habersoL: Direnişin ardından ‘Gezi Parkı başkaldırısı ertesinde kent ve siyaset’

Tarık Şengül’ün soL Gazetesi’nde dört bölüm halinde yayınlanan ve Gezi Direnişi sonrasında kent ve siyaset ilişkilerini konu aldığı makalesini, okurlarımızla paylaşıyoruz.

tarik-sengul

1.Bölüm
AKP iktidarı günlük yaşamı ve kent mekanını muhafazakar değerler çerçevesinde saldırgan biçimde kodlarken, bu dayatmayı benimsemeyen toplumsal kesimleri düşmanı olarak ilan etmektedir. Böylesi bir savaşçı stratejinin siyasal ve toplumsal alanda karşılıklı müzakere, ortak noktalar bulunması gibi çoğulcu çözümleri dikkate alması mümkün değildir; aslolan düşmanın yenilgiye uğratılmasıdır.

Gezi Parkı başkaldırısı ile başlayan sürecin önümüzdeki dönemde ne yönde evrileceği siyasal çatlağın her iki tarafında bundan sonra izlenecek stratejilere de bağlı görünüyor. Bu nedenle tüm belirsizliklere rağmen, yarılmanın iktidar karşıtı tarafında bu sürecin mevcut durumu ve geleceği üzerine bazı siyasal ve stratejik nitelikte değerlendirmelerin ivedilikle yapılması gerekiyor.

Gezi Parkı protestolarının kent ötesi kaynakları olmakla birlikte, biraz dikkatli bakıldığında iktidarın tepki doğuran uygulamalarının her birininin kent mekanına yönelik bir boyutunun bulunduğu görülecektir. Bu nedenle kriz ve başkaldırının bir kamusal alanın savunusundan çıkması rastlantısal değildir. Birçok yönüyle bu durum bir kentsel krize işaret etmektedir. Bu nedenle kanserli hale gelen “siyasal bedene” yönelik biyopsi için kesiti kentten alacağız.

Yapacağımız değerlendirme üç ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, Gezi başkaldırısına yol açan “kentsel durumu” iktidar ve iktidar-karşıtı konumlar açısından ele alıyor. İkinci bölüm, Gezi Parkı başkaldırısı ile ortaya çıkan iktidar karşıtı cephenin anatomisine bakıyor. Üçüncü bölüm, oluşan siyasal zemini dikkate alarak önümüzdeki döneme yönelik yeni bir sol stratejinin olanaklarını gözden geçiriyor.

(Kentsel) 
Krizin Kökenleri
Gezi Parkı protestolarına ne-den olan çelişkilerin tespiti açısından önemli bir soru iktidarın niçin dozu artan bir biçimde otoriter ve yer yer de totaliteştiğidir. Güçlü liderlik stratejisi ve bunun bir parçası olarak Başbakan’ın kilit konuların tümünde tek karar verici olması iktidarın otoriterleşme eğilimini sorgulayan çevrelerde Başbakan’ın kişiliğine vurgu yapan açıklamaları öne çıkarmaktadır. Böylesi bir öznelliğin azımsanmayacak rolü olmakla birlikte, otoriterleşmenin yapısal kaynaklarının gözden kaçırılması sağlıklı bir değerlendirme ve karşı duruşu zorlaştırmaktadır.

Otoriter/totaliter uygulama ve yönelimlerin ikna edici biçimde açıklanması iktidarın savaş mantığı ile yürüttüğü biri ekonomik, diğeri siyasal nitelikte mekan odaklı iki stratejine yakından bakmayı gerektirir. Birincisi hızlı ve yoğun biçimde kent mekanının metalaştırılması, ikincisi ise kentlerin muhafazakarlaştırması projesidir. Bu iki temel stratejinin ortak paydası demokratik süreçlerin askıya alınıp, siyasetin bir savaş gibi yürütülmesini öngörmeleri, savaş alanı olarak da kentleri seçmeleridir.

Mekanın Metalaştırılması ve Otoriterleşme
Kent mekanının birikim stratejisi açısından merkezi bir konuma gelişi ekonomik boyuta yapılan vurgu nedeniyle bu sürecin siyasal düzlemde önemli sonuçları olduğu gerçeğini gölgelemektedir (1). Oysa, mekanın hızla metalaşması şiddet ve otoriterliği esaslı biçimde tetiklemektedir. Bu tetiklemenin gerisinde a) mekanın meta olarak üretiminin hıza endekslenmesinin doğrudan bir sonucu olarak demokratik süreçlerin “hız kesicilikleri” nedeniyle askıya alınması, b) metalaştırmanın kurumsallaşmış piyasa mekanizmaları aracılığıyla mümkün olmadığı, dirençle karşılaştığı ya da yüksek maliyet yarattığı durumlarda ilkel birikim ya da elkoyma yoluyla birikim olarak ifade edilen ve çoğu durumda liberal hukuk ve ahlak kurallarını bile çiğneyen zor ve şiddet kullanımının yaygın ve normalleştirimiş uygulamalar haline getirilmesi, c) metanın mantığına uygun olarak mekanın yeniden üretimin değil, şiddete dayanan bir yaratıcı yıkıcılığın hedefi haline gelmesi vardır.

i) Metalaşma ve hız:
Sermayedar için üretilen metanın hızla piyasa sürülüp kar realizasyonun gerçekleşmesi hayati öneme sahiptir. Metalaştığı ölçüde mekanın kendisi de benzer bir baskıya konu olur. Tam da bu nedenle metalaştırma hedefli kentsel projelerin gerçekleştirilmesinde, kısa devreler yaptırılarak, gerçekleştirilme süresi en asgariye indirilmekte, kamuoyunun bilgilendirilmesi, hukuki süreçlerin işletilmesi, taraflar-arası müzakere gibi demokratik mekanizmalar zaman alıcı ya da engelleyici görülüp ortadan kaldırılmakta ya da etkisizleştirilmektedir. Son dönemde özellikle büyük projeler aracılığıyla sıcak para girişini sürdürme stratejisinin öne çıkışı hızlı ve pürüzsüz biçimde projelerin gerçekleştirilmesini daha da önemli hale getirmiştir. Acele kamulaştırma, ÇED Muhafiyeti, Proje Alanı ilan edilerek denetim dışına çıkarma türü düzenlemelerin gerisinde hız kesen engellerin kaldırılması vardır. TBMMOB’a yönelik rövanşist yetki budamalarının gerisinde de aynı gerekçe bulunmaktadır.

3. Köprü temel atma törenine ilişkin gazetelere yansıyan haber hız konusundaki takınçlı durumun iyi bir özetidir;

Başbakan’ın konuşmasına müteahhit firmayla yaptığı pazarlık damga vurdu. Başbakan, sahneye “Köprücü de gelsin” diyerek çağırdığı yetkiliden projenin 3 değil 2 yılda bitirilmesini istedi. Başbakan’ın yetkililer kürsüye gelirken “quickly quickly” (hızlı hızlı) diye seslenmesi törene katılanları gülümsetti. Erdoğan firmalardan projenin 29 Mayıs 2015’e yetiştirilmesi sözünü aldı (http://www.cnnturk.com/2013/turkiye/05/29/ucuncu.koprunun.adi.belli.oldu…).
Kuşkusuz böylesi bir “hız tutkusu” kazaları da sıklaştırmaktadır. Her türlü izni aldıktan sonra yükselen gökdelenlerin Mimar Sinan’ın eserlerini bile gölgede bırakarak İstanbul sülietini tanımladığının ancak binalar tamamlanırken farkına varılması ve bu durum karşısında Başbakan’ın gökdelenleri traşlayın demek zorunda kalması trajikomik bir örnektir.

ii) Zor yoluyla metalaştırma
Öte yandan bu tür bir metalaştırma süreci sadece piyasa mekanizmasına bırakıldığında yetersiz ve çoğu durumda pahalı bir çözümdür. Bu çerçevede; bir yandan kamunun, diğer yandan görece güçsüz kesimlerin elindeki taşınmazlara el konulması geçtiğimiz dönemde metalaştırma sürecinin en önemli mekanizması haline getirilmiştir. Bu süreç Marx’ın “ilkel birikim” ve Harvey’in “el koyma yoluyla birikim” olarak adlandırdığı süreç ekonomi dışı mekanizmaların devreye girmesine işaret ettiği ölçüde, hukuki ve ahlaki kuralları askıya alan bir şiddet ve zorbalığa yaslanmak durumundadır. Çoğu durumda el konulan taşınmazların metalaştırılmasını sağlayan yeni işlevlendirmeler sırasında da “ayrıcalıklı muammele” sürmekte ve imar mevzuatının izin verdiğinin çok ötesinde imar hakları sağlanarak sürümü yapılan metanın normal koşullarda elde edebileceğinin çok üzerinde değerlenmesi sağlanmaktadır. Demokratik mekanizmaların etkili işlediği bir ortamda bu türden ayrıcalıkların sağlanması mümkün olmadığından, çoğu durumda tüm süreç büyük bir hızla ve gizli kapaklı pazarlıklar ve yolsuzluk söylentileri eşliğinde işlemektedir.

iii) Yeniden üretimden yaratıcı yıkıcılığa
Mekanın metalaşmasının şiddet içeren bir başka boyutu meta mantığının yeniden üretimi giderek imkânsız kılan bir yıkıcılık ve tüketimi öngörmesidir. Çünkü meta asli olarak yeniden üretilmek için değil, tüketilip yerine yenisinin konulması hedeflenerek üretilir. Bu çerçevede bir meta olarak mekan, diğer bir çok metaya göre dikkate değer bir dirence sahip olsa da, giderek artan biçimde yaratıcı yıkıcılığın mantığına teslim olmaktadır. Bu süreç yıkıcılığı öngördüğü ölçüde kentin her yanına yayılan bir şiddet uygulaması olarak kendini gösterir. Şiddetle özdeşleşen bu kentsel kırım makinasının hedefinde i) daha önceki dönemlerde yeniden üretim mantığı ile yaratılan özel ya da kamusal nitelikteki yapılı çevreler, ii) bugüne kadar yapılaşmamış ancak yapılaşma potanisyeli taşıyan bakir alanlar ve iii) ironik biçimde yakın zamanda üretilen ve hatta üretim aşamasında olan yapılı çevreler vardır (on yıl önce inşaa edilen alışveriş merkezleri bugün gözden düşmüş biçimde yeni işlevlendirme girişimlerine konu olmaktadır). Bu tür bir şiddetin hedefinde söz konusu mekanlar kadar, bu mekanları savunmaya çalışan kesimler de vardır.

Özetlemek gerekirse; daha önce üretim alanında bütün dinamikleriyle kendini gösteren kapitalist üretim ilişkileri ve meta formunun bugün yaşamımızın her alanına sirayet ettiği bir durumla karşı karşıyayız. Bazı değerlendirmeler için böylesi bir yayılma kapitalizmin fabrika’dan çıkıp kenti temel üretim mekanı olarak tanımladığı yeni bir aşamaya işaret etmektedir (2). Böylesi bir dönüşümün parçası olarak kapitalist birikim makinası kentsel alanda kapitalizmin tarih ve coğrafyası dışında kalan yapı ve ilişkileri çoğu durumda ekonomi dışı otoriter mekanizmalarla kendi tarih ve coğrafyası haline getirirken, yukarıda gösterdiğimiz gibi (liberal) demokrasiyi de bir siyasal form olarak imkansızlığa dönüştürmüştür.

Muhafazakarlaştırma ve Totaliterlik
Türkiye kentlerinde karşı karşıya kalınan şiddet ve otoriterliğin tek kaynağı mekanın metalaşması değildir. Otoritlerliği ve hatta totaliterliği besleyen bir başka önemli kaynak muhafazakarlaştırma projesini benimseyen siyasal iktidarın siyaseti bir savaş durumu olarak görmesi ve düşmanı ortadan kaldırmayı ve mekanlarına el koymayı ana strateji olarak benimsenmesidir. AKP iktidarı günlük yaşamı ve kent mekanını muhafazakar değerler çerçevesinde saldırgan biçimde kodlarken, bu dayatmayı benimsemeyen toplumsal kesimleri düşmanı olarak ilan etmektedir. Böylesi bir savaşçı stratejinin siyasal ve toplumsal alanda karşılıklı müzakere, ortak noktalar bulunması gibi çoğulcu çözümleri dikkate alması mümkün değildir; aslolan düşmanın yenilgiye uğratılmasıdır.

Birçok düşünür biz ve düşmanımız ayrımını siyasal süreçlerin kaçınılmaz hali olarak görür. Ancak burada söz konusu olan sadece biz ve düşmanımız tanımlaması değildir. İktidar daha da ileri giderek bu iki kesim arasındaki ayrım çizgisini düşmanı tümüyle bertaraf ederek kaldırmayı hedeflemeye başlamıştır. Bu siyaseti tanımlayan değil ortadan kaldıran bir müdahaledir. Dahası siyasal alanı olduğu kadar toplumsal alanı da biz ve düşmanlarımız olarak bölen iktidar günlük yaşam ve onun örgütlendiği kentsel (kamusal) mekanı bu savaşın ana muhabere meydanları olarak ilan etmiştir. Kamu(sal) mekanların ele geçirip muhafazakarlığın bayrağını dikmek bir yandan günlük yaşamın, diğer yandan düşmanın mekansal pratiklerinin yok edilmesi anlamına gelmektedir.

Kentin stratejik noktalarına (Çamlıca, Taksim) dini yapıların inşaası, kamusal mekanların alkol kullanımından arındırılması, Osmanlı/Selçuklu dönemine özenen mimari tasarımların kamusal alanlara damga vurması simgesel bir dönüşüm yanında mekansal pratiklerde de muhafazakar yönde bir kırılmaya işaret etmektedir. İktidar rövanşist bir halet-i ruhiye içinde mekanı ve günlük yaşamı hızla kendi normlarına uygun hale getirirken, kendisine benzemediği için düşman ilan ettiği kesimlerin kamusal mekanlarına el koymakta, düşmanı bu alanların dışına iterek görünmez kılıp, sembolik bir imhayı hedeflemektedir.

Bu tür bir savaş stratejisinin iktidarın direnç görüp zorlandığı noktalarda kendi sivil kesimlerini de devreye sokan bir iç savaşa dönüşme ihtimalinin yüksek olduğu son dönemde açık hale gelmiştir. Gezi Protestoları karşısında, Başbakan’ın “bizim yüzde 50’yi zor tutuyoruz açıklaması”, sonrasında düzenlenen gövde gösterisi niteliğindeki mitingler, “Gezi Parkı’nı bizimkiler de gezecek” türü açıklamalar, kendi tabanına “tencere ile gürültü yapanları ihbar edin” tavsiyeleri ve göstericilerin karşısına dikilen palalı milisler iktidarın sadece siyasal alanı değil, toplumsal alanı da birbiriyle savaşan iki düşman kamp olarak gördüğünü belgelemektedir.

Kısaca özetlemek gerekirse; kent mekanını hızla ve demokratik ve hukuki süreçleri askıya alacak biçimde dönüştürüp metalaştırma projesi iktidarın otoriterleşme eğilimlerini derinleştirirken, günlük yaşam ve kamusal mekanı hedefleyen muhafazakarlaştırma projesi totaliterleşme eğilimlerini güçlendirmiştir.

İktidarın bu iki boyutlu projesi etrafında siyaseti fiili bir savaş durumu olarak icrası herşeyden önce demokratik süreç ve mekanizmaları giderek devre dışı bırakmanın maddi altyapısını hazırlarken, siyasal olduğu kadar toplumsal yaşama da savaşın dikte ettirdiği olağanüstü hal kuralları çerçevesinde yaklaşması ile sonuçlanmıştır. Böylesi bir durum düzenin korunmasına yönelik “istisna halinin” öne çıkarılması ve kanunsuz güç kullanımı, şiddet, yalan söyleme gibi hukuk ve ahlak dışı uygulamaları kabul edilebilir hale getirmiş; dahası istisna hali olanlaşmıştır.

(1) Kent mekanının sermaye birikim süreçleri açısından üstlendiği kilit role ilişkin bakılması gereken ilk kaynak Harvey’in çalışmalarıdır. Özellikle Asi Şehirler çalışmasında sunduğu çerçeve bu çalışmanın birikim süreçleri ile mekan arasındaki çok katmanlı ilişkiyi birçok yönüyle tartışmaktadır.
(2)Kapitalist çelişkinin yaşamın her alanına ve özel olarak da kente yayılışı konusunda özgün bir çerçeve otonom marksistlerin çalışmalarında vardır.. Bu konuda otonom marksistlere giderek yaklaşan bir bakış açısı Harvey’in Asi Şehirler kitabında da bulunabilir. Bu tür bir öngörünün çok önemli ve dikkatli değerlendirme gerektiren sonuçları vardır. Burada buna girişmeyeceğiz.

2. Bölüm
Cephede tutunamamak: 
Kurumsal muhalefetin başarısızlığı
CHP’nin “neoliberal gerçekliği” kabullenişi, seçim dönemiyle sınırlı değildir. İstanbul’a yönelik büyük projeler başta olmak üzere, iktidarın dış krediler yoluyla finanse edilmesi öngörülen projeleri konusunda sistematik bir muhalefet sergilenmemiştir. Benzer muğlaklıklar kent mekanını şekillendiren diğer politikalara yönelik olarak da vardır. Kentsel dönüşüm, afet, yenileme, kentsel rantlar ve plan değişiklikleri, el koyma yoluyla birikim, yerinden etme, ulaşım politikaları gibi geniş halk kesimlerinin yaşamına yakından etkide bulunan alanlarda sistematik bir pozisyon alınamadığı görülmektedir.

İktidar siyasal ve toplumsal yaşama bir savaş mantığı ile yaklaşıp adım adım bas-kıcı hale gelirken, patolojik hale gelen bu yönetim anlayışına dur diyebilecek yetkinlik ve güçte bir muhalefet geçtiğimiz dönemde tesis edilememiştir. Kurumsal siyasal alanda bu başarısızlığın birincil muhatabı ana muhalefet partisi CHP olmakla birlikte, daha solda yer alan partiler, sol yönelimli sendikalar, meslek odaları ve demokratik kitle örgütlerinin kendi etkinlik alanlarından yükselen muhalefeti de AKP iktidarını dizginlemeyi başaramamıştır.

Kurumsal siyasal alanda konumlanan sol parti ve örgütlerin geçtiğimiz dönemde niçin etkin bir muhalefet üretemediği sorusuna kapsamlı bir yanıt, bu değerlendirmenin hedeflerinin ötesindedir. Solun yaşadığı tıkanmaya burada vurgu yaptığımız kent merkezli süreçler açısından baktığımızda, tespit edebildiğimiz temel bir zaaf şudur: Sol, kapitalizmin fabrikayı merkeze koyan endüstriyel aşamasından, kent mekanını odağına koyan neoliberal finansallaşma aşamasına geçişine karşılık gelebilecek bir konumlanmayı gerçekleştirememiştir. Bu başarısızlığın önemli sonuçlarından biri sol parti ve hareketlerin kent mekânını siyasetin(in) merkezine koyan bir stratejiye yönelememesi ve çok geniş bir siyaset alanını kullanamaması olmuştur.

Solun kitle bağları
Bu tür bir stratejinin geliştirilebilmesinin en önemli ön koşulu, sermaye birikim süreçlerinin ve özel olarak da bu süreçlerle (kentsel) mekan arasındaki kritik ilişkinin sorunsallaştırılmasıdır. 1980 öncesi dönemde sol bu ilişkiyi tahlil edip, siyasallaştırmayı başarmış, sermaye birikim süreçlerinde emeğin yeniden üretiminin mekanı olarak işlev gören kent bu işlevi üzerinden esaslı bir mücadele alanı haline getirilmiştir. Bu tür bir strateji 1970’li yıllarda sosyalist solun olduğu kadar, CHP’nin de dikkate değer bir kitlesel desteğe ulaşmasına olanak sağlamıştır. Nitekim 12 Eylül darbesinin önemli hedeflerinden biri bu ilişkiyi koparmak olmuştur.

1980’lerin başından itibaren karşı karşıya kalınan önceki dönemin tam tersi bir durumdur. Hegemonik söylem ve pratikler ekonomi ve birikim süreçlerini küresel düzeyde belirlenen ve bu nedenle de ulusal siyaset için dışsal ve teknik bir alan olarak başarıyla tanımlamıştır. Ekonominin siyaset dışı bırakılışının doğrudan sonucu mekanın metalaşmasına yönelik genel çerçevenin de siyasal alanın dışında bırakılmasıdır. Ekonominin siyaset dışılığı söyleminin aşılamadığı (sosyalist sol) ya da kabullenildiği ölçüde (CHP) kent sorunun siyasal mücadelenin temel eksenlerinden biri haline getirilememiştir. AKP iktidarı kendini giderek artan biçimde kentler üzerinden kurarken, siyasal mücadele odağı olarak kent sol için ikincil kalmıştır. Bu durum AKP’nin iktidarını azımsanmayacak bir süredir devam ettirmesinin en önemli nedeni, kent üzerinden kurduğu üstünlüktür.

Mekan odaklı yaklaşım
Bu konu CHP açısından değerlendirildiğinde, iyi bir örnek 2011 Genel Seçimleri’dir. AKP’nin seçim programı bir genel seçimden çok yerel seçim manifestosu niteliğindedir. Çılgın Proje söylemi etrafında İstanbul odaklı büyük ölçekli projeler seçim stratejisinin asli unsuru olurken, genel seçim süreçlerinde öne çıkmasına alışık olduğumuz ekonomik, sosyo-kültürel ya da siyasal nitelikteki birçok konu kıyıda kalmıştır. Kısaca AKP seçimlere kent mekânını ekonominin olduğu kadar siyasetin de merkezine yerleştirerek girmiştir.

CHP’ye baktığımızda, tam tersi yönde bir seçim stratejisi vardır. Seçim bildirgesi alışılageldiği gibi, ekonomik ve toplumsal sorunlara vurgu yaparken, mekan odaklı bir yaklaşım söz konusu değildir. AKP’nin çılgın projesine karşılık aile sigortası öne çıkarılmıştır. Neoliberalizm ve finansallaşmaya yönelik esaslı bir eleştiri yerine, aile sigortası örneğinde olduğu gibi, yol açtığı sorunları hafifletmeye yönelik projeler öne çıkarılmıştır. CHP programı mekan odaklı olmamakla birlikte, kentlere vurgu yapıldığında, küreselleşme paradigmasına uygun biçimde “İstanbul’u Londra ve Paris ile birlikte Avrupa’nın en önde gelen üç küresel kentinden biri konumuna getirme” sözü verilirken, Anadolu kentlerine cazibe merkezleri oluşturularak Singapur, Şangay ile karşılaştırılan bir yarışmacı kapasite kazandırılacağı belirtilmiştir.

CHP’nin “neoliberal gerçekliği” kabullenişi seçim dönemiyle sınırlı değildir. İstanbul’a yönelik büyük projeler başta olmak üzere, iktidarın dış krediler yoluyla finanse edilmesi öngörülen projeleri konusunda sistematik bir muhalefet sergilenmemiştir. Benzer muğlaklıklar kent mekanını şekillendiren diğer politikalara yönelik olarak da vardır. Kentsel dönüşüm, afet, yenileme, kentsel rantlar ve plan değişiklikleri, el koyma yoluyla birikim, yerinden etme, ulaşım politikaları gibi geniş halk kesimlerinin yaşamına yakından etkide bulunan alanlarda sistematik bir pozisyon alınamadığı görülmektedir.

Kent dinamikleri
Nitekim keyfi imar planı değişiklikleri konusundaki ikircikli tavırların bir sonucu olarak, gerçeği yansıtsın ya da yansıtmasın, Gezi Parkı’nı dönüştürmeye yönelik yapılan imar planı değişikliğinin sorumluluğu AKP yanında CHP’ye de yüklenmiştir. Bu tür bir algının gerisinde CHP kontrolündeki belediyelerin birçok örnekte rant merkezli imar planı değişikliklerinin karşısında durmak yerine, kaynak yaratma adına parçası haline gelmeleri vardır.

Kent sorunun merkezinde yatan temel dinamikleri siyasallaştıramadığı bir durumda, CHP’nin iktidara yönelik eleştirileri yolsuzluk, demokratik olmayan karar verme süreçleri, yandaş gözetme gibi asli süreçlerin semptomları ve yan etkilerine yönelmiştir.

AKP iktidarının muhafazakarlaştırma projesi karşısında kurulan ikinci cephede de ciddi yenilgilerin yaşandığı ve çok sayıda mevzinin geçtiğimiz dönemde yitirildiği açıktır. Solun en büyük kayıplarından biri kentlerin çeperleridir. 1970’li yıllarda solun kalesi haline gelen gecekondu ağırlıklı çeper bugün AKP’nin toplumsal tabanının dikkate değer bir bölümünü oluşturmaktadır.

12 Eylül bu solu etkisizleştirerek bu sürecin önünü açmış olsa da bu yenilgiyi tümüyle açıklamaz. Esasen 1989 Yerel Seçimleri’nde büyük kentler neoliberal politikaları reddedip, yüzünü bir kez daha sosyal demokratlara dönmüştür. Ancak kısa sürede açık hale gelmiştir ki, halkın kabullenmediği neoliberal kent yönetimi anlayışını yan etkileriyle birlikte sosyal demokrat yönetimler hızla içselleştirmiştir. Kent çeperlerinin muhafazakarlaşma sürecinde 12 Eylül yanında bu dönem de önemli bir kırılma noktası teşkil etmektedir. Muhafazakarlığın iktidara izleyen dönemde belediyeler üzerinden yürüdüğünün ve bugünkü büyük yenilginin ilk cephelerin kentlerde kaybedildiğinin altının çizilmesi bu çerçevede önemlidir.

AKP’nin saldırgan stratejisi
AKP iktidarı son dönemde muhafazakarlaştırma projesinde daha saldırgan bir tutumla kentlerin bütününü hedefine koyup, yaşam biçimlerine ve kamusal alanlarına yönelik dayatmacı hale gelirken, karşısında bu konuda da strateji geliştirmekte zorlanan bir muhalefet vardır. Son birkaç seçimde alınan sonuçlar bu tür bir eksende kutuplaşmanın, toplumun geniş bir bölümünün muhafazakarlığa daha yakın olması nedeniyle, CHP’nin yenilgisini kaçınılmaz hale getirdiğine liderlik kadrosunu ikna etmiştir. Bu nedenle son dönemlerde siyasetin bütünüyle muhafazakarlık projesi eksenine sıkışması ve kutuplaşmasına yol açacak bir stratejiden kaçınan, bu alandaki uygulamalara yönelik daha yumuşak yaklaşan bir muhalefet çizgisi izlenmeye başlanmıştır. Böylesi bir tutumun izlenmesinde iktidar bloku içinde oluşan çatlakların derinleşebileceği beklentinin de payı vardır.

Özet olarak CHP, AKP projesinin ekonomik ve siyasi projesinin özüne yönelmeden, semptom ve yan etkilerine yoğunlaşan bir mücadele stratejisi izlemiştir. Sonuç AKP iktidarının her iki alanda ilan ettiği savaşta önemli mevziler kazanması ve bu güvenle daha da saldırgan bir stratejiye yönelmesi olmuştur.

AKP ilan ettiği savaşı yoğunlaştırıp, kurumsal alanda örgütlenen muhalefet ise bu saldırganlığı durduramadığında, özgürlük alanlarını ve yaşam mekanlarını tehdit altında hisseden çok farklı toplum kesimleri aktif olarak işgalci tutumun karşısına dikilme gereği duymuştur.

Gezi Parkı, bu başkaldırıyı bir araya getiren talebin adıdır.

İktidarın distopik mekanı İstanbul
“Metresine verdiği altın Şeytan ayrılır ayrılmaz dışkıya dönüşür” Sigmund Freud

İstanbul, iktidar projesinin ve yarattığı çelişkilerin paradigmatik mekanıdır. Projenin ekonomik boyutu dikkate alındığında neoliberalizm ve finansallaşma ile nitelenen ulus-ötesi ekonomik ilişkilerin ana bağlantı noktası olarak İstanbul birikim süreçlerinin merkezindedir. Başarısı sıcak para akışının kesintiye uğramaması ile özdeşleşen birikim ve büyüme modelinin en önemli stratejilerinden biri büyük projeler aracılığıyla kredi sağlama/borçlanmadır. Böylesi büyük ölçekli projelere kredi sağlayan ulus-ötesi finans kuruluşları olmak başta üzere sermaye grupları açısından çekici odak İstanbul’dur. Sadece ihalesi yapılan 3. havalimanının mali büyüklüğü 50 milyar dolar civarındadır. Kuzey’de 3. köprü, Kanalİstanbul, Yenişehir Projeleri’nin toplam büyüklüğü Türkiye GSMH’sinin dörte birinden fazlasına karşılık gelen 200 milyar dolar civarındadır. İstanbul’un temsil ettiği bu büyük rant ekonomisi dikkate alındığında, bu süreçle iç içe geçen “el koyma yoluyla birikim” ve “yaratıcı yıkıcılık” uygulamalarının odağında da İstanbul’un olması şaşırtıcı değildir.

Öte yandan İstanbul, rövanşist savaş stratejisi açısından da merkezi konumdadır. Kuşkusuz bu rövanşist stratejinin ilk hesaplaşması Ankara’yladır. Cumhuriyet’le birlikte İstanbul’u yerinden eden Başkent’in, aldıklarının önemli bölümünü İstanbul’a iade etmesi sağlanmıştır. İstanbul’u hegemonyasının paradigmatik mekanı olarak kurgulayan iktidar, kenti kendi imaj ve yaşam biçimine uygun hale getirmeye yönelik olarak da kenti içi siper savaşları vermeye devam etmektedir. İnönü Gezisi yerine Topçu Kışlası başlı başına bir rövanşist müdahaledir. Çamlıca ve Taksim’e büyük ölçekli camii yapımı, kamusal mekanlarda içki kullanımına getirilen sınırlamalar, ele geçirip bayrağını dikme stratejisinin uygulamalarıdır.

Öte yandan iktidarın ekonomik ve siyasal nitelikteki uygulamaları kadar bu uygulamaların yarattığı sayısız çelişki ve tutarsızlıklar da en yalın biçimde kendini İstanbul’da göstermektedir. Yeni Osmanlıcı bir yaklaşımın bir örneği olan Topçu Kışlası’nın taklidini üretmenin özü itibariyle bir AVM inşası olması, Mimar Sinan’ın yapılarını ve İstanbul siluetini bastıran gökdelenler, iktidarın ekonomik stratejisi ile siyasal stratejisi arasında ortaya çıkan çelişkilerin mekânsal gösterimleridir. Ancak çelişkiler başka eksenlerde de kendini göstermektedir. Şimdiye kadar bütün saldırılara karşın önemli ölçüde korunmuş orman ve su havzalarının yoğunlaştığı Kuzey’de büyük projeler aracılığıyla girişilen ekolojik dengeleri altüst edecek kıyım, çalışan sınıfların yaşam alanlarına el koyan dönüşüm projeleri, tarihi dokuda rant arayışının yarattığı tahribat dikkate alındığında, iktidar karşıtı hoşnutsuzluk ve tepkinin Gezi Parkı üzerinden İstanbul’da patlaması şaşırtıcı değildir.

3. Bölüm
Gezi sonrası siyaset ve sol
Alışageldiğimiz kurumsal siyaset tarzının önemli çıkmazlarla karşı karşıya olduğu bir gerçektir. Tam da bu başarısızlıkların, çıkmazların ve yetersizliklerin yarattığı tıkanmanın bir sonucu olarak toplumsal alanda biriken hoşnutsuzluklar Gezi Parkı protestolarıyla patlamış ve mevcut siyasal sistemin dışına taşarak bir başka siyaset tarzının daha mevcut olduğunu ve belki daha da önemlisi, mevcut siyasal dengeleri yeniden tanımlayacak potansiyelleri içinde taşıdığını herkese göstermiştir

Protestocuların dikkate değer bir bölümü, özellikle gençlik, mevcut siyasal sistemin ve siyaset tarzının en azından kendilerini temsil etmekten çok uzakta kaldığını, dahası son kullanım tarihinin dolduğunu ve yeni bir siyaset tarzına ihtiyaç bulunduğunu ifade etmektedir. Mevcut siyasal sistem ve hâkim siyaset tarzının yetersizlikleri ve temsil kabiliyeti konusunda yapılan eleştirilerin ne derece geçerli olduğunu tartışmadan önce, bu iki farklı siyaset tarzından ne anlaşılması gerektiğini açıklık getireceğiz.

İki Farklı Siyaset Tarzı 
Birincil siyaset tarzı kurumsal siyasal sistem içinde konumlanıp, ulus-devlet merkezli bir siyasal alanı ve örgütlenme biçimini temel almaktadır. Bu yönüyle ulus devletin örgütlenme mantığına uygun biçimde bu siyasal yapılar, topraksal ve görece merkeziyetçi ve hiyerarşik yapılar olarak örgütlenmişlerdir. Bu alandaki siyasal yapılar, endüstriyel kapitalizmin çelişki ve siyasal formları etrafında bölünmüş durumdadır. Siyasal partileri demokratik süreçlerin odağına koyan bu birincil siyaset kurgusu, sosyal hareketleri siyasal sistemin çeperine yerleştirir. Toplum ve örgüt çıkarı karşısında bireyin ikincilleştiği bir toplum birey ilişkisi söz konusudur.

Birincil siyaset tarzının yetersizliklerinin yarattığı boşlukta doğan ikincil siyaset tarzı ulus-devlet ötesi bir siyasal alana işaret etmektedir. Birincil siyasetin sabitlikleri karşısında akışkanlığı temsil eden bu tarz, bu özelliğinin bir parçası olarak sürekli bir yer-yurtsuzlaşma dinamiğini huzursuzca içinde taşımaktadır. Dikey örgütlenme yerine yatay örgütlenme ve hiyerarşi karşıtlığını vurgulamaktadır. Yerel ve âdem-i merkeziyetçi olmakla birlikte, yerelciliği kabullenmeyen bu anlayış, kalıcı örgütlenme yerine sanal iletişim kanallarını yoğun kullanarak bir araya gelişler oluşturmaktadır. Toplumsal hareket siyasetini merkezine yerleştirirken, siyasal partileri çepere koymaktadır. Siyasal süreçlerin merkezinde, görece soyut toplumsal ülküler değil, siyasal bir özne olarak arzulayan birey ve bireyin özgürlüğü vardır.

Bir araya gelme potansiyeli
Bu iki siyaset yapma biçimi arasındaki çok büyük paradigmatik nitelikte farklılıklara karşın aralarındaki ilişki açısından dikkat edilmesi gereken konu, her iki siyaset tarzı içinde farklı siyasal eğilimlerin, tercihlerin ve sınıf pozisyonlarının bulunduğudur. Bu çerçevede nasıl birincil siyaset alanı kendi içinde sınıfsal ve diğer akslar boyunca çatlaklar ve ayrışmalarla niteleniyorsa, ikincil siyaset tarzı da benzer çatlaklar etrafında tanımlanmaktadır.

Tam da bu nedenle bu iki tarzı farkları, uyuşmazlıkları ve çelişkilerinden yola çıkarak birbirlerinin alternatifi olarak görmek ya da birincil siyasetin yerini ikincil siyaset tarzına bırakacağı öngörüsü en azından öngörülebilir gelecek için doğru değildir. Gezi Parkı eylemleri göstermiştir ki, bu iki siyaset biçimi içinde eleştirel ve sol konumlardaki aktörler, aralarındaki gerçek ve sıkıntı yaratacak büyük farklara karşın bir araya gelebilme potansiyeline sahiptir. Daha da önemlisi bu tür bir etkileşime her iki taraf da ihtiyaç duymaktadır. Bütün yetersizliklerine karşın birincil siyaset alanında konumlanmış TMMOB, Türk Tabipler Birliği, KESK gibi örgütler ve sosyalist partilerin birikimi ve eleştirel duruşu ile ikincil siyasetin gençlikte ifade bulan enerjisinin bir araya gelişi, bu tür bir geniş başkaldırıyı mümkün kılmıştır. İzleyen bölümde bu tür bir araya gelişin nasıl inşa edildiğine yoğunlaşacağız.

Aşağıdan Yukarı Popülist Siyaset Örneği 
Geçtiğimiz dönemde kurumsal siyasal alan ve dışından çeşitli girişimlerin bu türden bir geniş toplumsal tabanın desteğini kazanması mümkün olmamıştır. Bu durumda Taksim Dayanışması’nın Gezi Parkı’nı korumak gibi kısmi bir talebinin niçin böylesi geniş bir destek bulduğunun açıklanması gerekir.

Temel bir tespiti yaparak bu konuya eğilmekte yarar var; Gezi Parkı eylemleriyle birlikte, eleştirdiği seçkinlerin yerine hızla geçen AKP iktidarı karşısında geniş halk kitlelerinin yer aldığı siyasi bir çatlak ve cepheleşme etrafında örgütlenen yeni bir siyaset biçimi ortaya çıkmıştır. Bu siyaset tarzının ortaya çıkardığı cepheleşme ve talep, biçimiyle bu ölçekte sık sık karşılaşmadığımız aşağıdan yukarı popülizmdir.

İktidarın şiddet kullanarak bastırmaya çalıştığı Gezi Parkı’nın korunmasına yönelik talep, bu geniş ve heterojen halk kitlelerinin iktidara yönelik farklı rahatsızlık ve taleplerinin temsilcisi rolünü üstlenerek bir yandan iktidarla halk arasındaki ayrıştırıcı, diğer yandan da heterojen kitleleri bir araya getiren çimento haline dönüşmüştür (Gezi Parkı’nın korunması talebinin sadece bir parkın korunması meselesi olmadığının iki tarafta da vurgulanmasının nedeni, bu talebin birçok rahatsızlığı ifade eden bir sembol haline gelmesidir).

Bu durum ironik bir biçimde iktidarın uzun süredir izlemekte olduğu siyasal stratejinin baş aşağı çevrilerek kendisine döndürülmesidir. İktidarın “yukarıdan aşağı” inşa ettiği popülizm, bu kez siyasal seçkinlerin yerini kendisinin aldığı bir durum olarak ve aşağıdan yukarı inşa edilen bir popülist stratejiyle çapulcu, marjinal, ayak takımı olarak nitelenen halk kesimleri tarafından karşısına konulmuştur.

CHP ya da diğer sol partilerin yapamadığını Taksim Dayanışması’nın nasıl başardığını yanıtlamak gerekirse; birinci neden aşağıdan yukarı gelişen bu sürecin güçlü bir örgüt ya da liderliğinin bulunmamasıdır. Bu durum hem örgütlü hem de örgütsüz kesimler açısından katılımı özendirmiştir. Kurumsal siyasetin dışında konumlanan başta gençlik olmak üzere çeşitli kesimlerin yoğun katılımının temel nedeni, güçlü bir liderlik ya da örgütü değil kendilerini sürecin ana faili olarak hissetmeleridir. Kurumsal siyaset alanından sürece doğrudan katılan ya da destek veren siyasal parti ve örgütler açısından da böylesi bir geniş hareketlenmenin kendilerine rakip olabilecek türden bir örgüt ve liderliğe sahip olmaması özendirici olmuştur. Tam da bu nedenle birincil ve ikincil siyaset alanlarında siyaset yapanların görece sorunsuz bir araya gelmesi ve geniş bir katılımın önünü açılması mümkün olmuştur.

Gezi başkaldırısının sonuna gelinmedi
Böylesi geniş bir destek ve katılımın ortaya konulan talebin niteliğiyle de yakından ilgisi vardır. “Gezi Parkı’na dokunma” talebi çok kısmi bir talep olmakla birlikte, sürece destek veren farklı kesimlerin iktidarın yarattığı olumsuzluklardan kaynaklanan başka tür talepleriyle çatışan bir yönü yoktur. Tam da bu nedenle böylesi bir talep tüm diğer taleplerin sözcülüğünü yapan bir temsilciye kolayca dönüşmüştür.

Öte yandan Gezi Parkı başkaldırısının geniş bir tabana yayılmasını sağlayan bu özellikleri, sürdürülebilirliği açısından zayıf yönler olarak karşımıza çıkmaktadır. Güçlü bir liderlik ve örgütün bulunmayışı pragmatik bir araya gelişi olanaklı kılsa da, süreç uzadıkça çok farklı örgüt ve yapılar yanında örgütsüz geniş kitlelerin bir arada tutulmasının önemli bir sorun haline gelmesi kaçınılmazdır. Yukarıdan aşağı popülist hareketlerde, kitleler bağlarını dikey biçimde doğrudan lider ve örgütle kurduklarından, yatay ilişkiler ve heterojenliğin yarattığı sorunlar ikincilleşir. Gezi hareketlenmesi için bu türden bir mekanizmanın olmaması sorun olmakla beraber, katılımcıların önemli bir bölümünü cezbedenin bu özellik olduğu düşünüldüğünde, böylesi bir mekanizmayı hiyerarşik bir anlayışla kurmaya çalışmanın kendisi de verili şartlar altında anlamlı değildir.

Benzer bir sorun tüm talepleri eklemleyen ve temsil eden talep açısından da vardır. Popülist siyasetin erken aşamalarında çok farklı taleplerin temsil kabiliyeti yüksek bir kısmi talep tarafından temsil edilmesi mümkündür. Başlangıçta dayanışma ve birlikte durma arzusu temsil sorununu ikincilleştirse de, hareket belli bir aşama ve olgunluğa ulaştıktan sonra, talepler arasındaki bağın çok daha esaslı ve ikna edici biçimde kurulması farklı kesimlerin bir arada tutulabilmesinin koşulu haline gelir. Bu tür bir talep formülasyonu görece dağınık bir yapıda zor görünmektedir.

Yaptığımız değerlendirme Gezi başkaldırısının sonuna gelindiği sonucuna götürebilir. Son günlerde içine girilen sönümlenme, birçok kesim açısından belli kazanımların altı çizilmekle beraber bu yargıyı pekiştirmektedir. Bu olası sonuçlardan sadece biridir. Yazının geriye kalan bölümünde Gezi Parkı sürecinin kazanımlarını geleceğe taşıyabilecek bir başka senaryo üzerine bir değerlendirme yapacağız.

4. Bölüm
Kimlikler yerine talepler etrafında kentsel ittifak
Geleceği (düşleyerek) kurmak
Gezi Direnişi’ni geleceğe taşımak yönünde bir çabanın en önemli esin kaynağının (geçmiş birikimlerimiz yanında) Gezi deneyiminin kendisi olması gerekir. Bu noktadan yola çıkarak bazı başlıklar altında geleceğe yönelik bazı stratejik nitelikte değerlendirme ve kısmen de önerilerde bulunacağız.

Gezi Parkı başkaldırısından çıkarılabilecek önemli derslerden biri, çok geniş bir kesimi bir araya getirebilmesidir. Bu tür bir araya gelişin başarılı oluşunun önemli bir nedeni ortaya çıkan fiili ittifakın farklı kesimlerin birbirlerini tanıması üzerinden değil ortak bir talep üzerinden gerçekleştirilmesidir. Bu çerçevede uzun süreli birikimlerin ve yatkınlıkların görece katılaştırdığı kimlikler ve aidiyetler üzerinden düşünmek yerine, Gezi Parkı örneğinin de gösterdiği gibi, kenti savunmak üzerinden belli ilkelere bağlanmış bir birliktelik inşa edilebilir. Mevcut siyasal parti, grup, dernek ve hareketlerin görece güçlü bağlarına karşılık, toplumcu bir kent projesi için oluşturulacak cephenin daha gevşek bağlar aracılığıyla bu kesimler arası etkileşimi sağlaması mümkün olacaktır. Böylece mevcut aidiyet ve mücadeleler var olan örgütlü yapılar aracılığıyla sürdürülürken, kentsel alana yönelik daha çoğulcu platform etrafında bir araya gelinebilecektir. Bu durumda talebin niteliği üzerine belli bir oydaşmaya ihtiyaç duyulması kaçınılmazdır.

Kent Hakkı Talebinden Yaşam (Mekanı) Hakkına
Bu türden birleştirici bir siyasetin merkezinde yer alacak temel talebin (Laclau’nun tanımlamasında boş gösteren olarak tanımlanan temel talep) ne olacağı konusunda bir tanımlamanın, dışardan verili bir reçete olamayacağı gerçeğini de gözden kaçırmadan, belli bir değerlendirme yapılabilir. Lefebvre’i izleyerek Harvey bu ana temsilci rolündeki talebi “kent hakkı” olarak tespit etmektedir. Bazı kentsel mücadelelerde halihazırda kullanılmakla birlikte, Harvey’in kendisinin de kabul ettiği gibi, kent hakkı kavramı birçok açıdan çok geniş ve çoğu durumda kenti talan edenlerin bile bu niyetlerini içerebilecek bir esnekliğe sahiptir. Dahası kavramın hedefinde büyük ölçüde orta sınıf yer almaktadır.

Eğer iktidar karşısında geniş bir karşı iktidar bloku oluşacaksa, hegemonik iktidar bloğunun özellikle alt gelir grubu öznelerine de seslenebilecek bir başka talep formülasyonuna ihtiyaç vardır. Gezi Direnişi sürecinde gerek Gezi Parkı’nın kendi statüsü, gerekse sonrasında gerçekleştirilen yoğun protestoların sahnesi olarak kamusal mekanların öne çıkışı kamusal mekanı ve temsil ettiği pratiği vurgulayan bir talebi öne çıkarıyor (kamusal mekan hakkı, kamusallık hakkı vs.). Ancak bu kavramla ilgili temel sorun kamusallığın kuruluşunun tarihsel olarak özel alana tezat biçimde inşası nedeniyle özel alana yönelik talepleri, konut ya da barınma hakkı gibi, temsil etme kapasitesinin sınırlı olmasıdır. Aynı türden bir sınırlılık, kamusal alanı dışarıda bıraktığı ölçüde, geçtiğimiz dönemde yer yer etkin biçimde kentsel mücadelenin merkezine konulan barınma hakkı talebi için de söz konusudur.

Metalaştırma yanında muhafazakarlaştırma çabalarının da hedefinde kamusal, yer yerde özel yaşam alanlarımızın bulunduğunu, benzer biçimde doğanın da aynı kaderi paylaştığını vurgulamıştık. Bu işgal ve sömürgeleştirme yaşam alanlarımızı ortadan kaldırdığı ölçüde en temel hak olan yaşam hakkına yönelik kapsamlı bir saldırıya dönüşmüş durumdadır. Tam da bu çerçevede yaşam (mekanı) hakkı çalışan sınıf katmanları, etnik, toplumsal cinsiyet ve benzeri ayrımlar gözetmeksizin, hemen her kesime seslenebilme kapasitesine sahip, iktidara karşıtı genişletemeye olanak sağlayacak temel bir taleptir.

Muhalif Mekansal Pratiklerden Karşı İktidar Pratiklerine
Toplumsal alanda farklı kültürlere yönelik yaptığı tartışmada Raymond Williams baskın, ikincilleşmiş (rezidüel) ve filizlenen olmak üzere zaman referanslı üç kategori tanımlar. Kuşkusuz bu kültürlerin hangi kategoride yer aldığı bu onları üreten kesimlerin iktidar ilişkilerindeki konumuyla yakından ilişkilidir. İktidar ilişkilerinde baskın kesimlerin ürettiği kültürün de baskın olması yanında, iktidar ilişkilerinde güç yitiren kesimlerin kültürünün ikincilleşmiş hale gelmesi, otomatik bir süreç olmasa da şaşırtıcı değildir. Bu üç kültür ve aralarındaki ilişkininin mekansal yapılar açısından da önemli sonuçları vardır. Tam da bu çerçevede bugün kentlerimizdeki mekansal yapıları ikincilleşmiş (gecekondular, geleneksel orta sınıf konut alanları, geleneksel ticaret merkezleri vb.), baskın (alışveriş merkezleri, kapalı siteler, lüks eğlence merkezleri ve oteller) ve filizlenen olarak tanımlayabiliriz.

Yakın zamana kadar iktidar karşıtı geleceği temsil eden filizlenen kültürler/mekanlar üzerine çok fazla örnekleme yapılamaması aslında hakim iktidar ilişkilerinin hegemonyasına da işaret eden bir durumdu. Bu tür mekansal arayışlar ortaya çıktığındaysa, umutların geniş ölçüde tüketildiği bir ortamda yalıtılmış örnekler olarak heyecan yaratmayı başarıp, süreklilik sağlayamıyordu. Gezi Parkı eylemlerinin en önemli başarılarından biri umudu ve özgüveni tekrar geniş kitlelere vermiş olmasında yatmaktadır. Bu deneyimin verdiği filizlerin ne derece yeşerip boy atacağını henüz öngörmek mümkün olmasa da bu kültürel/mekansal filizleri bir anlamda yeni bir toplum/kent inşasının başlangıcı olarak görmek önem taşıyor.

Bu çerçevede, ikincilleşmiş bir kamusal mekan olan Gezi Parkı’nın baskın bir mekansal form olan alışveriş merkezine dönüştürülmesine karşı gelişen tepki çok kısa bir sürede Gezi Parkı’nı ikincilleşmiş durumdan, filizlenen mekana dönüştürmüştür. Belki daha doğru bir ifade olarak Gezi ikincilleşmiş ile filizlenen arasındaki bir ittifakın mekanı haline gelmiştir. Burada kurulan çadırlar, mekanı korumaya yönelik nöbet ve benzeri pratikler, paradan arındırılmış alan, herkese açık kütüphane ve kantin ve yemekhane kapitalist kentte unutulmaya yüz tutan toplum merkezli değerlerin kapitalist kentin kalbine bir hançer gibi yerleştirmiştir.

Burada ayrıca vurgulanması gereken bir başka mekansal pratik Taksim Meydanı’nda duran adamdır. Çalışmanın başında dikkat çektiğimiz teknolojinin de sağladığı olanaklar çerçevesinde metalaşma sürecinin birlikteliklerin mekanı olarak kenti giderek imkansızlaştırması karşısında, Taksim’in ortasında saatlerce durmak bu hızın temsil ettiği her şeyin de bir eleştirisi haline gelmiştir. Tam da bu çerçevede daha önce ilgi uyandıran “yavaş kent” deneyiminin aynı derecede olmasa da ilgi uyandıran bir mekansal pratik ve deneyim olduğuna dikkat çekmek gerekir.

Bu sürecin bir sonraki adımı olan kent meydanları, parkları ve sokaklarında gerçekleştirilmeye başlayan forumlar kapitalist kentin bir başka sorunu olan karar verme süreçlerine yönelen bir tepki olarak okunmalıdır. Gezi Parkı’nı bir AVM’ye dönüştürme kararının kamuoyu ile paylaşılmadan apar topar ve polis zoruyla uygulamaya sokulmasına tepki gösteren bu hareketlenmenin protestoların ertesinde hiyerarşi öngörmeyen tartışmaların yapıldığı forumlara yönelmesi anlamlıdır.

Benzer biçimde iktidarın yoksullara sadaka halini alan iftar çadırlarına, ya da lüks otellerde verilen iftar yemekleri karşısında bir zincir oluşturacak biçimde başta sokaklar olmak üzere kamusal alanlarında kurulan iftar sofraları hakim mekansal pratiklere meydan okuyan karşı hegemonik pratikler olarak öne çıkmaktadır. Yeryüzü sofraları olarak adlandırılan bu mekansal pratik bir yandan sınıfsal ayrışmaları vurgulayan iftar sofralarına meydan okurken, bir yandan da iftar sofralarını laik kesime de açarak laik-dini bütün ayrımı üzerinden yaratılan yarılma hattı üzerine bir köprü inşa etmektedir.

Giderek alışveriş merkezlerine sıkıştırılan kamusallık ve kamusal alan fikrine de meydan okuyan bu yeni mekansal pratikler bir yandan bu dayatmaların tek alternatif olmadığını gösterirken, bir yandan da hakim iktidar yapılarının yaşamımızı anlamlı kılan mekanları sömürgeleştirme girişimleri karşı yaşam (mekanı) hakkını öne çıkarıyor. Kentlerin geleceğini karşı çıkış yanında bu yeni deneysel ve düşsel mekansal pratikler belirleyecek görünüyor.

Yüzde 50’den, 99’a karşı 1’e
İktidar karşıtı blok içinde farklı grupların bir araya geliş biçimleri ve bu bir araya gelişi mümkün kılan talep kadar, oluşturulan cephenin dış sınırlarının nerede çizileceği de önemlidir. Protestoların belli bir aşamasında iktidar “sokağa çıkmayan bizim yüzde 50” diyerek kendi açısından bu bölünmeyi tanımlamıştır. Soru iktidar karşıtı cephenin ortadan bölünmeyi kabullenip kabullenmediğidir. Bir başka seçenek ABD finans merkezinin işgali sırasında gündeme gelen “99’a karşı 1”dir. Önümüzdeki dönemin bu senaryolardan hangisine doğru evrileceği, büyük ölçüde iki tarafta da izlenecek strateji ve tercihlerce belirlenecektir.

Eğer bugün kentleri ve yaşamları şekillendiren neoliberal politikalar, metalaştırma ve bu süreçlerin beslediği otoriterlik öne çıkarıp, iktidarın artan otoriterliğinin bu tür bir hız ekonomisi yanında bir savaş mantığından kaynaklandığını, muhafazkarlaştırma projesinin inanç temelli olmaktan çok bir siyasi destek manivelası olarak kullanıldığını gösterdiğinizde; işgalci ve sömürgeci küçük azınlık (yüzde 1) karşısında geniş halk kesimlerinin yaşam ve yaşam mekanlarının ( yüzde 99 ) vurgulayan bir siyasetin önü açılacaktır. Öte yandan, AKP’nin kültürel/ideolojik tercihlerle tanımlanmış muhafazakarlaştırma projesine odaklanıp, yaşam tarzı, laiklik, inançların tartışıldığı halihazırda var olan mücadele ekseni kabullenilecekse, siyaset “yüzde 50’ye yüzde 50” denilen bölünme üzerinden şekillenmeye devam edecektir.

Bu konuda 3. köprü üzerinden yaşanan tartışma iyi bir örnektir. İstanbul’un kuzeyindeki orman ve su havzaları pahasına inşasına karar verilen 3. köprü aynı zamanda mevcut kenti kuzeye kaydıran daha geniş bir stratejinin parçası olduğu ölçüde mevcut kente değil kuzeyin gelişmesinden yararlanacak spekülatörlere hizmet edecektir. Ancak çeşitli çabalara karşın köprü metalaştırma boyutuyla siyasal gündemde kapsamlı bir yer bulup tartışılamamıştır. Diğer yandan köprüye “Yavuz Sultan Selim” adının verilmesi muhafazakarlık boyutunu gündeme getiren yoğun bir tartışmaya yol açmıştır. Bu isme itiraz ne kadar haklı olursa olsun, tartışmanın muhafazakarlık siyasetine odaklanması, konuyu yüzde 50 ye karşı yüzde 50 siyasetine sıkıştırmıştır.

Bu konuda bir başka örnek Gezi Parkı’nın kendisinden verilebilir. Bugün parkın korunması yönündeki istekten daha meşru bir talep bulunmamakla birlikte, bu tür bir talebe kimlerin duyarlılığı olduğuna dikkat etmek gerekiyor. Bu tür bir strateji yüzde 50’ye hitap etmektedir. Bu sürecin başlarda vurgulanan Topçu Kışlası formunu almış bir AVM yapılması sürece dahil edildiğinde yeşil alan savunusu yanında, AVM’yi sorgulayarak bir başka kesime, küçük esnafa da seslenmek mümkündür. Böylece, AKP’nin uzun süredir alt gelir gruplarını ezen uygulamalarının başta AVM teşvikleri olmak üzere sorgulanması sağlanabilecektir. Dahası seslenilen kesimleri genişletmeye yönelik olarak toplumun her kesiminde giderek derinleşen kredi kartı ve borçlanma sorunu AVM’ler aracılığıyla yapılan tüketim toplumu eleştirisinin bir parçası olarak gündeme getirilerek bu kesimlerin desteği de aynı talep etrafında sağlanabilir. Diğer bir anlatımla böylesi bir strateji izlemeye başladığınızda, “99’a karşı 1” yönünde hareket etme olanağı yaratılmış olacaktır.

Nitekim AKP iktidarı karşısında oluşan cephenin genişleme olasılığını gördüğü için AVM vurgusundan vazgeçmiş, siyasi karşı karşıya gelişi alışa gelinen alana çekmek için camide içki içildiği, kadınların taciz edildiği gibi yanlış bilgilendirme de dahil olmak her yola başvurmaya başlamıştır. Dahası ironik bir biçimde protestoların esnafı zarara uğrattığı söylemiyle AVM karşıtı bir harekete karşı esnafı hareket geçirmeye yönelmiştir.

Tam da bu noktada AKP karşısında inşa edilen popülist cephenin kendi içinde sağlaması gereken konsolidasyon kadar, AKP’nin güvendiği kitlelere yönelik bir stratejiye de ihtiyaç vardır. Yaşam biçimi farkları üzerinden oluşturulan çatlaklar üzerine köprüler oluşturup, bölüşüm ilişkilerinde ortaya çıkan çelişki ve iktidarın bu alandaki tutarsızlıklarının ön plana çıkarılması gerekiyor.

H. Tarık Şengül – ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi
(iletişim: htseng@metu.edu.tr)
8 Ağustos 2013
Kaynak; haber.sol.org.tr