Radikal: Taksim’den Amed’e – Aysel Tuğluk

Türkiye, hiç yaşamayıp son 60 yıldır sıkça duyduğu demokrasiyi önüne ‘ileri’ sıfatı ekleyerek, 21. yüzyılın ilk totaliter deneyimine basamak yapıyor.

geziparki-temsilianitmezar

Gezi’de yitirdiğimiz Ethem, Abdullah, Ali İsmail, Mehmet ve Medeni anısına…
“Doğa, insanın inorganik bedenidir” – Marx

“To be, or not to be” derken Shakespeare tam olarak ne düşünmüştü bilmiyorum ama edebiyatın güzelliğinin her zaman hakikatın soğukluğunu gölgelediği bir kez daha örneklenmiş oluyordu bu ifadede. Belki de farklı ifadelerle aynı şeyi 20. yüzyılda da Albert Camus “olmak” ile “ölmek” arasındaki kararın tek ciddi felsefik karar olduğu şeklinde dile getirdi.

Evet, edebiyat hoştur, keyif vericidir, şok edicidir. Büyülenmeyi de sağlar, bilgi ve tanıma da üretir. Ancak epeyce eksik olduğunu unuttuğumuz anda toplumsal olarak kurgulanmış bütün gerçeklerimiz gibi gerçek (hakikat) tarafından zorlanmaya başlar. Gerçek her zaman yaptığı gibi bizleri başka bir gerçeklik üretmeye yöneltir. İşte tam burası tarihin yeniden başladığı andır; yeni özneler, yeni yöntemler, yeni bilgiler, yeni mutluluklar ve yeni acılar… Her zaman olduğu gibi tarihin bu anlarında da bizler aralıksız bir çabayla planlar yapmaya devam edeceğiz. Oysa hayat ile bizim ona biçmeye çalıştığımız kıyafet arasındaki gerilimin tükenmesi mümkün değil.

Yeni işgalci güç

Tam burada hayata dair en güçlü içgörüyü ifade eden bir cümleyi yeniden hatırlatmak gerekir: “Hayat, biz çeşitli planlar yaparken başımıza gelen şeydir” ve tarih, olmak ile yapmak arasındaki, dünden gelip bize de uğradıktan sonra yarına gidecek bir kavgaya dönüşür bu hayatta. İlk kısmı korunsa da “to be” ile başlayan büyük yazarın ifadesinin ikinci kısmı değişmek zorunda kalır. Sorun artık “to be or to do”dur.

Hayat neredeyse bitkisi, börtü böceği, ağacı, hayvanı, taşı, suyu, fikirleri ve kurgularıyla muhteşem bir ağın sayısız bağlantılarıyla oluşan sürekli bir akışı iken, sanki kendileri bu hayata ait değilmiş gibi bir mücrimler kümesi, bütün akıntılara bentler örmeye çalışıyor. Fikirlerin, insanların, dillerin, kültürlerin kısacası sayısız hayatın aktığı mekanlar, küçük bir grubun faaliyet alanı olarak sömürgeleştirilmek isteniyor. Akan bir hayat üzerinde bir zamanlar tanrılarla işgal öyküleri üretilirken, sonrasında, beyler, sörler ve imparatorlarca hayat işgal edilmek istendi. Günümüzün yeni işgalci gücüne ise “kapitalistler” deniliyor.

Olmak ya da yapmak!

Hayat sayısız kaynağı ve ilişkisiyle doğrusal olmayan bir yolda akarken bu hayatın küçücük bir ürünü -hatta yan etkisi olan bir tür- tarafından bütün hayat doğrusal, kısır ve saptırılmış bir yola sürülmek isteniyor. Bir tarafta olanlar, diğer tarafta yapanlar… Olanlar ile yapanlar arasındaki kavga eski olsa da, yeni görsel ve küresel bir mücadele anında olduğumuzu da vurgulamak istiyorum.

Onlar çıkarlarına göre düzenlenmiş, ekolojik bir yıkımı umursamayan, bütün cinsiyetleri paraya tahvil edilen tecavüz nesnesine dönüştüren dünya nüfusunun en az yarısını “gözardı edilebilir unsur” olarak gören, hayatta kendi kurallarını dayatan yapanlar, “ben yaptım oldu” diyen ahir zaman baronları.

Bizler ise olanlar. Taşlara yaslanan sular, toprağa uzanan yapraklar. Bir kuşluk vakti kardeşi tarafından kurşuna dizilen kadınlar. Emeğiyle geçinen proleterler, iptal edilip yok sayılan prekaryalar. Yok edilmek istenen çapulcu türler ve hayatın ürettiği olanlar… Arzulayanlar oluş çizgileri ve ahir zamanın bütün mekanı.

Hikaye hiçbirimize yabancı değil; önce yapanlar vardı, sonra “ol” dediler. Ve ışık oldu!… Binlerce yıldır cümle oluşu işgal eden yapanların sıkıcı terennümü.

Hayatı nasıl savunacağız?

“Hayır hayır, biz olduk, siz işgal ettiniz yollarımızı Alman bir demircinin sabrıyla…” Yok oluşa yazdınız bizi. Bitmedi, bitmedik. Yeryüzünün bütün prekaryaları Tahrir’den El Sol’a, Santiago’dan Johannesburg’a, Taksim’den ’e yeni ve mümkün bir hayat oluyoruz. Daha net söyleyeyim: Sömürülenler ile sömürenler arasında yarılmış yuvarlak bir dünyada yaşıyoruz ve doğa ve diller, cinsler, türler, insanlar, hayvanlar, kültürler, toplumlar hayat ne üretmişse her şey sömürü altında yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Sömürenler mi? Onları herkes kendi mekanında ve zamanında kendi dilince tanıyor!

Madem bu kadar adaletsiz ve tehlikelere gebe bir dünyada yaşıyoruz, o zaman “nasıl bir hayat yaşayacağız” ya da “hayatı nasıl savunacağız” soruları da yakıcılık kazanıyor. Böylesine yarılmış bir dünyada hakikat davası, seçim yapmakla başlar. Ya “to be”den yanayız, “to do”dan yanayız. Ya oluşla olacağız ya da yapışla yapacağız!

Elbette her ciddi seçim bir risk almayı da gerektirir. Zira ahir zamanlarda yapanlar hiçbir risk içermeyen seçimleri de bonuslu-taksitli sunuyorlar. Rahat bir vicdanla bir gece daha uykuya dalıveriyor yığınlar. Sözünü ettiğimiz risk bir yanıyla papazı, imamı, sermayedarı, ideoloğu, askeri, polisi ile cümle araç ve yöntemlerle egemenlerin saldırısından kaynaklanırken, diğer yanıyla bizden kaynaklanır. Gösteremediğimiz özen, dikkat etmediğimiz ayrıntılar ve elbette yapanlardan üzerimize sinmiş etkileri de unutmamalıyız. Ve isyan etmek gerekiyor, “kella” diyen İslam peygamberinin ciddiyetiyle “hayır” diyerek isyanı, bir varoluş sürekliliğiyle ciddiye almak gerekiyor.
Hayatlarımızı sürekli riskler içeren seçimler yaptığımız bir isyan hali kılmak elbette zor, ama imkansız değil. Ancak böylesine bir hassasiyetle bütün potansiyellerimizi rengarenk bir oluş akıntısına çevirebiliriz. Sabit yurdu olmayan bir göçebe gibi yeni isyanlar, yeni riskler ve seçimlerle kendisi bir yol olan bir hayat mümkün. Ve bence heyecan verici olduğu kadar da güzel.

Sırrı Süreyya’nın yolu

Eğer hakikat davası güdüyorsak, bunun çeşitli yordamlarına da sahip olmak zorundayız. Doğru ile yanlış düzleminde bir hakikat yolu olarak bilim, sahip olduğumuz yordamlardan sadece biridir. Güzel ile çirkin düzleminde işleyen diğer bir hakikat yordamına da sanat diyor cümle cemaatler. Sırrı Süreyya kardeşimin yoludur bu. Güzeli söyler, güzeli gösterir sanatıyla, çirkini işaret ederek… Ancak hakikat, bilim ve sanatla bir yere kadar bize yeterli görünebilir. Var olan ile olması arzulanan arasındaki uzay zamanında çizilecek ütopyadan yoksun bir hakikat, ruhtan yoksun bir beden gibidir. Ütopyaların sonunun ilan edilip umutsuzlukla örtülü karanlık merkezlerle arzı endam eden distopyaların gırla sunulduğu bu postmodern zamanda, daha iyi bir yarın arzusunun ifadesi olarak ütopya, umutlarımıza duyulan güven olarak doğru, güzel ve güvenli bir hakikat nosyonu için zorunlu.

Bütün bunlar bir yana “aşk” olmadan tüm hakikatler eksik ve heyecandan yoksun kalır. Çünkü “hakikat aşktır”! Çünkü aşk, ötekinin ötekiliğinin en şiddetli tutkusuyla kabul edilip arzulandığı bir hakikat yordamıdır. Aşkın hakikat üretici gücünü gözardı eden her tavır, kaybolmaya-kaybetmeye mahkumdur.

Bir hakikat olarak oluş nosyonu belirttiğimiz metodların işleyişi sürecinde en az ikili bir işleme dayanmalıdır. Olumsuzlayıcı bir argümantasyonla, yapanların-egemenlerin arzu ve faaliyetlerinin sıkı bir eleştirisi yanında, olanların-ezilenlerin arzu ve faaliyetlerinin mümkün, adil, eşit, özgür dinamiğini tanımlayan bir pozitif yorum da taşımak zorunda. Eşitliğe dayalı bir adalet ve eşitlerin farklı varoluşlarının ifadesi olarak özgürlük üzerine düşünmekle başlanabilir. Düşünmekle başlayıp tartışmakla devam ederken, bir şey yapmaktansa “o şey olmak” gerektiğinin bilincinde yaşamalıyız. Ursula K. Le Guin’in ifadesiyle “devrim yapan değil, devrimin kendisi olmalıyız”. Zira eşitliği ihlal eden özgürlük nosyonu, oluşa değil yapmaya dayalıdır. Oysa sorun “şunu değil de bunu yapmak” olmamalı. Sorun “şu değil de bu olmak”tır.

Bu yanıyla yapmak ile olmak, birbirini kati şekilde dışlayan fiillerdir. Biraz da iddialı bir ifadeyle diyorum ki, özgürlük eşitliğin doğrusal olmayan bir şekilde problematik varoluşudur. Adalet ise, eşitlik ve özgürlüğün her gün yeniden üretildiği bir toplumsal ilişkidir. Taksim-Gezi’deki yeni toplumsallığın hakikatidir bu.

Ve Kürtler

Kürtlerin hikayesi, olanlar ile yapanların Ortadoğu çölünde her gün yeniden sergilenen bir trajedisidir. Elinde cetvelle çölün kumlarına haritalar çizen yapanların yazdığı kaderden kurtulmaya çalışan on milyonlarca olanın acı dolu öyküsü. Bütün trajedilerde olduğu gibi kader yazanlar ile o kadere maruz kalanların pes sesli bir koro tarafından anlatılan şarkısı… Kürt trajedisi, olmak ile yapmak arasında bitmeyen bir gözyaşı ve kan politikasıdır. Kürt olmak ile Türk yapılmak, Kürt olmak ile Arap yapılmak ve Kürt olmak ile Fars yapılmak arasında geçen ulus-devlet yüzyılı.
Topluma, insana ve doğruya ait hiçbir şey, olmak ile yapmak çelişkisinden kaçamadı. Yalan, bazen sanatsal keyif nesneleri üretirken, çokça kötülükleri örtmek ve adaleti inkar etmenin malzemesi yapıldı. Yalanın birçok türü var ancak hiçbir türü taammüden yürütülen ‘inkar’dan daha tahrip edici değil. 20. yüzyıl boyunca yalana en çok kurban edilen kavramlardan biri de, demokrasiydi. Yapanların/insanları işaret parmaklarıyla saydıkları bir pratiğin adına demokrasi diyerek, sadece demokrasinin ne olduğu konusunda bilinçleri bulandırmakla kalmadılar. Aynı zamanda bütün toplumlar için değerli olabilecek bir pratiği de ilgisizliğe mahkum ettiler. Kapitalizmin şu an yaşanan krizi ne gibi sonuçlar doğurur, şimdiden bilmek zor. Ancak şu anda bile kapitalizmin demokrasiyi dayattığı “kapatma ilişkisi”nin bittiğini söylemek mümkün.

Türkiye ise, hiç yaşamayıp son 60 yıldır sıkça duyduğu demokrasiyi önüne “ileri” sıfatı ekleyerek 21. yüzyılın ilk totaliter deneyimine basamak yapıyor.

Demokrasiyi aritmetik bir toplama-çıkarma işlemi olmaktan kurtarıp oluşa dayalı bir yaşam pratiği olarak düşünmek gerekir. Demokrasi, oluşun tam bir izdüşümüdür. Bugün en rezil aktörlerin demokrasi üzerindeki gölgesinin çekilmesi her yönüyle hayırlı bir durumdur.

Kürtler Ortadoğu’da iki hayati pratiğin kaynağında duruyor: Tarihsel bir yalan uygulaması olarak inkarın reddi. Ve bütün kimliklere, türlere, varlıklara, dillere, seslere ve fikirlere dayatılan inkarın reddi. Ne ise o olabilmenin ve sonra olmadığı şeye dönüşebilmenin pratiği. Ayrıca sayısız farklı kimlik, topluluk, dil, din, etnisitenin kesiştiği bir mekanda bütün farklılıkların doğrudan tartışma ve karar alma süreciyle işleyen ucu açık bir süreç olarak demokrasi pratiği açısından da önemli bir kaynaktalar.

Ortadoğu’nun stran (şarkı) söyleyen lanetlileri demokrasi açısından hem verimli bir tarihsel anda bulunuyorlar hem de renkli bir tarihsel mekanda bulunuyorlar.

Evet, bir yalan-bozumu zamanındayız hepimiz! Oluşa bakmak gerekiyor. “Yengecin aslanla ne ilişkisi var?” gibi basit sorular üzerine düşünüp nasıl örgütleneceğimize, karıncalara bakıp nasıl çalışacağımıza dair esin kaynakları bulmalıyız. Başlangıçtaki mantığa bağlı kalıp komün kurarak değil komün olmakla, demokrasiyi inşa ederek değil demokrat olmakla başlamak gerekiyor.

Olmakla yaşamak

İnsan ne olmaz ki? Elimizde birkaç lego parçacığı var: Yapmaya isyan, olma aşkı, inkarın reddi ve demokrasi riski. Bunlardan doğru, güzel ve istenen hangi kaleleri kurabiliriz? Ve sonra kurduğumuz kaleleri yıkıp eşit, özgür ve adil hangi yolları icat edebiliriz?

Yolda doğar, yolda yaşar ve ölüp yol oluruz. Duraklar tekinsizdir çünkü. Durmak kirletir, beklemekse inkardır aslında.

Her sabah yepyeni bir dünyayla karşılaşmak bir şeydir. Her sabah başka birisi olarak başka bir dünyaya gelmekse başka bir şey… Cevaplar çoktur. Mesele iyi bir soru bulmakta. İyi bir sorun varsa, senin için her yeni gün başka bir mevsimdir artık. İyi bir sorun varsa, her yer Taksim, her yer direniştir!

Benim bir sorum var. Ölüm ile yaşam arasında yaşamdan, güzel ve çirkin arasında güzelden, doğru ile yanlış arasında doğrudan yana karar verdiğimde kulaklarımda çınlayan yine aynı soru: “Ne olacağım?” Tanrım, ne bitimsiz bir soru bu! Her cevaptan sonra kendini yineliyor, yoruluyorum evet, ama güzel yarınları hayal ederek uyuyakaldığım uykunun bittiği anda hatırladığım aynı şarkı sözüdür: “Hayat, biz çeşitli planlar yaparken başımıza gelen şeydir.”

Uzun yazdım farkındayım. Bildiklerim, bilmediklerime karıştı. Şairin dediği gibi “bütün bildiklerim yeniden biçimleniyor”. Taksim’den sonra Süreyya Önder haklı olarak sitemde bulundu. Anladığımı görsün diye bunca çırpınırken artık son cümleleri yazdığım anda da “Ne olacağım!” halen bilmiyorum. Ama deniyorum. Denemekten vazgeçmeyeceğim.

Kürt sorunu da tek tek her birimizin ve milyonlarımızın “Ne olacağız” sorusudur. Kürt, Türk, Arap, Fars ne? Demokrat, faşist, ırkçı, sosyalist nasıl? Adil, özgür, eşit ne zaman? Düşman, kardeş, yabancı ne kadar? Dost, sevgili, arkadaş nerede?
Ve… ve kim olacağız?

Aysel Tuğluk – Van bağımsız milletvekili, Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı
18 Ağustos 2013
Kaynak; radikal.com.tr