BirGün: Bir bebekten polis yaratan karanlığı sorgulamak – İlker Küçükparlak

Gezi direnişinin başından itibaren alandayım. Mesaimin hepsi değilse de çoğu revirlerde geçmiştir. Polis ortada bir ‘gerekçe’ yokken de saldırıyor. Polisin daha önceki -müdahale demeye dilimin varmadığı- saldırıları da benzer şekillerde gerçekleşmişti. Aksini iddia edenlere televizyonlarını kapatıp Taksim’e gelmelerini öneriyorum.

Bu direniş süresince Gümüşsuyu’nda, Harbiye’de, Taksim Meydanı’nda, Sıraselviler’de, Cihangir’de, İstiklal Caddesi’nde ve bizzat Gezi Parkı’nın içinde birkaç kere biber gazından boğulacak gibi oldum. Atılan gaz ve ses bombaları yüzünden panikleyen kalabalık, yanımdaki arkadaşlarımı ezecek diye endişelendim. Gümüşsuyu’nda, İstiklal Caddesi’nde, Gezi Parkı’nda ve Sıraselviler’de binbir emekle kurulan revirlerin gazdan durulmayacak hale gelmesinden ötürü boşaltılmasına şahit ve yardımcı oldum. Bir gece Makina Mühendisleri odasının önünde üzerimizde formalarımızla çay ve sigara içmekteyken üzerimize nışan alınarak gaz fişekleri sıktı iki polis; sokağın köşesinden döner dönmez, hiç uyarmadan. Yine de doğrudan darp edilen veya göz altına alınan meslektaşlarımızın bulunduğu bir ortamda şanslı olduğumu söyleyebilirim.

Bu süreçte hunharca darp edilmiş insanlara yardım etme çabasının çaresizliğini ve yükünü omuzlarımızda hissettik. Polis şiddetinin sonuçlarına doğrudan şahit olarak psişik travmasını yaşadık. 5 yaşamın yitirilişine, binlerce insanın yaralanmasına dolaylı olarak da olsa şahit olduk. Son olarak Ethem Sarısülük’ün katilinin serbest bırakılması öfkemizi daha da arttırdı. Bu tablo içerisinde polisleri gaddar, vahşi, barbar olarak nitelendirmek oldukça kolay. Bu söyleme karşın itiraz üretebilmek ise hiç kolay değil. Yine bir ruh sağlığı profesyoneli olarak, aşağıya sıralayacağım dayanaklarla farklı bir kuramsal söylem geliştirebileceğini düşünüyorum:

a) Milgram Deneyi gösteriyor ki emir verildiği ve emrin dayatmacı şekilde yinelendiği durumlarda, sıradan insanların %65’i bir diğerinin acı çekmesine şahit olduğu halde, kendisi de travmatize olarak ölümcül olabilecek girişimlerde bulunabiliyor. “Emir kuluyuz” demek aslında “toplumsal ölçekli bir Milgram Paradigması’nın kurbanlarıyız” demek midir?

b)Stanford Hapishane deneyinde de sıradan insanların üzerlerine bir üniforma geçirilip yetki verilip, denetlenmediklerinde sadistik eğilimler gösterebiliyor. Bizi insanlığın “aydınlık” tarafında tutan bir diğerinin tanıklığı öyleyse.

Bu durumda medyanın alana girmemesi, 15-16 Haziran tarihlerinde Taksim Meydanı’nda elektriğin kesilerek kayıt alınmasının bütünüyle engellenmesi bu tanıklık kurumunun ortadan kaldırılarak polisin karanlık tarafının baskın gelmesine yol açmış mıdır?

c) Emniyet Amiri tarafından ikinci Çanakkale Zaferini yazmakta oldukları, Vali tarafından da mukaddes emanetleri korumakta oldukları, bizzat Recep Tayyip Erdoğan tarafından Taksim’de kahramanlık destanı yazmakta oldukları söylemi ile motive edilen polisin, bu aşırı emosyonel yükle görevini formel sınırlar içerisinde yapması ne kadar mümkündür?

Emrin, tartışılmaz otorite figürlerinden geldiği durumda diğerinin hayatına mal olacak emirlere bile itaat etme eğilimi artmakta. Polis saldırılarında “Allah Allah” nidalarının son dönemde eklenmesi bu perspektiften ele alınabilir mi?

Direniş boyunca polis memurlarının yaklaşık 40-60 saat arası kesintisiz mesai yaptıkları bilinmekte. Rekor ise kesintisiz 100 saat çalışan bir memura ait. Bu sürenin çoğu da çatışma ortamında geçmekte. Bu kişilerin sağlıklı muhakeme yapabilmeleri, öfkelerini kontrol edebilmeleri ne derece mümkün? Sağlıklı kişilerin bu derece uykusuz kalmaları halinde hallüsine olabilecekleri yani olmayan sesleri duyup görüntüleri görebilecekleri bile bilinmekte.

Polis memurlarında tükenmişlik için yeterince risk faktörü var. Emniyet Teşkilatı 1934 tatihli Emniyet Teşkilatı Kanunu, 1979 tarihli Emniyet Örgütü Disiplin Tüzüğü ve 1989 tarihli Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu ile idare ediliyor ve bu mevzuat polisin bütün kaderini amirlerin iki dudağının arasına mahkum etmekte. Emniyet Örgütü Disiplin Tüzüğü’nde memurların işten çıkarılmasına dayanak gösterilebilecek 42 madde sıralamış. Bu maddeler arasında “Göreve çıkılmaması için propaganda yapmak veya kışkırtmak veya zorlamak veya karar alınmasını sağlamak veya alınan karara katılmak veya karar uyarınca göreve çıkmamak”, “Amir ya da üstlerinin icraatına karşı çıkmak ve bu hareketi toplu hale dönüştürerek görev yapılmasını ya da göreve çıkılmasını engellemek ya da buna katılmak ya da katılmaya tahrik ya da teşvik etmek”, “Amir ya da üste karşı itaatsizliğe, mukavemete ya da fiilen taarruza tahrik ya da teşvik etmek ” var. Dolayısıyla polis memurlarında aslında sanılanın aksine iş güvencesi yok. Bu güvencesizlik nedeniyle ülkemizdeki tek polis sendikası olan Emniyetsen’in yedi kurucu üyesi birden görevden uzaklaştırılmış. Bütün bu durumların her biri tükenmişlik riskini arttırdığı bilinmekte. Tükenmişlik yaşayan kişi işi gereği karşılaştığı insanlara karşı duyarsızlaşabilmektedir. Tükenmişlik durumu ilerledikçe öfke kontrolünde güçlük ve hatta intiharların yaşandığı da bilinmekte. Bu durumda polis memurlarının kaçının tükenmişlik yaşamakta olduğu önemli bir soru. Unutulmaması gereken intihar davranışının aslında kendine yönelik bir şiddet davranışı olduğu.

Elbette bütün bu denklemi emniyet teşkilatında her yıl giderek artan hızda politik kadrolaşmayı eklemeden kuramayız fakat yukarıda sıraladığım değişkenler üzerine düşünmeden, doğrudan 250.000 polisin birden kadrolaşma sonucu şiddet gösterdiği söylemi, başından itibaren iktidarla AKP seçmenini gayet soğukkanlılıkla ayırd etme tavrına sadık kalan Gezi ruhuna yakışmayacak. Bu denklem olmaksızın polisi “imamın ordusu” şeklinde stereotiplemenin karşılığı da “vandal çapulcular” olarak stereotiplenmek.

Polisleri saldırgan/travmatizatör olarak algılamak kolay. Ben ise polisleri hepimizin travmatize edildiği bir sahnenin farklı rolündeki aktörleri olarak görüyorum. Burada zalim olan, bu sahneyi kurup hepimizin travmatize olmamıza neden olan iktidar ve iktidarlar.

Bu bağlamda Emniyet-Sen’in İstanbul temsilciliğini ziyaret ettim. Kendimi gezi sürecindeki rolüm ile birlikte tanıttım. 2013 yılına kadar her 13 günde 1 tamamlanmış polis intiharı yaşanmaktayken 2013 yılında bu oranın 9 güne indiğini; son 10 yılda 100 polisin görev nedeniyle, 600 polis memurunun ise intihar nedeniyle öldüğünü öğrendim. Kendilerine psikiyatrik destek teklif ettim. Çok gereksinimleri olduklarını fakat resmi kayıt olunca meslekten uzaklaştırılma kaygıları olduğu için yardım alamadıklarını söyleyerek teklifimi sevinerek kabul ettiler. Sonuç olarak Şirinevler’deki sendika temsilciliğinin ofisinde mesai sonrası danışmanlık ve psikoterapi hizmeti vermeye başlayacağım. Bireysel olarak başlattığım bu inisiyatif gönüllü diğer meslektaşlarımın katılımıyla daha kapsamlı bir nitelik kazanacak gibi görünüyor.

Öteki ile temas azaldıkça, ötekileştirme gayriinsanileştirmeye dönüşüyor. Polis açısından direnişçi, direnişçi açısından polisin hızlıca gayriinsanileştirilmesi ciddi bir tehlike. Bu inisiyatifin bahsettiğim tehlikeye karşı da önlem olabileceği umudunu taşıyorum. Tavrımın birincil amacı polisi affetmek veya affettirmek değil. Öncelikli amacım mesleğim gereği yardıma gereksinimi olan ama yardıma ulaşamayan bir kitleye el uzatmak. Diğer bir amacım ise polisi önce anlamak sonra başta kendilerine olmak üzere anlatmaktır. Bilge Rakel acısı taptazeyken “Yaşı kaç olursa olsun; 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim…” diyebildiyse, bizim de bir bebekten polis yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapamayacağımızı bilmemiz gerekir. Malum, bu kırımın sorumluları kendileriymiş gibi ilk kurbanlar Gezi Parkı’ndaki çadırları yakan belediye işçileri oldular. Süreç içerisinde pek çok polis de tavırlarından ötürü ceza alsalar bile bir bebekten polis yaratan karanlığı sorgulamazsam, bu karanlık sahneyi kurgulayanları işaret etmezsem içimdeki adalet duygusu tatmin olmayacak.

İzin, mevzuat gibi konuları merak edenler için; Taksim’de revirlerde çalışırken kimden izin aldıysam yine aynı müesseseye başvurdum: Hipokrat Yemini ve vicdanım. İzin konusunda hiçbir sorun yaşamadım.

Milgram Deneyi

Yale Üniversitesi’nden Stanley Milgram’ın 1963 tarihli deneyidir. Katılımcılar gazete ilanı ile toplanmış ve deneyi tamamlamasalar bile ücretlerinin ödeneceği vaat edilmiş. Denek bir öğrenme deneyine katıldığını düşünmekteydi. Denekle bir çalışmacı arasında hileli bir kura çekiliyor, sonuçta deneğin her zaman “öğretmen”, çalışmacının da “öğrenci” olması sağlanıyordu. Daha sonra deneğin gözlemcisi öğretmen rolünü alan deneğe, öğrencinin deney boyunca yaptığı her yanlış için 15’er voltlarla artan elektrik uyaranı vermesi talimatını veriyordu.. Öğrenci rolündeki çalışmacı sesinin rahatlıkla duyulabildiği fakat görülmediği diğer bir odada bulunmaktaydı ve elbette (deneğin düşüncesinin aksine) aslında elektrik akımına maruz kalmıyordu. Prosedürün başlamasından önce öğrenci rolündeki katılımcının kalp hastalığı olduğuna ilişkin bilgi de verilmekteydi. Öğrenci rolündeki katılımcı standart olarak 75 Volt’ta inlemeye, 120 Volt’ta yüksek sesle şikayetlenmeye başlıyor ve 150 Volt’ta deneyin sonlandırılmasını talep ediyordu. Bu noktadan sonra sesler gitgide canhıraş hale gelmekte ve 285 Volt’tan sonra öğrenci rolündeki katılımcının sesi duyulmamaktaydı. Öğretmen rolündeki denek durmayı talep ettiğinde ise gözlemci sırasıyla şu talimatları sıralamaktaydı:

1-Lütfen devam edin.
2-Deney için devam etmeniz gerekiyor.
3-Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.
4-Başka seçeneğiniz yok, devam etmek “zorundasınız”.

Denek bu talimatlardan hepsi verildiğinde dahi durmazsa deney devam ediyor ve üç kere üst üste maksimum 450 Volt uyaranı verdiğinde deney sonlanıyordu.

Deney katılımcıların %97‘sinin 150 Volt, %65‘inin maksimum doza çıkması ile sonuçlanmıştır. Deney sıradan insanların kendi vicdani değerleri ile çelişse bile otoriteye itaat etmeye ne kadar meyilli olduklarını göstermesi açısından sosyal psikoloji alanında çığır açmıştır. Deneyin çeşitli varyasyonları da otoriteye itaat konusunda açılım sağlamıştır. Örneğin deney Yale Üniversitesi değil, bağımsız bir kuruluş tarafından düzenleniyormuş gibi gösterildiğinde itaat oranı %47’ye düşmektedir. Deneğe ek olarak öğretmen rolünde diğer çalışmacıların bulunduğu ve itaat etmeyi reddettikleri varyasyonda deneklerin itaat oranları %10’a düşmüştür. Deneğin öğrenci rolündeki katılımcının elini tutması sağlandığında itaat oranları %30’a düşmüştür. Gözlemci odada bulunmayıp talimatları telefonla verdiğinde itaat oranları %30’a düşmüştür. Bu varyasyonlardan sırasıyla emrin otoritesi tartışılmaz bir kurum tarafından geldiğinde itaatin arttığı; emre uymayanların varlığında, talimat verenin ortamda bulunmadığında ve kurbanla temas sağlandığında itaatin azaldığı sonucuna varılabilir.

Stanford hapishane deneyi

Philip Zimbardo tarafından 1971 yılında yürütülmüştür. Deney çerçevesinde gönüllü 24 katılımcının 12si tutuklu, diğer 12si gardiyan rolüne atanmış ve her grubun kendine özgü üniformayı giymesi sağlanmıştır. Gardiyanların göz temasını kısıtlamak için güneş gözlüğü kullanması sağlanmıştır. Tutukluların ise isimlerini kullanmalarına izin verilmemiş ve üniformalarında yazılı olan numaralar ile hitap edilmeleri istenmiştir. Sonuçta 14 gün sürmesi beklenen deney gardiyanlarda beliren sadistik eğilimler sonucu 6. günün sonunda sonlandırılmak zorunda kalınmıştır. Bu sadistik eğilimlere örnek olarak tutukluların çıplak elleriyle klozetleri temizlemeye, şınav çekmeye, kurallara uymayan diğer bir tutuklu ile ilgili “tutuklu 819 kötü bir şey yaptı” şeklinde slogan atmaya zorlamak sayılabilir. Zimbardo deneyin “içinde bulunulan durumun, insanların kişilik ve ahlakı tutarlılıklarını zedeleyerek iyi insanların çok kötü davranışlarda bulunmasına neden olabileceğini” gösterdiğini belirtmiştir.

Tükenmişlik sendromu

Tükenmişlik çalışma koşulları ile tetiklenen bir durum olup emosyonel tükenme, depersonalizasyon ve başarısızlık ile kendini göstermektedir. Temel risk faktörleri aşırı iş yükü, çalışanın karar süreçlerine katılamaması, gelirin düşük oluşu ve iş güvencesinin olmayışı sayılabilir. Tükenmişlik yaşayan kişi işi nedeniyle karşılaştığı kişilere (doktorsa hastaları, öğretmense öğrencileri…) duyarsızlaşabilmekte ve bu kişilerin duygularını anlayamamaktadır.

Dr. İlker Küçükparlak, Psikiyatri Uzmanı, Çapulcu
1 Temmuz 2013
Kaynak; birgun.net