Cumhuriyet: Barikattan Başbakan’ın kucağına – Deniz Ülkütekin

Şafak Sezer’in Başbakan ve eşi arasında çekilen o fotoğrafına biraz daha dikkatli bakın, evde camekân dolabı indirdikten sonra ‘cana gelecek mala gelsin’ sevecenliğiyle kucaklanan yaramazlık ustası bir çocuğun ‘yine yırttık’ bakışından fazlasını göremeyeceksiniz. İşte, direnişçi ruha sahip ve sol gelenekten gelen babası Polo Dayı’nın aykırı oğlu Şafak Sezer özelinde Gezi Parkı sendromuyla mücadele analizi…

safak-sezer-rte

“Stockholm sendromu, rehinenin kendisini rehin alan kişiyle, olası diyalog sürecinde oluşan duygusal anlamda sempati ve empati oluşması olarak özetlenebilecek psikolojik durumu anlatan literatür terimdir.”

Gezi Parkı direnişi sonrasında ünlü kişilerin davranış eğilimleri üzerine de “Gezi sendromu” isimli bir hastalık psikoloji literatürüne girer mi bilinmez, ama eğer hastalık teşhisinin kabulünde kitlesel davranış bütünlükleri rol oynuyorsa, ciddi şekilde tartışılması gereken bir durumla karşı karşıyayız, demektir.

Hastalığın izlediği süreci şu şekilde özetleyebiliriz sanırım; ünlü kapsamına giren kişi, tüm yurtta coşkuyla sokağa dökülen kitlelerin gerçekleştirdiği Gezi Parkı eylemlerinin dışında kalmamak adına kendisini sokağa, daha doğrusu Gezi Parkı’na atar. Fotoğraflar magazin basınına yansır, yansımasa bile eylemin yarattığı haz ve coşkunun tesiriyle bizzat sosyal medya aracılğıyla paylaşılır. Bu aşamada sendrom sahibi herhangi bir kaygı taşımamaktadır. Oysa ait olduğu düzen, eleştiri ve protesto gibi kavramları tamamen dışlamıştır. Düzenin ayaklarını oluşturan kısımlarda yer alanlarsa, biat zorunluluğu içine hapsolmuşlardır. Biat kendini “Başbakana dokunmak ibadettir” tarzı yansımalarla da gösterebilir, “AKP’yi takdir ediyorum” şeklinde de. Mesele çizginin neresinde durduğunuz değildir, içinde ya da dışında olmanızdır.

Ünlü kişilik birkaç gün sonra haz ve coşku histerisini atlattığında ayılmaya başlar. 12 Eylül sonrasında cunta yönetimine karşı hazırlanan “Aydınlar Dilekçesi”ne imza atan bazı ünlüler gibi Gezi eylemine katılanlar da geri vitese geçmek için makul mazeretler üretme sancısıyla kıvranmaya başladılar.

Sonuçta hergün bu heyecanı yaşayamayacaktır ya, önünde yapması gereken işler arkasında yaşadığı hayatı kendisine sağlayan kurulu düzenle ilişkiler vardır. “Hayat normale dönsün” ya da “artık eve dönüyoruz” sanrıları başlar. Ancak dışarıya yönelik bu sanrılar iç dünyada yaratılan “aslında her şey iyi gidiyordu” türünden düşünceler sanal gerçekliğin tazelenmesi için yeterli değildir. Bu kez içe dönük birtakım koşullamalar yaratmak gereklidir. Halk hareketi diye bas bas bağıran bir eylemden halk ortalamasının üstünde bir kolektif bilinç beklenmeye başlanır, bu kez “parkta da herkes dut gibi sarhoş”, ya da “marjinal gruplar var” söylemine tutunulur. Hasta kişi biat kültürü içinde ezildiği için çizginin dışına çıkışı ne kadar coşkulu olduysa yeniden içeri adım atma süreci de o kadar sancılı olur. Çünkü manevi özgürlük için içinde yeşeren bir anlık umut “üç günde hükümet istifa mı edecek” söylemlerinin arasına sıkışmıştır. Halk akşamları protesto etmeyi sürdürüp, sabah da işine gidebilir, en fazla uykusundan feda eder. Ya o? Onun hayatı öyle midir? O her ekrana çıktığında aslında insanlara bir mesaj vermektedir, hayranları vardır, onu ekrana çıkaranlar hayranlarının manipüle olmasını istemezler.

Bu noktadan sonra sanrılar iyice kuvvetlenecektir, hele polisin Taksim’e müdahale edip parkı ele geçirmesi ünlü kişide tam bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Eylemciler ölüp yaralananlara üzülürken ünlü kişi daha çok sembolleştirdiği işgalin sona erdiğini düşünerek savaşın kaybedildiğini düşünür. Beyni artık daha hızlı çalışmaktadır, öğretmene suçüstü yakalanan yaramaz öğrenci gibi çabuk argümanlar geliştirmektedir.“Hükümet de haklı aslında, barikat kurmayı nereden biliyorlar?”

Direnişe destek veren meslektaşlarının -duruşlarını bozmadıkları için bir bir- işlerinin iptal edildiği haberini alınca beynine bir sancı girer. Acaba aynı şey kendi başına da gelecek midir? Birkaç gün sonra sokakta daha fazla görünür olur, ya da kendini güneyde bir tatil yerine atar, objektiflerin kendine dönmesine alışıktır da, eskiden “ünlü”yken artık “direnişe destek veren ünlü”dür. Eninde sonunda birileri hatırlatacaktır. Biat ettikleriyle karşı karşıya gelecektir, ama can pazarında aklın yolu birdir. Bu tip hastalar genelde çareyi ortak akılda bulurlar, “ben çevre için yürümüştüm, hükümet karşıtı eylem olduğunu bilmiyordum” diyebilirler, sanki olayların ilk gününden beri hükümet istifaya davet edilmiyormuş gibi, “başbakana küfür etmek, çok ayıp” derler”, sanki paylaştıkları fotoğraflardaki kalabalıklar küfür etmiyormuş gibi, “hem bu eylemlere katılıp, hem de başbakanı sevemez miyiz” derler sanki ilk günden beri “biz” ve “bunlar” kelimeleri başbakanın ağzından düşmüyormuş gibi. Neyseki biat edilen mekanizma o kadar acımasız değildir, en azından şimdilik, isimleri çizilir ama ucu sivri olmayan bir kurşun kalemle…

Okan Bayülgen, Ömür Gedik ve daha nice ünlü Gezi Parkı Sendromuna yakalandı. Ne yapacaklarını, hangi tarafta olacaklarını bilemediler, göstericilere yanaştılar, sistemin dik bakan gözleriyle karşılaştılar, düzene yanaştılar, tepki çektiler. Ne şiş yansın ne kebap dediler, olmadı, ama en çok da Şafak Sezer tepki çekti. Çünkü onun çarkediş şekli diğerlerine oranla daha bir ezik ve bayağı denilecek türdendi. Başbakanın önünde diz çökmeler, el öpme girişimleri ile karizmayı fena çizdirdi ve alay konusu oldu. Diğer cephenin tepkisi ise sosyal medyada Şafak Sezer’i ti’ye almak oldu. Hem de ne alış. Hoş, Sezer de susup oturacağına attığı tweetler ve katıldığı televizyon programında söyledikleriyle bu tepkinin oluşmasına fazlasıyla çanak tuttu ya… Ama olsun Gezi cephesinin tepkisi iktidar olanaklarını elinde tutanlardan daha az tehlikeliydi. Ne dizi ne de reklam filmlerini iptal etme güçleri vardı. En fazla filmlerini izlemezlerdi.

Şafak Sezer’in bu yoğunlukta tepki görmesinde belki içinden çıktığı çevrenin ve ailesinin kökleri ve politik duruşu ile de ilintili olabilirdi. Belki Alevi bir aileden gelmesi ve o kesimin politik refleksleriyle çatışmasıydı. Alevilere yönelik söylemlerin şiddetli hale geldiği bir dönemdeyiz malum, üstelik Şafak Sezer’in babası Polat Sezer, nam-ı diğer Polo Dayı Alevi toplumunun önemli isimlerinden biriyken, gidip Başbakan’ın elini öpmesi, kimi Alevilerin tepkisini çekti. Kimileri “Polo Dayı mezarında ters döndü” bile dedi. Elbette Alevi olmak başbakanı sevmeye engel değil. Yine de eylemlerde verdiği fotoğraflarla o çok konuşan entel takımına “siz niye yoksunuz” dedirten Şafak Sezer’in ani değişimi, işin içinde başka kaygılar mı var dedirtiyor. Acaba Sezer sendromun en ciddi kurbanlarından biri mi? Diğerlerine göre daha hesapsız, ya da küçük hesaplı olduğu için, hastalığın sanrılarını en derinden yaşayan o mu? Acaba günlerce “ne yaptım ben” diye yatakta dönüp durdu mu? Bu soruların yanıtını bilemeyiz, ama Beyaz TV’de katıldığı programda söyledikleri ve haline bakarak, sisteme entegrasyonunun yeniden tamamlandığını söyleyebiliriz.

Deniz Ülkütekin
4 Ağustos 2013
Kaynak; cumhuriyet.com.tr