Adil Medya: Direniş bir tepki hareketi olarak kalıp çözülecek mi, yoksa kurucu bir boyuta evrilebilecek mi? – Taylan Doğan

Gezi Parkı’nın polis tarafından boşaltılmasından sonra, iki haftayı aşkın bir süredir Abbasağa Parkı’na gidiyorum. Bu arada diğer parklarda olup bitenleri, toplantı notlarını ilgili internet sitelerinden takip etmeye çalışıyorum (özellikle bkz. http://parklarbizim.blogspot.com) Başka parklara giden arkadaşlarımdan da bire bir bilgi almaya gayret ediyorum.

Bütün parklar hakkında sistematik bilgilere sahip olmadığım için gözlemlerimde bir hata payı olabilir. Bu hata payını hesaba katmakla birlikte, direniş hareketi parklara geçtikten sonra oluşan durum hakkında aşağıdaki tespitlerin büyük oranda doğru olduğunu düşünüyorum.

Katılımın Azalması ve Artan Çözülme Riski

Genel tabloyu şöyle özetleyebiliriz: Parklardaki forumlara katılım gün geçtikçe azalıyor. Bunu çıplak gözle görebiliyorsunuz. Bence katılımın azalmasındaki en büyük etken, direnişe katılan ve/veya sempati duyanların parklara geldiğinde, kendilerini bir parçası hissedebilecekleri, kararlarda söz sahibi olacakları ve somut bir faaliyet yürüterek mücadeleye katkıda bulunabilecekleri, hiç olmazsa asgari düzeyde kurulmuş çalışma alanlarıyla karşılaşamaması.

Çalışma gruplarının hiç olmadığını söylemiyorum. Örneğin geçen haftadan itibaren Abbasağa Parkı’nda bazı alanlarda çalışma grupları oluşmaya başladı (kültür-sanat, medya-iletişim, hukukçular, esnaflar, kadın çalışma grupları bunlardan bazıları). Fakat hareketin iç dinamiklerini hesaba katıp üstüne tatil vaktinin de gelip çattığını düşünürsek, geç kalmış olduğumuz aşikâr. Daha önemlisi, henüz çalışma gruplarının çoğu, o alana ilgi duyan insanları çekebilecek bir faaliyete başlamamış veya başlamış olsa bile hedeflediği faaliyeti oturtamamış durumda. Direnişe sempati duyanların büyük çoğunluğunun, katılım göstermek için ortada pozitif bir proje veya faaliyet görmek istemesi son derece doğal. Dolayısıyla çalışma gruplarının kısa sürede somut faaliyetlere başlaması, çalışma alanları oluşturması, başlayan çözülmeyi durdurmak açısından elzem görünüyor.

Parklardaki ortamı, başlangıçtan bu yana çoğu kez “serbest kürsü” biçimini alan genel forumlar belirliyor. İlk günlerde, Gezi direnişinin içinden çıkıp gelenlerin yıllardır zihinlerinde biriktirdikleri sorunları, tartışmaları kamusal bir ortamda heyecanla ifade etmek istemesi son derece anlaşılır bir durumdu. Fakat ilk haftadan sonra, politik gündem açısından hiç sıkıntı çekmeyen bir ülkede yaşadığımızdan olsa gerek, forumlar giderek birer “siyaset meydanına” dönüşmeye başladı. Forumların organizatörleri ve birçok kişi, doğrudan demokrasinin hayata geçirildiğini savunarak bu durumu olumluyor.

Ben pek öyle düşünmüyorum. Doğrudan ya da katılımcı demokrasinin temel esprisi, içinde yer aldığınız hareketin gündemi ve gidişatı üzerinde mümkün olduğunca çok tartışmalara katılıp mümkün olduğunca çok söz sahibi olmanızdır. Başka türlü ifade edersek, birilerinin hareketiniz hakkında sizin adınıza ve size rağmen kararlar alamamasıdır.

Abbasoğlu’ndaki bütün forumlara katılmadım. Bazen, örneğin filanca gün bir eyleme katılıp katılmamak gibi günübirlik konuların oylandığını ve karar altına alındığını biliyorum. Fakat katıldığım veya başka yollarla bilgi sahibi olmaya çalıştığım forumlara dair ortada bariz bir gerçek var: Genel forumlar, “direniş” dediğimiz hareketin Cumartesileri Taksim’e çıkıp kendini göstermenin ötesine geçerek, somut mücadele alanlarının nasıl inşa edilebileceğini veya nasıl bir strateji izlenebileceğini tartışmaya ve karar önerileri şekillendirmeye müsait ortamlar değil. Çoğunlukla bireyler aklından geçen önerileri ortaya atıyor ve bir süre sonra ortam tam bir öneriler denizine dönüşüyor. “Bu öneriler nasıl hayata geçecek?”, “hangi organlarda tartışılacak?” gibi soruları ise doğal olarak havada kalıyor.

Son zamanlarda kendini göstermeye başlayan somut bir tehlikeye de dikkat çekmek isterim. Genel forumlar “siyaset meydanı”na dönüştükçe, direnişçiler arasında kutuplaşma yaratma potansiyeli taşıyan memleket sorunları gündeme hâkim olmaya başladı. Son gelişmelerin de etkisiyle, Kürt sorunu veya “toplumsal barış”, forumlarda öncelikli gündemlerden biri haline geldi. Abbasoğlu’da katıldığım son forumda, daha önce tanık olmadığım bir gerilim ve sürtüşme yaşandı. Bir Kürt genci, “nasıl ki Mustafa Kemal’i önderi olarak gören bir vatandaş balkonuna onun resmini asabiliyorsa, Abdullah Öcalan’ı liderleri gören Kürtlerin de Öcalan’ın posterini evine asmaya hakkı vardır” dedi.  Arka sıralardan orta yaşlı bir kadın, “Sen Atatürk’le Öcalan’ı nasıl bir tutarsın? deyince gerilim yükseldi, başkaları da bağırarak ortama müdahale etmeye çalıştı. Sahne kenarında bir hareketlenme yaşandı ve sonunda moderatörün herkesi birbirinin görüşlerine saygılı olmaya çağıran yüksek sesle müdahalesiyle daha fazla büyüyebilecek bir sürtüşme o an için önlenmiş oldu.

Fakat bu tür sürtüşmeleri nereye kadar önleyebileceğiz? Sürtüşmelerin süreklilik kazanmasının, forumlara katılımı daha da azaltacağı aşikâr değil mi? Doğrudan demokrasi ilkesini hayata geçirmek adına, forumlara “siyaset meydanı” formatında devam etmenin yanlış bir yol olduğu besbelli.

Karar ve Temsil Mekanizmalarının Örgütlenememesi

Sonuçta parkların çoğunda, bir yanda yeni yeni kurulmaya başlanan çalışma grupları var; diğer yanda ise, “siyaset meydanı” formatına bürünen ve hareket içi bir kutuplaşma riski taşıyan genel forumlar var. Peki, o zaman hareketin izleyeceği rotaya ilişkin kısa ve orta vadeli kararları kim alıyor veya alacak?

Aslında direniş hareketinin öz-örgütlenme modeli, yani karar önerileri oluşturma ve bu önerileri oylayarak somut kararlara dönüştürme mekanizmaları, parkları temsil edecek bir yapının oluşması gibi sorunların pek popüler tartışma gündemleri olmadığını söylemek gerekiyor.

Tamam, Türkiye’de ilk kez bu ölçekte ve farklı düşüncelerden insanların bir araya geldiği bir sivil itaatsizlik hareketi oluşturduk. Çoğu kez hiyerarşi yoktu, bürokrasi yoktu, karşıt denebilecek politik duruşlara sahip kişiler bile yan yana mücadele ettiler. “Harika günlerdi!”

Fakat hareketin, Gezi Parkı’na AVM yapılması projesine karşı çıkıp polise kararlı bir direniş gösteren, sonra da toplumsal sahneden çekilen, dönemsel ve tepkisel bir çıkış olarak kalmasını istemiyorsak, bu konuları bir sonuca bağlamanın vakti geldi de geçiyor. Katılımın bariz şekilde azalmasının ardında, hareketin bu yönsüzlüğü yatıyor.

Hareketin, tepkiselliğin ötesine geçip halkın yaşadığı bazı sorunlar etrafında somut talepler üretebilen, yeni katılımlarla büyüyebilecek bir rotaya girebilmesi için benim bazı önerilerim var. İstanbul, kentsel dönüşüm ve paralı turist çekme projelerinden geçilmiyor: Haliç Tersanesi’nin yerine iki adet beş yıldızlı otel, bir adet AVM ve bin kişilik cami yapılması, Haydarpaşa Garı’nın otele çevrilmesi, Galataport projesi, 3. köprü dolayısıyla Belgrat Ormanları’nın kuşa çevrilmesi. Bunların hepsi, biz sıradan İstanbulluları yaşadığımız şehrin en güzel yerlerinden dışlama projeleri. İkinci köprünün kuzeyinde birçok semt, (Armutlu, Derbent, Sarıyer’in bazı üst kesimleri) güzel Boğaz manzaralı oldukları için “afet bölgesi” ilan edildi. Yani çoğunda, “deprem riski” yüzünden altı ay içinde halkın evlerini boşaltması gerekiyor. Boşaltsınlar ki buralara lüks inşaatlar, rezidanslar yapılabilsin. Üstelik, bu semtlerin bazılarında yerel örgütlenmeler oluştu ve “kentsel dönüşüm” yerine “yerinde ve yerel halkının katılımıyla dönüşüm” planları hazırlandı. Direniş pekâlâ bu projelere karşı bir mücadeleyi önüne koyabilir ve semtlerde zaten direnmeye çalışan halkla dayanışma içine girebilir.

Gelgelelim bu ve benzeri bireysel önerilerin bir kıymeti harbiyesi bulunmuyor. Çünkü bu gibi önerileri hayata geçirip harekete pozitif bir yörünge kazandırabileceğimiz bir öz-örgütlenmemiz, demokratik ve katılımcı ilkelere göre işleyen karar organlarımız bulunmuyor.

Aslında karar mekanizmalarının nasıl oluşturulacağı bir sır değil. Parklara gitmeye başladığımızda bir arkadaşım, Abbasağa forumlarını organize eden kişilerden birisiyle görüşmüş ve son derece işlevsel bir model önermişti. Öneri şöyleydi:

Çalışma grupları veya başka amaçlarla bir araya gelmiş olan gruplar – örneğin küçük forumlar – birer “istişare”, yani tartışma ve karar önerisi şekillendirme organları gibi çalışır. Buralarda şekillenen karar önerileri, büyük foruma taşınır ve orada tartışılarak oylanır. Diğer yandan,  çalışma grupları ve diğer küçük gruplardan temsilciler/sözcüler seçilir. Bu temsilciler/sözcüler, bir koordinasyon oluşturmak üzere, temsili bir yapı oluşturur. Böylece hem park içinde hem de parklar arasında sürekli bir koordinasyon sağlanır. Harekete dair ortak karar önerileri oluştuğunda, bu öneriler diğer parklara iletilir ve her parktaki büyük forumda tartışılarak oylanır.

Bu modeli artık zaman kaybetmeden hayata geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Bunun için birkaç temel hususu dikkate almamız gerekiyor. Birincisi, yukarıda belirttiğim gibi, çalışma grupların hızla işlevsel hale gelmesi. İkincisi, yine çalışma grupları veya belirli bir faaliyet doğrultusunda bir araya gelen farklı grupların yürüttükleri faaliyetin yanı sıra hareketin içinde bulunduğu durumu değerlendirmesi, kısa ve orta vadeli öneriler şekillendirmesi. Üçüncüsü, dönüşümlü olarak çalışacak temsilcileri/sözcüleri seçmeleri. Dördüncüsü ise, genel forumların “siyaset meydanı” kimliğinden uzaklaşması, çalışma grupları, atölyeler ve etkinliklere zaman kalması için örneğin haftada yalnızca iki kez toplanması. Genel forumlarda bu öz-örgütlenme modelinin katılımcılara anlatılarak teşvik edilmesi ve forumların, aktarılan önerilerin tartışılıp oylandığı, somut sorunlarımızı ve faaliyet-örgütlenme önerilerimizi ele aldığımız işlevsel ortamlara dönüşmesi.

Taylan Doğan
4 Temmuz 2013

Kaynak; adilmedya.com