir program için tüccar siyaseti içselleştirmiş ve bunu bir ahlaki norm haline getirmiş bir ekipten ve güçlü bir dış destek ve yaratılan bir karizmatik lider kültünden daha ideal ne olabilir. İşte AKP bu sermaye idealinin adı aynı zamanda… Bu “başarıda” yaşanan toplumsal kayıpların gizlenebilmiş olmasının ve mağduriyet yaşayanların bunu kader olarak algılamasının büyük payı var. Evi yıkılan, emeği değersizleştirilen, sendikasız çok fazla çalışmak zorunda bırakılan, söylemdeki tüm demogojilere rağmen eğitim ve sağlık hakkına erişimi ciddi bir biçimde paralı ve pahalı hale getirilenler, bunları bireysel sorunlar ve kendilerinin tek başlarına baş etmek zorunda oldukları sonuçlar olduğunu düşündüler. Sağlık ve eğitim gibi hizmet alanlarının piyasalaştırılmasının ilk evresindeki piyasayı büyütme amaçlı sermaye yatırımlarını, yani özel hastane açılmasını ve yurttaşların en azından oraya girebilme olanağını ( çıkışta faturası kabarık olsa da) pozitif olarak algıladılar ve bu gelişmişlik göstergesi kendileri için de yapılmış bir iyilik gibi yansıtıldı. Oysa o yaldızlı görünümün altında hastaları müşteri olarak gören, ihtiyaca göre değil hastanenin karına odaklanmış bir sağlık sistemi var.
-O halde o yaldızlı görünümü Gezi yıktı mı?
Gezi; her şeyin para, her şeyin rekabet, her şeyin tüketim olmadığını teorik bir metinde durduğu gibi değil doğrudan parkın içinde, sokakta, TOMA’’nın önünde gösterdi. Özgürlüğün ve demokrasinin öğle politikacı palavrası olarak değil gerçek manada solunamadığı bir ülkede, Gezi Parkı’nın bile AVM yapılmaya kalkışıldığı bir şehirde kıstırılmış bireylerin plastik mermi ile yaralanmaya rağmen sağlık hakkına erişimlerinin kısıtlanabileceğini yaşadı. Biz artık hastaları müşteri olarak gören, performans ve parça başı işleyen, tüketimi kışkırtan, güvenilmez “Sağlıkta Dönüşüm Programını” Gezi ruhundan etkilenmiş insanlara çok daha rahat teşhir edebileceğimizi düşünüyoruz.
Ali Çerkezoğlu tahliye edilirken.
-Bu yanıyla devlete olan güven tükendi… Yıllardır tahammül edemediğimiz kesimlerle yan yana geldik. Pek çok simge fotoğrafa da denk geldik; bunlardan biri de BDP bayrağıyla Atatürk bayrağı ellerinde gençlerin el ele polisten kaçan fotoğraflarıydı…
Bence birinci nokta dayanışma. Kuşkusuz kuru bir dayanışma değil, mücadele içindeki dayanışma. Bu dayanışma Gezi sürecindeki, o en popüler fotoğraflardan biri olan, birbirini polis şiddetinden korumak için sürükleyen gençlerin fotoğrafı ile özdeşleşti. Birinde BDP diğerinde Atatürk resimli bayraklar taşıyan iki genç olmaları kuşkusuz ülkemiz yakın siyasi tartışmaları açısından özel bir içerik barındırıyor. Gezi süresince bu iki siyasal akımın daha önce hiç olmadığı kadar birbirini hissedebilmelerini sağlayan ortamlar oluştu. Ancak ben, bahsedilen resim üzerinden derin siyasal çıkarımlar yapılmasından yana değilim. O tür çıkarımları bu siyasi akımların kendi iç tartışmaları ve pratikleri ile ilerleteceklerini umuyorum. Bayrakların içeriğinin yanı sıra Gaza ve tazyikli sulara boğulmuş bir meydanda bir gencin Atatürk bayrağı taşırken diğer gencin de BDP bayrağı taşıyor olması evet önemlidir. Ama toz duman arasında iki adım öndekinin diğerini o alandan uzaklaştırma gayreti, kolunu bırakmama refleksi, yani dayanışma duygusu, çok daha önemlidir. O fotoğraf Gezi’nin özeti aslında. Devam eden, bundan sonra ortadan kalkması imkansız bir tablonun… Ben bunu çok önemsiyorum. Türklerle Kürtler arasında, Alevilerle Sunniler arasında, LGBT bireyleri ile taraftar grupları arasında güçlü bir mücadele ve dayanışma sürecinin yaşanmış olması ve daha da yaşanacak olması Gezi sürecine ilişkin en değerli motif.
-Gezi’de gördük ki, barışçıl bir eylemin ilk tohumları atıldı. Orantız güç, polisin en ağır şiddeti… Bu barışçıl eylemi engelleyemedi… Polisin şiddetine karşı pasif direniş yer yer kendini belli etti…
Sonuç olarak Gezi süreci barışçıl ve meşru bir süreçti. Devletin kriminalize etme, terörize etme, buradan terör örgütü çıkartma, paranoyak komplolar üretme çabasına rağmen iki buçuk ayda yüz binlere, yer yer milyonlara varan kitlesel eylemler oldu. Sokaktaki eylemler hiçbir biçimde, barışçıl ve meşru niteliğini yitirmedi. Beş canın ölümüne yüzlerce ağır yaralıya rağmen… Tabii ki, bir kararlılık vardı, tabii ki tavizsiz olarak mücadelelerini ısrarla sürdürdüler. Tabii ki sokak yazılarına yansıyan “gaz gelen yerden taş esirgenmez” meşruluğu, karanfilli, piyanolu, gelinlikli eylemlerle kendini bütünledi. Halkın gözünde meşruluğunu hiç yitirmedi. Toplumsal barışı, sabah açtıkları parkı iki saat sonra kapatanların, hareketli her şeye biber gazı ve tazyikli su sıkanların bozduğunu, göstericilerin ise “sık bakalım” diyerek bu şiddete bile haklı ve yaratıcı bir zeminden yanıt verdiklerini gördü.

‘Hiç kimse yanında doktor var diye Toma’nın, gaz bombalarının önüne çıkmaz’
-Eylemcilerin aldığı güç bir yanıyla da hekimleri yanlarında hissediyor olmasıydı değil mi?
Bunun önemli ama tali bir unsur olduğunu düşüyorum. Hiç kimse yanında doktor var diye Toma’nın, gaz bombalarının önüne çıkmaz. İnsanların Türkiye’nin neredeyse tüm illerinde hemen her gün sokağa çıkmak için çokça sebepleri ve net talepleri vardı. Hekimlerin yanlarında olması ise sadece anti asitli sıvı vermek, atele almak, nefesini açmak, kanamasını durdurmak biçiminde işe yaramadı, aynı zamanda güven verdi. Doktorlar yanımızda, avukatlar yanımızda, sanatçılar yanımızda duygusu önemliydi. Hepsi de yanlarında oldu.
-Polisin şiddetine karşı eylemcilerin geliştirdikleri yöntemi nasıl buluyorsunuz?
Aslında hayat öğretiyor… Tıp kitaplarında biber gazına şu iyi gelir diye bir ders bulunmuyor. Bilimsel araştırmalar ve yayınlar da çok sınırlı. Ama hayat öğretiyor. Eylem öğretiyor. Tabii ki sokak mücadelesi Gezi’de başlamadı. Yunanistan’dan, Arjantin’den, Mısır’dan öğreniyor insanlar. Bundan sonra da Türkiye’den öğrenecekler. Gezi’den çok şey öğrenecekler.
-Gezi’de en çok konuşulanlardan biri de liderinin olmamasıydı… Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Muhatap yok, kim bunun temsilcileri, kim karar veriyor, kim emir veriyor ?” bunlar çok fazla soruldu. Medya sordu, polis sordu, hatta başbakan sordu. Ben Gezi eyleminin en önemli yönünün de bu olduğunu düşünüyorum. Bir başı, bir lideri, bir başkanı, yönetim kurulu, bir çağrıcı heyeti yoktu. Bu nedenle çok acemilikler çok eksiklikler çok hatalar yapıldı. Belki bir üst organı, yönetici, karar verici organı olsa bu eksiklik azalabilirdi. Ama o yaşanacak olanın Gezi’den çok farklı bir şey olacağını herkes gördü. Gezi sürecinde her öneri sokakta yerini buldu. Sınandı. Karşılığı olan, mücadelede yeri olan, işe yarayacak kapsayıcı öneriler muhatapları tarafından benimsendi. Yaygınlaştı, örnek alındı, sonuçları oldu. Bunun tersi zorlama ve döneme uygun olmayan onlarca öneri yine hayatın içinde gerçekleştirilmeye çalışılsa da kimse engellememesine rağmen kadük kaldı. Bunların hayata geçirilmesindeki demokratik tartışma kanallarının açık olması ve çok abartmamak kaydıyla doğrudan demokrasi çabaları da bu süreçte etkili oldu.
Taksim dayanışması da bütün hayatta karşılık bulan tepkileri yansıtma misyonunu üslendi. Talepleri sıraladı, gerekli görüşmeleri yaptı. Neticede Taksim Dayanışmasını aşan bir hareket vardı, aslında hala da var.
-Peki önümüzdeki günler için ön görünüz var mı?
Gezi konusunda en güzeli öngörüde bulunamıyor olmak. Öncesinde de öngörüde bulunulamadı. Çünkü her öngörü o kişinin birikim ve zekasının sınırlarına gidip dayanır. Oysa Gezi gerçekten ben de dahil olmak üzere, yazılmış yazıları, yayınlanmış kitapları, yapılan öngörüleri aşacak bir hareket. Bunu gösterdi. Her durağanlık gençlerin yaratıcı zekasıyla yeni bir kanala aktı. Haklarına sahip çıkan, daha fazla demokrasi ve daha fazla özgürlük için mücadele eden bir neslin çok daha sağlıklı olacağına inanan bir hekim olarak; bileşeni olduğumuz Taksim Dayanışması ile birlikte daha yeşil, daha yaşanabilir, daha insani, daha demokratik bir kent ve ülke özlemini büyütmek gibi bir misyonumuz olduğunu düşünüyorum.
Taksim Dayanışması tüm bileşenleriyle bu özlemi yerine getirmek için emek harcamaktan, ses çıkarmaktan, mücadele etmekten imtina etmedi. Taksim Dayanışması ile simgeleşen direniş ruhu ise hiçbir kalıba sığmayacak bir birikim ve yaratıcılığı içinde barındırıyor. Başta Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’nın korunması olmak üzere, polis şiddetini uygulayan ve uygulatanların hukuk önünde hesap vermesinin sağlanması ve yurttaşların daha fazla demokrasi, özgürlük ve saygı taleplerinin yerine getirilebilmesi, bu ülkedeki mücadeleci ve devrimci geleneğin, gençlerin yaratıcı zekasıyla buluşmasıyla mümkün olacak…
Gülşen İşeri – Soner Çetin
27 Ağustos 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız;insanhaber.com