Yüksekova Haber: Taksim günlükleri – Serkan Besi

1.

‘Taş yok mu Taş?’

Taksimde GeziParkı için direnen kitleyi tarif ederken ” Bir avuç utanmaz” tanımlaması kullanıyordu muhterem Erdoğan. Ve 3. Boğaz Köprüsü projesinin açılış töreninde yaptığı bu konuşmasını dinlerken Ankaradaydım. Ve bu hayatımda şahit olduğum en arlanmaz siyasetçi beyanıydı. Ve kahırla içim titreyerek dudaklarımı ısırarak tanık oluyordum bu hadsizliğe.

Aynı günün akşamı istanbula doğru harekete geçtim. Kendisini Taksim’de beklememi isteyen ağabim gece yarısı “GeziParkı nöbetinden” beni almaya geldiğinde yalnız bıraktığımız yoldaşların sabahın beşinde polis şiddetine maruz kalacağını tahmin edememiştik.

Ertesi gün “gün boyu direniş” kararı aldık ve öğleden önce Taksim Meydanı ve Gezi Parkı dolaylarını mesken tuttuk. Saatler ilerledikçe kalabalığı hesap edemez olduk. Anti-Kapitalist Müslümanlardan komünistlere, punkçılara, rockçılardan kolkola girmiş taraftar gruplarına değin varan cezbedici bir renk ve ışık cümbüşü gecenin karanlığını etkisiz kılıyordu.

Danslar şarkılar sloganlar eşliğinde gecenin 3 buçuğuna vardığımızda yarın devam edebilmemiz için birkaç saatlik bir uyku kaçamağının gerekliliğine ikna etmeye çalışıyordu misafiri olduğum Tekin ağbi. Polisin bu mahşeri kalabalığa müdahale etmeye cesaret edemeyeceğini teminat göstererek..

Ne yazık ki yine sabahın beşi ve yine aynı devlet terörüne maruz kalmıştı direnişçiler.Ve bu son müdahale insanlara kenetlenmenin ve meşru müdafanın kaçınılmazlığını hatırlattı. Sabahın erken saatlerinde Gezi Parkında bırakıp uyumaya gittiğimiz arkadaşlarımızı ve çadırlarımızı görmek istememiz meydanı ve parkı dolduran polisin engeline takılmıştı. On binler istiklal caddesinde toplandık.Basın açıklaması ve oturma eylemi düzenlemek üzere taksim meydanının istiklal caddesine aktığı boğaza yürüdük. Ortada en ufak bir gerginlik yokken polisin gaz ve tomalarla müdahalesiyle ortalığı savaş alanına çevirmesi şaşırtmadı bizi. Yıllarını “yöresel Hakkari biber gazı” soluyarak geçiren biri olarak daha önce bu yoğunlukta bir gaz solumadığımı söylemek samimi bir itirafım olsun.

Ardından başlayan çatışmalarda ilk meskenim Kazancı Yokuşu oldu. Sol kanatta Gümüşsuyu tarafından polisin gelmesini engellemek üzere ikiye ayrıldık. The Marmara otelinden turistler destek mesajlarını ve su şişelerini bizlerden esirgemediler. Yüzünü bezlerle kapatan siyahi bir çiftin eşsiz öfkelerini neye yormamız gerektiğini anlayamadık. Herkes kızgındı öfkeliydi ve kencince haklıydı..

Sloganlardan arta kalan zamanlarda muhabbet eden göstericiler Bülent  Arınç’ın oğlunun taksime bir AVM yapmasına ne pahasına olursa olsun izin vermeyeceklerine and içiyorlardı.  Arınç ailesinin bu işte parmağı var mı bilinmez ama insanların, iktidarın ülkeyi eşe dosta peşkeş çekeceğine inandıkları çok somut bir gerçek olarak sıyrılıyordu gaz bulutunun arasından…

Yoğun gaz dumanından ilk fenalaşmayı Kazancı Yokuşunda yaşadım. Daha çok kuaförlerde saçları ıslatmak için kullanılan fıskiyeli tüplerde hazırlanan talcidli su bi çırpıda kendime gelmemi sağladı. Bu güne kadar bu keşiflerini Kürtlerle  paylaşmadıkları için sitem ettim Türk arkadaşlara.

(Erdoğan bu saatten sonra talcid satışlarını yasaklar mı ya da Yeşil reçete zorunluluğu getirir mi bilinmez!)

Kazancı yokuşunu terk edip istiklalde direnen yoldaşlara katılmak için Sıraselviler de bir kez daha fenalaşmam gerekti. Kurtarıcım yine talcidli su oldu.

Polisin nefretle hedef gözeterek sıktığı gaz mermilerinin vücutlarının çeşitli yerlerine isabet etmesiyle yaralanan bir çok yoldaşımızı gaz bulutlarının içinden çekip çıkarmaya çalıştığımız İstiklal Cadddesine vardığımda bizden beter halde olan kalabalığın sloganlardan daha yoğun bir şekilde dillendirdiği bir şey vardı; taş yok mu taş?

2.

Kürt yok mu Kürt?

Taş yoktu. Çatışmaların ilk gününde gerçekten taş yoktu. Olduğunda da direnişçiler binbir cefayla kaldırımlardan söktükleri taşları zor bela parçalayıp bölüşüyorlardı. Davada samimiyetin ve cömertliğin en mühim örneğini  “arkadaşlar taşımı paylaşabilirim” diye bağıran gençlerin ellerindeki  taş parçalarını diğerlerine uzatması oluşturuyordu.

Görevi fenalaşanlara talcidli su ile müdahale etmek olanlar, limon dağıtanlar eczanelerden koli koli gaz maskesi temin etmekle yükümlüler, bu maskeleri dağıtmayı iş belleyenler, yaralılara ilk tıbbi müdahalyi gerçekleştirmekle yükümlü olanlar ve onları hastaneye ulaştırmakla ilgilenenler… Evet bütün bunlar protestoların organize ve nispeten tecrübeli bir ayağının da olduğunu gösteriyordu.

Bu durumu Hakkari’de yıllara yayılmış çeşitli olaylarda gördüğüm  ilginç karelerle karşılaştırdım zihnimde. İçini taşla doldurdukları battaniyeleri dört ucundan tutup göstericilere cephane yardımı yapan yaşlı teyzelerle, evlerindeki çarşaf ve nevresimleri sokak aralarında makaslarla kesip gaz maskesi ve yüz örtüsü niyetine dağıtan genç kızlarla aralarında ciddi samimiyet ortaklıkları vardı.

Ayrıldıkları noktalardan biri ise bir tarafta taşın çokluğu öte tarafta yokluğu idi…

Taş olmazsa direnemezsiniz. Bir süre yerinizde bekler sonra kaçışırsınız. Çünkü sizi korkutan, yaralayan, fenalaştıran,  zaman zaman öldüren gazlara, tayzikli suya,  cop darbelerine salt bedeninizi ortaya dikerek karşı koyamazsınız. Bunlara direnmek için taş gerekir,orantı budur! Tomalara değen taşlarla içerdekilerin beyinleri şişmeli, kendilerini bir Kürt aşiret düğününde davul zurna eşliğinde halayda sanmalılar. Taşın kafalarını yarabileceğini düşünmeli, kolunu bacağını kırabileceğini hissetmeli. Bunun korkusunu yaşamalı ki nispeten orantılı bir durumdan söz edilebilsin.

Divan otel başta olmak üzere bir çok otel ve işyeri eylemcilere yiyecek içecek ve tıbbi yardım sunmalarına rağmen kimse asıl mevzuyu yani taş işini düşünememişti. Çünkü gerçek amaçları çatışmak, taşlamak, tahrip etmek değildi. Polisin Türklere sadece 1 mayısta müdahale şiddet uygulayacağını düşünenler, tamamen barışçıl gelişen bir hak arama eylemine polisin vahşi müdahalesi karşısında afallamış, dengeyi kurabilmek için taşın önemini kavramışlardı.

Ellerinde astım ilaçlarıyla gezenler vardı, fenalaşanları ofislerine alıp yardımcı olanlar da… Ama taş yoktu.

Ara sokaklarda verilen molalarda herkes kaç taş atabildiğini konuşuyordu.

1 taş atanlar, 2 taş atanlar ya da henüz atamayanlar…

Başka bir ara sokak muhabbeti de Kürtler ve kürtler,  Türkler ve Türkler bir de Kürtler ve Türkler arasında gelişiyordu.

Kürtler Küertlere ; BDP istanbul il başkanının eylemin ilk gününde yaptığı “Gezi Parkı için alanlarda olacağız” açıklamasını hatırlatıyordu. Peki parti neden alana inmemişti? Hem Sırrı Süreyya Önder de yaralanmıştı. Sırrı abe faşizmin şiddetine maruz kalan diğer BDP’li vekillerden daha mı kıymetsizdi? Vekiline dokunulduğu anda hiç tereddüt etmeden Türkiye’yi tersyüz eden Kürt siyaseti Önder’i hem eylemde hem yaralandığında neden yalnız bırakıyordu?

Keline merhem olamayan Kürtlerin önüne Türkiyeyi özgürleştirmek gibi bir perspektif koyan hatta mümkünse Ortadoğu’yu özgürleştirmelerini, zaman kalırsa diğer dünya meselelerine kafa yormalarını öğütleyen Kürt siyaseti neden Taksim’in özgürlüğü ile ilgilenmiyordu? Sürecin şerbeti hükümeti incitmeyecek kadar tatlı mıydı?

Türkler  Türklere ; bu işin bir kaç grubun katılımıyla gerçekleşmesinin zor olduğunu anlatıyordu. Sırrının çıkışını ve direnişi başlatan grubun arasındaki en etkili isim olmasını Sırrı abenin karekterine yoruyorlardı. Onlara göre Sırrı Süreyya Önder BDP milletvekili olmasa yine de bu tavrı sergilerdi, Sırrı abe herkesten bağımsız bir devrimciydi. Özetle BDP parti olarak bu işi sahiplenmemiş, vatandaşa ayıp olmasın diye birkaç çekimser beyanda bulunmuştu. Çünkü direnen kürtler arasında tarlabaşı Kürtleri diye tarif ettikleri kitle yoktu. Onlar İstanbul’da da kendi memleketlerinde de gözünü polis gazına copuna şiddetine açmış ve buna karşı koymayı  içselleştirmişlerdi. Ve BDP nin istanbul direnişlerinin başaktörleri yine onlardı…

Türkler ve Kürtler arasında gelişen muhabbetlerde ise, Kürtler, cumhuriyet tarihi boyunca Kürdistan coğrafyasında yaşanan doğa ve insan kıyımlarında hep yalnız bırakılmışlığın travmasına sığınmadan mağrur ama umutlu bir şekilde direniyor ve ‘büyüklük bende kalsın’ diyordu.

Polisin topyekün öldürmeye yönelik yaptığı ve Galatasaray Lisesine kadar geri çekilmemizi gerektiren cumartesi saldırılarının şokunu , yarattığı tahribatı atlattığımız sıralarda Kürtlerin (organize) yokluğu daha yoğun hissediliyordu. Gözler Taksim meydanından Tarlabaşı Bulvarı istikametine çevrilmişti ve zihinlerde dönen soru muhtemelen şuydu; Kürt yok mu Kürt?

Serkan Besi
4-5 Haziran 2013
Kaynak; yuksekovahaber.com