Bianet: Bir gözaltı macerası, “Bu güneşli günde de” – Deniz Gündoğmuş

İstiklal’de, Abbasağa’da, Üsküdar İskele’de, Maçka Parkı’nda kurulan “yeryüzü sofrası”nda bölüştüm ekmeğimi. Oruç tutmuyorum; ama sevgiye inanıyorum, aşka ve yeryüzünün birleştirici güzelliğine.

gozalti-macerasi

İstiklal’de, kurulduğu ilk gün katılmıştım “yeryüzü sofrası”na. Sonra yine İstiklal’de, Abbasağa Parkı’nda, Üsküdar iskelede, Maçka Parkı’nda bölüştüm ekmeğimi. Oruç tutmuyorum; ama sevgiye inanıyorum, aşka ve yeryüzünün birleştirici güzelliğine.

O yüzden, Gezi anlayışının bir uzantısı olan, her inançtan ve inançsızlıktan, her mezhepten ve kavimden, kendisini nasıl tanımlıyorsa her türlü kimlikten insanla bir sofraya oturmak ve en tabi en insani ihtiyaçlardan biri olan karnını doyurmak hadisesini paylaşarak gerçekleştirmeyi çok kıymetli buluyorum.

Ve fakat, bu “paylaşma” işi biraz can sıkıcı olabiliyor erk sahipleri için. Çünkü bir model sunuyorsun insanlara; kişi başı 300 lira vererek iftar açanların olduğu bir ülkede ayda 300 liranın altında yaşamak zorunda kalan 11 milyon insanın olduğunu haykırıyorsun mesela. Alışveriş merkezlerine, kredi kartlarına, güvenlik görevlileri ve kameralarıyla dünyadan soyutlanmış sitelerine, köşeleri kalın hatlarla çizilmiş yaşam biçimlerine hapsolmuşlara bir hatırlatmada bulunuyorsun. Nerden baksan ahmakça.

O gün, günler öncesinden planlanan Gezi’deki yeryüzü sofrasına iştigal etmek için harekete geçtim. Kabataş üstünden Taksim’e doğru çıkarken “Gezi’yi kapatmışlar” haberi çoktan gelmişti ki ben o ara Yağmur’u gördüm (2).

Anneannesiyle balkonda oturmuş kırmızı otomobiliyle oynuyordu, “Abi” dedi görür görmez beni. Zaten fark ettiğimde ilgimi çekmişti, laf atacaktım. Fakat bana seslenişine yanıt vermem acayip keyiflendirdi onu. Yeni öğrendiği sözcük işe yaramıştı, bir abi bulmuştu ve çağrısı cevapsız kalmamıştı. Cesareti arttı, bi “abi” daha patlattı; baktı ki karşılıksız kalmıyor, yanıt veriyorum bu kez de anneannesiyle göz göze gelerek zaferini kutladı. Berrak bir hafıza, parıldayan gözler, kıvır kıvır saçlarıyla Yağmur’un öğrendiği ilk kelimelerinden birisinin altını doldurma görevini vermişti talih bana. Gururluydum. Peki ya diğer çetrefilli tabirler, “terörist” mesela yada “provakotör” hatta “marjinal” ve dahi “faiz lobisi”, bunları kimden öğrenecekti çocuk ve ne şekilde, hangi pencereden bakarak? O da mı talihe kalacaktı?

AKM’nin kıyısından girdim Taksim’e. Metro girişinden başlamak suretiyle, Gezi’nin merdivenlerinin en üst basamağı ağırlığı sivil polislerin tespih tanesi gibi dizilmeleriyle kapatılmıştı. Devlet vatandaşından parkları korumaya devam ediyordu. Çünkü belli mi olur bu “kemirgen” zevat hem de öyle aralarına “hamile”leri bir takım “hastalıklı cinsleri”, haşa ateistleri ve Kürtleri filan da katarak, oruçlarını Gezi Parkı’ndaki ağaçları kemirerek açabilirlerdi. Üstelik bu hareket geniş halk kitlelerine yayılarak ülkeyi bölebilirdi. Maazallah sofra Gezi Parkı’nda kurulur ve “üzümü, inciri, narı, tüyleri baldan sarı sütleri baldan koyu davarları, ince belli, aslan yeleli atlarıyla duvarsız ve sınırsız bir kardeş sofrası gibi açmış” olurdu (3). Onun için, kapatmak, mantıklı olandı.

Ne çare? “İnadım inat! Ben halkım yahu bu da benim parkım nasıl olur da set koyarsın, engel olursun.

Bilmez misin ben seçerim seni ben sürdürürüm düzeni; yollar da benim vergimden, parklar da, maaşın da, makam aracının benzini de. Tersanede, madende, fabrikada ölen de benim, yıllardır atanamayan KPSS illetiyle boğuşan da, iş bulamayan bulunca da işten atılan, anadiliyle eğitim isteyen de benim başörtüsüyle okuluna giremeyen de, oturduğu evin kapısı işaretlenen de benim farklı cinsel yönelimi olduğu için katledilen de. Ben yüzde 99′um arkadaş!” dercesine merdivenlere oturunca, şıpınişi sürüklendik İstiklal’in girişine doğru. Bir kişinin yüzüne gaz sıkılırken gördüm arbedede, 2 kişi de gözaltına alınmış sonradan öğrendim.

Arkadaşlarla buluştum Fransız Konsolosluğu’nun önünde, evvelinde haberleşmiştik zaten. Biri yurtdışından gelmişti. Biriyle de epeydir görüşmüyorduk, hal hatır soruldu ayaküstü. Bir yandan da yürümeye devam ediyoruz, arkamızda 50 metre gerimizde polisier geliyor, biz de adeta doğa yasasının gereklerini yerine getiriyoruz bugün için alanı terk ederek.

“Vay, gözlükler yakışmış” dedi arkadaş. İki ay kadar olmuştu alalı, çok eskimişti kenarı çatlamıştı hatta ötekinin. En son unutup koyduğumu üstüne basınca mecbur kalmıştım değiştirmeye. Sonra o ikisini bırakarak bir diğer arkadaşımla Hazzo Pulo’ya çay içmeye gittik. Bir de tavla atalım dedik ama yokmuş orda. Elimde zar varmış da atıyormuşum gibi yapınca ben, arkadaşım da “dur, madem yok biz de var etmenin koşullarını zorlarız” dedi. Hayali satranç oynandığını duymuştum, biz de hayali tavla oynayacaktık, kesin bu da denenmiştir. Sıra kendine gelen 1′den 6′ya kadar tekrar başa dönecek biçimde aynı ritimle içinden sayacak, diğeri “dur” dediğinde hangi sayılar denk gelirse zar bundan ibaret olacaktı. Siyahları ben aldım, beyazlar da arkadaşın oldu. Olmayan pullara bu renkleri uygun görmemiz somutlama isteğimizden miydi yoksa Çarşı’ya bir selam mıydı bilmiyorum. Birinci eli bitirmeden kalktık çünkü iftar vakti yaklaşmıştı.

İstiklal’in girişine vardığımızda el çabukluğuyla oluşturulan bir yeryüzü sofrası karşıladı bizi. Kenarına iliştik. Birkaç arkadaş daha vardı görmem gereken, beraber yemek yeriz dediğimiz ama onlar da bir yere oturmuştu çoktan. Bizim yanımızda azık yoktu bu sefer. Allah ne verdiyse bölüşülecekti.

Karşımızda iki genç vardı ikisi kadın bir erkek. Önlerinde kapaklı, tam teşekküllü hasırdan bir piknik sepeti. İçinde ne olduğunu bilmememiz sepeti daha da gizemli kıldı gözümüzde. Pideler geldi, ayranlar, sonra çocuk bir tencere pilav yapmış hatta o dakika ansadı hiç tuz atmadığını bir ufak kahroldu, teselli ettik. Bir ara patates salatası geçti önümüzden, sırasıyla un kurabiyesi, börek, tavuk… Ve nihayet sepetin kapağı açıldı; önce kavun çıktı piyasaya ve elden ele dağıtıldı ulaşanlara. Daha sonra da bir kek çıktı ki ayıptır söylemesi hem mozaik hem de elmalı. Herkesin tekrar eline sağlık demek lazım (4).

Birden gazeteler İstiklal girişinden doğru toplanmaya başlandı hızlı hızlı.

Ossaat anladım ki, geliyor zırhlılar. Sofrayı topladık, helalleştik diğer insanlarla ve arkadaşımla kenara doğru geçtik, tam konsolosluğun önüne. Orada öteki arkadaşlarla buluşmak için yeniden haberleştik. Arkadaşım, abisi ve yengesi geldiğinde merhaba demeye kalmadı TOMA denen makina döndü köşeyi ve insanlar başladılar koşuşturmaya. Bir bela tezcanlılıkla atıldım ortaya ve bağırdım son sesimle “sakin olun, koşmayın” diye. Fakat gördüm ki zaten koşan koşmuş, önümde bir kaç kişi var yok, gerisi polis!

Ben en önde kollarını açmış ve polise doğru bağıran bir deli. “Alın bunu, tutun götürün” seslerini hatırlıyorum, bir de arkadaşımın “Deniiiiiiiiz” diye acı çığlığını.

İki aylık süreçte ölümler, işkenceler, sakatlanmalar, tutuklamalar olmuştu; ben de bir şekilde her şeye hazırlamıştım kendimi fakat o çığlık! Başka hiçbir şey arkadaşımın acı çığlığı kadar korkutamazdı beni, o an ürperdim. Biri boynumdan tuttu, biri çantamdan, birkaçı kolumdan ve bacağımdan; arkadaşlarım boş kalan uzuvlarıma yapıştılarsa da bu en fazla bir kaç dakika daha uzattı tepişmeyi. Ben de iyi direndim hani bir ara kurtuluyor gibi oldum attım kendimi yere, emekliyerek sıyrılırım sandım fakat çantam onların elindeydi, sapları da sırtımda kenetli. Gerisin geri çektiler beni yukarıya. Bu sefer bizden kimse yoktu çevrede, emindim. İki kolumdan ikisi iki bacağımdan da ikisi tutmuştu, gidiyorduk (5).

O ara neler düşündüm:
- Gözlüğüm! O hengamede gözlüğüm düşmüştü, yeni almıştım yahu yazık oldu. Kırılmış mıdır? Belki almışlardır arkadaşlar yerden hemen. Yok be, postalların altında tuzla buz olmuştur. Ceplerimde ne var? Telefonum! Düşmek üzere yakaladım. Sadece tutabiliyorum cebin kıyısında, başka yere de koyamıyorum. Az kalsın “bi indirin yere de şunu bi yerleştirem, sonra geri binerim” diyecektim.
- Gittiğim yeri ve götürüldüğüm kişileri saymazsak uçuyor gibiydim, çok eğlenceliydi.
- İki ay kadar önce dayımı kaybettim. Böyle taşımıştık, battaniyeye sarılı bir şekilde evden çıkarırken. Bedeni toprağa karıştı, düşüncesi benimleydi.
- Kendimi hiç kimsenin istemediği ve işe yaramayan bir kütleden ibaret gördüm. Biraz sonra beni “biiir, ikiii, üüüç” diye uzayın boşluğuna fırlatacaklardı.
- Onlar kim oluyordu be! “Bırakın” dedim, “ben yürüyebilirim”. “Az önce yürümüyordun ama” dedi bir tanesi, taşımaya devam ettiler. Polis minibüsünün yanına geldiğimizde -ki minibüs kelimesinin sevimliliği, içinde polis geçen hiç bir cümleye yakışmıyor- doğruldum, üstümü aradılar.

Bir baktım arkadaşın abisiyle yengesi de orada. Üzüldüm dersem yalan söylemiş olurum. Onları görmek rahatlattı beni. Çünkü az evvel ayakları yerden kesilmiş giderken bir şey daha düşünmüştüm: “Kaç gün gözaltında kalacağım, polis arabasında, nezarette dayak yiyek miyim?”, Yanında birisi olunca hele de tanıdıksa daha bir yürekleniyor insan.

Bir daha aradılar üstümü, telefonumu aldılar, çantamı aldılar ve bindirdiler minibüse. İlk binendim, yer seçme özgürlüğüm vardı. “Ulan” dedim, “ne nankör insansın, devlet gözaltındaki vatandaşına koltuk seçme imkanı bile tanıyor. Hey gözünü sevdiğim demokrasi!”

2013 Temmuzunun 28′indeyiz, otobüsün saati 21.15 ile 21.30 arasında bir şeydi, tam hatırlamıyorum. Sonra arkadaşlarım girdiler içeri ve yanımdaki koltuğa oturdular karı-koca. Kaygılıydılar, kadın ağlamaklıydı. Adam “yahu o kadar iş güç var yarın benim, tüh” dedi.
O anki duygu yoğunluğu ve karmaşasıyla ne dediğini bilemiyor insan. Biraz sonra 16 yaşında olduğunu öğreneceğimiz bir çocuğu döverek soktular içeriye. Bizim başımızda iki tane çevik kuvvet polisi vardı, bu çocuğu getirenle üç oldular, “senden mi öğreneceğiz lan onurlu yaşamayı. ‘Polis simit sat’mış. Sen mi veriyorsun bizim paramızı, hayvan herif” gibi cümleler eşliğinde indiriyorlardı tokatları.

Arkamdaki koltuğa oturdu çocuk fakat susmuyordu: “Ne yaptım ben, ne yaptım? Taş mı attım? Hani kanıtınız?”

Çocuk bağırdıkça vurdular, onlar vurdukça çocuk bağırdı. Her ataklarına, her hakaretlerine ve sorularına bir cevabı vardı. “Sus diyorum lan, cevap verme!”, “E soru soruyorsun abi!”.
Hırpalanacağını bile bile konuşmak, hem de üst perdeden, dikine dikine.

Cahil cesareti dedikleri bu mudur? Cahil de değil ki, konunun uzmanı. İlk kez gözaltına alınmıyor, çok dayaklarını yemiş.

“18 yaşından küçük var mı aranızda?” Bu arada gözaltı sayımız altı olmuştu.
“Ben 16 yaşındayım. Beni götüremezsiniz, çocuk şubeyi çağırmanız gerek yalnız onlar götürebilir beni!”.

Tecrübeliydi ve susmuyordu işte çocuk. Evet, devlet kolluk kuvvetlerine, ne gözaltında ne tutuklamada kimseyi dövme, işkence etme hakkını tanımıyordu ama yaşananlar örnekleriyle ortadaydı. Metin Göktepe, Festus Okey, Ali İsmail Korkmaz ve niceleri… Biz yetişkinler, korkuyla, kaygıyla ve oradan kurtulma umuduyla dişimizi sıkıp tüm hakaretlere ve provakatif sataşmalara yanıt vermedik. Oyunu kurallarına göre oynuyorduk ama kuralları biz belirlememiştik yalnızca uyuyorduk.

Bu yetişkin olmak, itaat etmekle, düzene uymakla aynı anlamı mı taşıyordu yoksa?
Bir sürü şey sayıp döktü polisler. “Yeter lan, yeter bıktık sizden, Allah belanızı versin, sizin yüzünüzden evimize gidemiyoruz”. “Sizde azcık akıl yok mu ya? Niye geliyorsunuz buraya, kim çağırdı, kimin adına burdasınız?”

Nadiren aramızdan çıkan cılız sesler “kimse için değil, kendimiz isteğimizle geldik, iftar açmak için”.
“İftar açacaklarmış. Ulan siz iftarınızı sokakta açacaksınız diye biz niye iki saat geç açalım! İslamiyetin özü, iftarı sevdiklerinle, ailenle açman gerektiğini söyler. Tanımadığın insanlarla, bölücülük yapmaya gelenlerle değil!”

Dayanamadım “ekmekten başka bir şey bölmedik biz o sofrada” dedim. Bir süre ses çıkmadı…
Pek ilgilenmek de istemediler, odak noktalarında çocuk vardı. Bize daha çok onun üzerinden çoğullamalar yaparak ulaşıyorlardı. Önümde oturan arkadaş “ben size hak veriyorum, her yerde de söylüyorum sizin de işiniz zor diye. Ama bizim kötü bir amacımız yoktu. Ben askerim zaten 15 gün sonra askere gideceğim. Bir şey olur mu ki?” diye sorma gafletinde bulundu.
Bu fırsatı kaçırmadılar, “Ooo, sen ayvayı yedin. Sen de. Sen de. Sizler de… Sen neyle yargılanacağını biliyor musun? Hıı, bilmiyorsun ne işin var? Sizin işiniz çok zor. Siciline işlenecek.”

Konum olarak zaten mutlak iktidar sahibi bir pozisyondalar, herhangi bir diyaloğun mantık çerçevesinde kalması o otobüsün içinde imkansız. Ayrıca susma, avukatımız gelene kadar hiçbir şey söylememe hakkımız da var ki bu 90′ların Amerikan filmlerinden edindiğimiz bir “kesin bilgi”. Ama daha ötesini siyasal mücedele yürütmüş arkadaşlardan, dergilerden-yayınlardan, makalelerden, avukatlardan ve Türkiye sinemasının seçmece örneklerinden biliyorum…

“Abi ben ülkemi seviyorum ya” dedi çocuk. “Ulan o… çocuğu, sen mi seviyorsun bu ülkeyi. Bak bakalım bak (Üniformanın üstündeki bayrağı eliyle sert bir şekilde çekiştirip gösterirken) görüyor musun bu bayrağı, biz onun için çalışıyoruz, hepinizden daha çok seviyoruz lan, hepinizden! Benim ayağımı kırdınız lan ayağım kırıldı sizin yüzünüzden. Ben de Kürtüm ben de solcuyum, sizin yaptığınızı mı yapıyoruz biz bak bakalım”.

“-Şu havalandırmayı açsana devrem, -Bırak gebersinler, – Kokuyo oğlum kokuyo.”
Bütün bunlar yaşanırken bir yandan da telefonlarımız çalıyor benimkinin de melodisi Bandista’dan Özgürlüğe Manuş (6). Hiç cevap vermeyinceye kadar çaldırıyor arayan, şarkının giriş bölümü çalıyor bir türlü sözler başlamıyor. Gülüyorum içimden.

Konuşmalarından güvenlik şubeden olduğunu öğrendiğimiz bir sivil polis geldi 15 dakika kadar sonra. Geçti en öne oturdu. Akabinde amirleri üç çevik kuvvet getirdi, istirahat için. Zorla yürüyorlardı, “geçin şöyle oturun” dedi. Son enerjilerini de oturma işine harcamış gibiydiler, koltukla temas eder etmez sanki görünmez bir el pillerini çıkarıverdi. Beraberce bekliyorduk.

Uzun süre arkadaşımın çığlığını düşündüm: “Deniiiiiiiiiz”. Sesinde müthiş bir korku vardı, birini kaybetmenin acısı. Annemi, babamı düşündüm sonra. Sevdiklerimi. Böyle durumlarda kendinden çok diğerlerinin üzülmesine, meraklanmasına, kaygılanmasına takıyor insan kafayı. Onlar senin için endişelenirken sen de onlar üzülmesin diye endişeleniyorsun. En azından bende böyle oldu bu.

Sivil polis, amirleriyle telsizinden kaç kişi olduğumuzu, yaşımızı, cinsiyetimizi teyit etmek için bir konuşma yaptı. Sonra ilkin şöyle bir anons duyuldu:

“Bir kadın, bir de erkek kalacak şekilde yapalım.”

Herkes dinlediklerinden bir anlam çıkartmaya, akıbetimizi saptamaya çalışıyor elbet. Bu sırada bir kadın sesi duyuldu, haber vermişler, barodan avukatlar gelmiş. Karı-kocayı ve beni çağırmadılar. Çocuk ve diğer iki arkadaş sırayla avukatın yanına gittiler. Sivil polis te başlarında. Ben onları göremiyorum yalnızca duyabiliyorum, avukat süreç bilgilendirmesi yapıyor. Polislerin “avukat hanım” hitaplarını duydukça ve o ablukayı aşan avukatların bu kadar çabuk bize ulaştıklarını düşününce içime bir kurt düştü. Her an, o kapana düşmeden önceki bilgileri teker teker işleyip oturtuyorsun yerlerine: Ya bu avukat barodan değil de polisle anlaşmalı arabulucu, kağıt imzalatıcıgillerdense! Hemen geçmesi muhtemel diyalog ve takınacağım tavrı formulüze ediyorum kendimce.

Avukat, “sağlık raporu alacaksınız, nezarette bir yakınınızı, ailenizden birini arama hakkınız var.” Polis devreye giriyor “ben bir kere daha izin vereceğim onlara bi de giderken arayacaklar.”
Bir dakika yahu kim gidiyor kim kalıyor?
Nereye gidiyoruz?
Kaç gün tutacaklar bizi?
Dayak yer miyiz acaba?
Karı koca arkadaşım var yanımda, bir terbiyesizlik yaparlar mı kadına?
Bir kadın bir erkek kalacak demişlerdi, o ne ki?

Bunlar git-gel yapan, içimi kemiren ve cevap bulamadığı gibi saniyede onlarcasıyla kendini türeten sorulardan bazıları. Derken avukat gitti.

Acaba bizi niye çağırmadılar? Bir anons daha: “GBT yapın, temiz olanları salın”. “Emredersiniz amirim”. Bir kuru kastelin aniden gürül gürül akmaya başlaması gibi bir his hasıl oldu bu anonstan sonra içime. Fakat soru işaretleri bitmiyor. Karı koca arkadaştan erkek olanı çağırdı polis sonra. “Çantanı, eşyanı da al gel” Allahım! O giderse, üç kişiyi de avukat çağırdı; demek ki o bir kadın bir erkek kalsın dedikleri ben ve diğer arkadaşım. “Memur bey eşim var içeride”, “Tamam oğlum onu da bırakacağız, sen bi gel hele”

Az sonra eşini de çağırdılar ve birer dakika arayla ikisinide serbest bıraktılar. Bu sefer de tersine işledi mantık, demek ki beni de bırakacaklar ve avukatlar sadece üç kişiyle boşuna konuşmamış, o arkadaşlar bu gece karakoldalar.

Öyle de oldu, beni çağırdı sivil polis. “Deniz çantanı al gel”. Çantayı alırken bir sevinç hasıl oldu yüzümde aptal bir tebessümle yakaladım kendimi. Fakat bir taraftan da geride üç kişi bırakarak gidiyorum. Sonra utandım sevincimden. Yüzlerine de bakamadım zaten kalan arkadaşların, bir şey de söyleyemedim, beni affederler mi bilmem.

İndiğimde “Seni bir şartla salarım haa” der gibi elinde nüfus cüzdanımı tutuyordu, bana vermeden önce de tek taraflı pazarlığına başladı; “Bak burdan doğru eve gidiyorsun, tamam mı? Burada görmeyeceğim seni, tamam mı?” Ne diyeyim şimdi ben bu adama:

a- Sana ne memur bey geyfimin gahyası mısın eve de giderim, otele de, arkadaşımda da kalırım, sokakta da yatarım parkta da!

b- Allah razı olsun amirim, ettim bi cahillik bir daha yapmam. Hatta söz bir sene hiç uğramayacağım İstiklal’e. Ne İstiklal’i Beyoğlu’na gelmem daha.

c- Evim yok ki benim, nere gidem?

d- Ben bir şey yapmamıştım ki zaten boşu boşuna aldınız yarım saatimi, Hallaam Yarabbim ya! Sen benim kim olduğumu…

e- Yüzüne bakmadan, kafamı salladım.

“Nerde oturuyorsun?”
“Üsküdar…”
“Hah, buradan fünikülerle Kabataş, ordan da motorla doğru Üsküdar, tamam mı?”
“Bak bu pek hayra geçti* amirim, ben de nasıl gideceğim diye kara kara düşünüyordum”…demedim, diyemedim.

Tramvayım başlangıç istasyonunun oradan, arka sokaktan dolanıp tekrar İstiklal’e çıktım. Arkadaşları buldum, çay içiyorlardı. Sohbet ettik, anlattık yaşadığımız dakikaları. Ortalık ayağa kalkmış, sosyal medyada bir çok portal duyurmuş adımızı, gözaltına alındığımızı. Zaten telefonlar çoğu kez internetten haber alanlar aradığı için çalmış. Sonra da arayanlar oldu sağolsunlar, desteği hissetmek güzel, rahatlatıyor insanı: “Yalnız değilsin!”

Şimdi şikayetçi olmaya hazırlanıyorum. Maddi ve manevi zarara uğradım. Hem de hiç bir hukuki gerekçe gösterilmeksizin yarım saat bir yerde tutuldum. Eşkıyalığın resmidir.

Başlarda kırılan gözlüğüme üzüldüm, yeni almıştım az da para vermemiştim yok zamanımda. Fakat insanların hayatlarını, gözlerini kaybettiğini anımsayınca yine utandım kendimden.

Giden gözlük olsun. Kaybettiğimiz arkadaşlarımızın anısı kalsın bize ve güç versin hakkımız olanın peşinden sonuna kadar, inatla gitmeye. Bu çeşit baskılamalar hep oldu ve olacak, ben sadece somut bir polis şiddetinin kıyısından geçtim. Fakat biliyorum ki, mücadele de her yerde ve her biçimde sürecek. Muktedir olan da biliyor bunu ve bıkmış bizden; üstelik de çok korkuyor! En ufak bir hareketlenmede sesini yükseltmesi bundan. Duruşundan, bakışından, gülüşünden, gezişinden, sokakta iftar açma, sokakta içki içme kahkaha atma özgürlüğünden korkuyorlar (7)…

(1) Başlık: Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Bu Güneşli Günde De”sine gönderme.
(2) Yağmur
(3) Nazım Hikmet- Şeyh Bedreddin Destanı
(4) Yeryüzü Sofrası
(5) Götürürlerken
(6) Bandista- Özgürlüğe Manuş
(7) #direnhamile için hazırladığım pankart.
* Makbule geçti.

Deniz Gündoğmuş
3 Ağustos 2013

Kaynak: http://www.bianet.org