Sendika org: Yeni bir kuşak, yeni bir muhalefet, eski olan ne? -Ozan Gündoğdu

İçinde bulunduğumuz halk hareketinin kendisi dahi içinde bulunsak bile aslında buzlu bir camın arkasından gösteriyor kendisini.

Buzlu cam birçok beşgen pürüzlü camın birleştirilmesinden oluşur. Buzlu camın arkasındaki nesne de dolayısıyla yekpare bir görüntüyü korusa da, bu yekpare görüntü oldukça “flu”dur ve nesnenin kendisinin detaylarını göstermez.

İşte Gezi Parkı direnişi hem devrimciler açısından, hem de iktidar açısından buzlu camın ardındaki nesnedir.

Aslında direnişin tılsımı da burada başlar. Direnişin olumlu manada umut vaat etmesi de aslında buzlu cam sayesindedir. Zira AKP de yaklaşık 11 yıldır buzlu camın arkasındaki iktidar bloğudur. Şimdi hareketin kendisi AKP ile yer değiştirmiştir.

Olanca somutluğuyla açmak gerekirsek; AKP bir yeniden inşa partisi olarak kendi çekirdeğinin etrafına (bu çekirdek Milli Görüş’tür) liberallerden, merkez sağdan, merkez soldan, hatta sosyalist soldan bir meyve örebildiyse bu etkinin kendisi AKP’nin çekirdeğini buzlucamın arkasına saklayabilmedeki becerisidir. Neoliberal-muhafazakar-gerici bir hükümeti bu memlekette liberaller yıllarca destekleyebildiyse bu buzlu cam etkisidir.

Aynı husus bugün Gezi Parkı hareketinde kendisini gösteriyor. Gezi Parkı hareketi, tıpkı AKP gibi buzlu camın arkasından topluyor yandaşlarını. Çekirdeğinin etrafına merkez sağcıları, hatta faşistleri bile toplayarak bir meyve örüyor. Zaten “hareket” ismini hak etmesi de bundan kaynaklanıyor. Buzlu cam kırılınca ortaya bal gibi “devrim” çıkıyor. Televizyondaki değme entelektüellerin Gezi Parkı hareketi için sarf ettiği saçma sapan, başı bozuk değerlendirmelerin sebebi de, işte bu buzlu cam etkisinden kaynaklanıyor. Söz konusu entelektüeller hareketin detaylarını tıpkı buzlu bir camın arkasındaki nesne gibi görüyorlar ve yalnızca geniş çerçeve konusunda doğru değerlendirmeler yapabiliyorlar. Hareket buzlu camın ardına geçerken AKP etrafında örülen buzlu camı ise paramparça ediyor. AKP mitingindeki sloganların açıklaması ise bu tılsımın kırılmasından kaynaklanıyor.

Bu tılsımı yaratan güç ise ‘68 kuşağıyla şimdiden karşılaştırılan ‘90 kuşağı, Özal kuşağı ya da Z kuşağı olarak adlandırılan günümüz gençliğinin kendisidir. Bugünlerde üzerinde çok fazla değerlendirme yapıldığı için ayrıca bir değerlendirmenin gereksiz olacağı aşikar. Ancak ‘68 kuşağını yaratan toplumsal belleğin tohumları, II. Dünya Savaşı’nda atılmış ve hareket yine bir savaşla Vietnam Savaşı’yla filizlenmiştir. ‘90 kuşağı ise (dünya için bir tarih vermek gerekirse buna neoliberalizmin manifestosu olan Washington Uzlaşısı diyebiliriz) 24 Ocak kararları ile toprağa düşmüştür denebilir. Kuşkusuz bu bir metafor ama ‘68 kuşağı ile Z kuşağı arasındaki tek benzerlik ikisinin de bir hareket yaratmış olmasıdır denebilir.

Vietnam Savaşı, nasıl ki ‘68 kuşağı için bardağı taşıran son damlaysa, Z kuşağı ya da adına her ne derseniz deyin, bu kuşak için de bardağı taşıran son damlanın “yeni bir AVM” olması tesadüf değildir. Tabii ki “yeni bir AVM” Avusturya arşidükünün öldürülmesine benzer ve büyük savaşı başlatır. Bu yüzden AKP kurmayları tarafından “Gezi Parkı’nda ağaçlandırma yapacağız” açıklamaları da I. Dünya Savaşı başladıktan sonra Avusturya arşidükü için tazminat ödeyerek savaşın bitmesini ummaya benzer. Yeni AVM kurulmuş ya da ABD Vietnam’a saldırmıştır. Dünyada birçok savaş oldu fakat hiçbiri Vietnam savaşının yarattığı toplumsal kalkışmayı yaratmadı. Türkiye’de ise birçok ağaç kesildi, birçok AVM yapıldı ama böylesi bir kalkışmaya sebep olmadı. Bunu yaratan kuşağın-neslin kendisidir.

Dolayısıyla köklerini ‘68’den alan Türkiye solu, kendinden sonra gelen kuşağı anlamakta zorlanmakta haklıdır. Bir savaşa karşı çıkarak oluşmuş bir hareketle AVM’ye karşı çıkarak oluşmuş bir hareket arasında, refah devletiyle neoliberal devlet arasındaki fark kadar fark vardır.

‘68 hareketi kuşkusuz buzlu camın ardında değildi. Türkiye ‘68’i için çok net bir tarif geliştirmek istersek buna anti-emperyalist diyebiliriz. Ancak bugünkü hareket kendisini net bir ideolojik argümanla kodlayamamaktadır. Dahası kodlamak da istememektedir. Kuşkusuz karşı olduğu bakış açıları sayesinde bir kodlama yapmak mümkündür ancak herhangi bir ideolojik kod hareketin bütününü kapsamamaktadır. Ancak Gezi Parkı direnişinin kendisi daha şimdiden sosyalist bir ahlakı içinde barındırıyor denebilir. Direnişin içindeki dayanışma dahi bunun kanıtı.

Diğer yandan Z kuşağı teknolojik devrimin kendisiyle beraber doğup büyüdüğü içindir ki yine ‘68’de çok tartışılan gündelik hayat tartışmasını günümüze restore etmek şarttır. Ortaokul ve lise hayatını dershane, ev ve okul arasında servislerde geçiren; odasında bilgisayarına kapanan; Youtube, Facebook, MSN gibi bugün çok konuşulan sosyal medya kanallarının ortaya çıkması da ergenlik çağına denk gelen bu kuşak üzerine esaslı tahliller yapmak devrimcilerin omuzlarındaki bir sorumluluktur. Böylesine bir hayat yaşayan genç neslin, saf ideolojik-politik bir hareketi dışarıdan bir etki olmadan benimsemesi güçtür. Bu nesil üzerine beklenen “esaslı değerlendirme” yapılırsa, “flamasız gezi” hashtagını küçük burjuva gericiliği olarak açıklamaktan ötesine geçilebilir.

Ortada apaçık duran gerçeklik toplumsal muhalefetin sosyal medyaya önem vermesi vs. değildir. Zaten toplumsal muhalefet Arap Baharı dolayısıyla sosyal medyanın önemini kavramıştır. Böyle bir değerlendirme de en iyi ihtimalle “sığ” olur. Ortada apaçık duran gerçeklik ‘90 doğumluların ya da Z kuşağının teknolojik devrimle beraber doğup büyümesinden dolayı, gündelik hayatlarının bir önceki kuşağa nazaran apayrı örgütlenmiş olmasıdır.

Bu “apayrı” diye tariflediğimiz gündelik hayatın, altı kalın kalın çizilmesi gereken en önemli unsuru, içinde tarihte insan ırkının görmediği kadar güdüye sahip olmasıdır. Henri Lefebvre’nin “bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu” tespitinde tohumlarını attığı tespitler bugün teknolojik devrim-neoliberal düzensizlik bağlamında yeşermeye başlamıştır. Özellikle genç kuşakları sarmalayan talep üretme mekanizmaları genç kuşakları bir talep canavarına dönüştürmüştür. Sistem bunu yaparken insanları geri dönülemez bir güdülenme sarmalına sokmuştur. Bugün 22-23 yaşında genç bireye verilecek en büyük ceza onu güdüsüz bırakmaktır.

Hatırlayın bundan 20 sene öncesinde günde kaç kişiyle ilişki kuruyordunuz? Kaç kişiyle telefonla bağlanıyordunuz? Bu soruların kendisi dahi genç kuşakların gülüp geçeceği sorulardır? Çünkü artık “whats app” var. Genç kuşaklar bu soruya “sayısız” cevabını vereceklerdir. Sokakta telefonla yürümenin ayıp sayıldığı bir toplum, çok değil bundan 13-14 yıl öncesinde Türkiye’ye hakimdi.

Halbuki şimdi güdülenme sarmalı dolayısıyla toplumumuzun amacı ve meşruiyeti “tatmindir”. Tatmin elde edilir edilmez tüketici doygunluğa yol açan aynı düzeneklerce “tahrik” edilir (Yazıyı okuyanlar şu an kullandıkları telefonun kaçıncı telefonları olduğunu düşünebilirler). Metaların artık kullanım değerlerinin çok ötesine giden bir “imgesel değeri” bulunuyor. Otomobilleri düşünün… Otomobilin kuşkusuz bir kullanım değeri vardır, ancak kullanım değerinin çok daha ötesine geçen, kapitalistlerce fiyatlandırılırken çok daha belirleyici olan onun imgesel değeridir. Bu yalnızca marka değeri olarak basite indirgenemez, otomobilin kendisi dahi bir toplumsal statünün başlangıcıdır. Konforu, markası hatta fiyatı bile bu toplumsal statünün fonksiyonlarıdır. Sistemin arzu üretme stratejisi ise temelini burada alır.

İmgesel değer yalnızca sözsel şiirsel bir anlatıma sahip değildir. Bir moda defilesinde, bazen incelikli bir yemekte imgesel değerlerin bütünü ete kemiğe kavuşur.

İçinden geçtiğimiz kalkışmaya geri dönecek olursak, bu isyana aşırı güdülenmiş genç nesillerin gündelik hayatı isyana çevirmesidir denilebilir. Günde milyonlarca güdüye maruz kalan bireyler tabii ki bunların içinden en yaratıcılarını bulmakta zorlanmayacaktır. Günde en az bir saat komik video izleyen, kurdukları dilin kendisi ana hatlarıyla “geyik” olan gençlikten ne bekliyordunuz? Kızmak ve sırt çevirmek yanlış olur! Seve seve kabulleneceğiz… 21. yüzyılın devrimleri sokakta gördüklerimize benzeyecek ve 21. yüzyılın sosyalizmini bu sokak hareketleri yaratacak.

Refah devletlerinin aydınlanmanın ışığıyla kurduğu üniversitelerinde toplumcu fikirlerle yetişmiş ve gelecek kaygısı olmayan aydın Dev-Gençlileri yok artık. Politik olarak kaygan bir zeminde duran ve öyle durmaya devam edecek olan tüketim toplumunun ihtiyaçlarına göre dizayn edilmiş, yarı cahil gençlik kitleleri var sokaklarda ve emin olun burjuvazi için daha tehlikeliler!

ABD’de Ronald Reagan döneminde Pentagon’da danışman olan Brzezinski bu tehlikeye karşı “eski ve yeni” güçleri şöyle uyarıyor:

“Dünyanın başta gelen, eski ve yeni güçleri de, bir gerçeklikle karşı karşıyalar: Askeri güçleri her zamankinden daha büyük düzeye ulaşmışken dünyanın politik olarak uyanmış kitleleri üzerinde kontrol kurmaları tarihsel olarak en düşük düzeydedir: Açık söylemek gerekirse daha önceleri bir milyon kişiyi kontrol etmek, bir milyon kişiyi fiziksel olarak öldürmekten daha kolaydı. Bugün, bir milyon kişiyi öldürmek, bir milyon kişiyi kontrol etmekten son derece daha kolaydır.”

Güdülenme sarmalına geri dönecek olursak böylesi bir gençliğin ideolojisinin de kaygan bir zeminde duracağı aşikardır. ‘68 Türkiye’sinde eylemci olmak örgütlü olmayı zorunlu kılarken, bugün neredeyse gençlik kitleleri açısından gereklilik bile değil. Bu kalkışmadan önce bu kuşak için başkaldırının en parlak sözleri kuru gürültüden başka bir şey değildi. Şimdi ise başkaldırının en parlak sözlerini kendileri bulmaya çalışıyorlar çünkü aslında isyanla beraber çok da değişmemiş olan gündelik hayatlarını yaşamaya devam ediyorlar. Gezi Parkı işgalinde aslında hem iktidar hem de eylemciler açısından farkına varılmadan yaratılmış tılsımın kendisi de buydu. Gezi Parkı’nda gündelik hayat kurma gayretindeki eylemciler gündelik güdülerini oraya aktardılar. Polis ise gündelik hayatın kendisine saldırmış oldu (İşgal eylemlerinde buna benzer bir tepkiyi Tekel direnişinde de görmüştük).

Aksi takdirde gündelik hayatlarının kendisini organize etmede oldukça zorlanan ‘90 doğumluların (basit bir buluşmaya giderken en az 2-3 telefon görüşmesi yapmamıza rağmen yolda illa bir aksilik çıkmıyor mu) günlerce sonraya kesilmiş Galatasaray Lisesi önü buluşmalarında isyan etmeyecekleri aşikardır. Bugün İngiltere’de devrilen otomobilin bilgisine anında ulaşılabiliyorsa, mitingler, basın açıklamaları olağanüstü güdülenme sarmalında yalnızca bir karpuz çekirdeği olmaktadır. Tılsımın kendisi işgal eylemleridir, öğle arasına sıkıştırılan yürüyüşler değil.

İşgal eylemleri ise gençliğin gündelik hayatını yadırgamamamızı ve kabul etmemizi zorunlu kılıyor. Sokağa çıkınca “biber gazı bizde kafa yapıyor” vb. sloganlara içimizden değil dışımızdan gülmemiz, hatta eşlik etmemiz gerekiyor. İsyan şimdiden gündelik hayatın içinde imgeler buldu bile… Yukarıda anlattığım refah devletinin aydınlanma dürtüleri olmadığı için bugün artık ideoloji kendisini rahatlıkla ideolojik olarak ortaya koyamaz, bunu yapabilmesi için duygulara seslenmesi gerekir. Otomobil örneğindeki isyanın imgesel değerini yaratması gerekir. Bugün yaratan var mı?

Birkaç tanesini sırayla yazayım: Twitter kuşu, Çarşı, Toma-Poma, A.C.A.B (all cops are bastard), Mustafa Kemal, yaratıcı dövizler, duvar yazıları, stencillar, kırmızılı kadın, “sık bakalım” sloganı, kasklar, penguen, chuppling, deniz gözlükleri, talsit, Guy Fawkes maskeri… Liste rahatlıkla uzatılabilir.

Yazının amaçlarından biri olarak sormakta fayda var;

1. Bu listenin kaç tanesi toplumsal muhalefetin elinde, yüzünde, ağzında? (Bu noktada en başarılı deneyim kuşkusuz Çapul Tv)

2. Neden?

Eğer toplumsal muhalefet “Öfkeli tavrımız bir süre sonra anlam kazanacak ve geniş kitleler bizi anlayacak” diyorsa fena halde yanılıyor. Hegemonik dili eleştirerek, hatta iğreti bularak hegemonik imgelerin hepsi reddedilerek ne yapılabilir ki?

Daha sonra devam etmek üzere burada bırakalım…

Hepimize kolay gelsin!

Ozan Gündoğdu
12 Haziran 2013
Haberin kaynağı için tıklayınızhttp://www.sendika.org/yeni-bir-kusak-ozan-gundogdu/