Çaylak Haber: ‘Türkiye’de 12 Eylül’ün yarattığı korku sona ermiştir’ Ertuğrul Mavioğlu

‘Bu sese kulak ver’ başlıklı röportaj serimizin 12′nci konuğu gazeteci-yazar Ertuğrul Mavioğlu. Mavioğlu ile eylemlerdeki pasif direniş vurgusunu, direnişin olası sonuçlarını, gençliği ve son olarak medyanın direnişe dair tutumunu konuştuk.

ertugrulmavioglu

-Taksim Gezi Parkı eylemlerinin ülkenin birçok şehrine sıçrayıp sivil itaatsizlik eylemlerine dönüşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tek cümleyle yanıtlamak gerekirse, Gezi Parkı direnişi ya da popüler ifadeyle #direngezi eylemliliğinin başlamasıyla birlikte Türkiye’de 12 Eylül’ün yarattığı korku sona ermiştir. #direngezi 12 Eylül’ün sonudur. Neredeyse tamamı 12 Eylül’e karşı olduğu, özgürlüklerin önünü açacağı iddiasıyla seçim kazanan, fakat işbaşına geldiklerinde cuntanın bütün zorba yasa ve yöntemlerini muhafaza edenler, 31 Mayıs 2013 itibarıyla kaybettiler. Halka her fırsatta babalananlar, polis, jandarma, yargı, bürokrasi, yalakalar, zorbalar, saldırganlar, gazcılar, coplular, tazyikli sucular, yalancılar… Evet bunların tümü 31 Mayıs 2013 itibarıyla kaybettiler. Türkiye’de halk sindirilmiş ruh halini ilk kez bu kadar topluca, ilk kez bu kadar cesaretle, ilk kez bu kadar azim ve dirayetle yok etti, korku duvarını aştı ve ayağa kalktı. Artık halkın değil iktidarların korkma zamanıdır. Yıllardan beri halkın önüne örülen bariyerlerin, setlerin gerçekte ne kadar da çürük olduğu görüldü. Bundan sonrası kendisine inanmış, kendi gücüne güvenen, haklı taleplerinde ısrarlı olan bir halkın yeniden kimliğini yaratma ve tahrip edilmiş kişiliğini onarma zamanı. Olaylardan geride 4 ölü, 8 bine yakın yaralı, 60’a yakın ağır yaralı, gözünü kaybetmiş 11 insan var. Yaşanan bunca şiddete, bunca yalana rağmen insanlar boyun eğmediyse çok önemli bir psikolojik eşik aşılmış demektir.

-Tarihteki halk isyanlarıyla karşılaştırdığınızda özdeşlik kurduğunuz noktalar var mı?

Son yaşadıklarımız aslında Türkiye’de tarih boyunca nadir de olsa görülmüş olan hiçbir halk hareketine benzemiyor. İsyanların tümü silahlıydı, yaşadığımız isyana ise pasif direniş damgasını vurdu. Tarihimizde 15 – 16 Haziran 1970 büyük işçi direnişi ya da 1991 Zonguldak büyük madenci yürüyüşü ve grevi gibi kalkışmalar yok değil. Fakat bunların tümü kim ne derse desin sendikalar tarafından organize edildiği gibi yine sendikalar eliyle sonlandırıldı. Yani bu hareketlerin hiç biri spontane (kendiliğinden) gelişmiş eylemler olmadı. Türkiye’nin neredeyse tüm illerine yayılan pek çok ilde şimdiye kadar görülmemiş polis şiddetine karşı gelişen böylesi bir direnişin başka örneği yok. Bu hareket ‘örgütsüz’ başladı ve iktidarın zorlamasıyla sonlandıracak bir ‘örgüt’ de yoktu ortada. Şimdiye kadar görülmemiş bir biçimde çok farklı inançtan, çok farklı etnik gruptan, çok farklı siyasal anlayıştan ve hatta hiçbir siyasal eğilimi olmayan insanlar bile ‘özgürlük ve eşitlik’ talebiyle sokaklara döküldüler. Bu talepler milyonlarca insanı kucakladı. Örgütsüz bir biçimde insanlar sokağa çıkabiliyor ve bir adım bile geri adım atmaya yanaşmıyorlar, saldırılar karşısında boyun eğmiyorlar, kaçmıyorlar, kimsenin zorlaması olmadan direnmeyi kendine görev edinerek yine kaldığı yerden ve kendiliğinden sokağa dökülebiliyorsa, bu, bıçağın kemiğe dayanmış olduğunu gösterir. Direnişin örgütsüz oluşu ve hükümetin karşısındaki kitlenin içinde bulunduğu ruh halini anlayamaması olayların da hayli uzun sürmesine neden oldu. Hükümet insanları anlasaydı durum değişmezdi ama bu direnişin ardında bir örgüt olsaydı, pazarlık etmesi, aldatması ya da tutuklamalar ve benzeri yöntemlerle eylemi başsız bırakması daha kolay olurdu. Oysa spontane olarak sokağa dökülmüş kalabalıklar, hem ülkeyi hem de kendilerini kısa süre içinde başkalaştırdılar. Sonuçta bu ülke zalime boyun eğmeyeceğini net bir biçimde gösterirken, böylesi bir direnişi üretecek büyük bir güce sahip olduğunu da gördü. Bundan iktidar sahiplerinin çıkaracağı dersler var fakat çok geç. Artık laf olsun diye değil, gerçekten hiçbir şey eskisi gibi olmaz bu ülkede.

-Birçok kentte direniş alanlarında oluşturulan komün yaşantısının mahallelerde ve diğer ortak yaşam alanlarında sürdürüleceğini düşünüyor musunuz?

Komünler elbette ki direnişin sıcaklığı sırasında örgütlenmiş çok harika dayanışma biçimleriydi. Komünlerin gelinen aşamada süreceğini sanmıyorum. Kaldı ki bunun fiziki zemini de yok. Fakat komünleri ortaya çıkaran dayanışmacı ruhun, yıllardır kimliksizleştirilmiş, kişiliksizleştirilmiş, yekdiğerinden kuşku duymaya koşullandırılmış insanların kendilerini aşmaları sayesinde oluşturulduğunu unutmamak gerek. Komünler fiziki şartların uygun olmaması nedeniyle en azından şimdilik örgütlenemese bile direniş sırasında ortaya çıkan dayanışmacı ruh sürecektir. 12 Eylül Cuntası ve onun halefi iktidarlar, öncelikle insanların arasındaki güven ilişkisini, komşuluğu, arkadaşlığı, dostluğu hedef aldı. 20 gün gibi kısa bir süre içinde insanlar yeniden birbirlerine gülümsemeyi, selam vermeyi, hiç tanımadıkları insanlarla barikatlarda sırt sırta mücadele etmeyi, kenetlenmeyi öğrendiler. Bırak komşuları, yolda karşılaştığı insanların hiç de kötü insanlar olmadığını gördüler. Bu ruh, yeniden halk olmanın çimentosudur ve şişeden çıkan bu cin, bundan sonrasında da devlete fena halde zarar verecektir.

- Gençliği apolitik olduğu konusunda eleştirirken, bugün alanların %90’ı gençlerle dolu. Bundan sonraki süreçte gençlik bu kimliğini koruyabilir mi yoksa bu günleri geçici bir eylemlilik olarak mı görüyorsunuz?

Evet, gençler direnişte çok aktif rol oynadı. Bu güne kadar apolitik diye aşağılanan, görmezden gelinen, bilgisayar başından asla kalkamayacakları düşünen genç insanlar sokakları, caddeleri ve meydanları doldurdu. Bu direnişin belki de en güzel yanı kimsenin korkak, kimsenin de kahraman olmamasıydı. Kimsenin hiç kimseyi ‘kahraman olmaya’ zorlamaması, kendiliğinden ortaya çıkan dahiyane bir keşifti sanki. Herkes direnişin farklı bir ucundan tuttu. Kimisi twit atarak, kimisi gece yarısı sokakta kalanlara evini açarak, kimisi barikatın en önünde çatışarak, kimisi de biraz daha ortalarda kalıp desteğini sürekli kılarak, kimisi kapısının önüne su, talcidli su, limon, sirke koyarak, kimisi başını uzattığı pencereden ıslık, tava, tencere çalıp yuh çekerek… Yani herkes kendisi gibiydi. Başkası olmak ya da tarif edilmiş bir kimliği edinmek veya üzerine uymayan elbiseyi sırtına geçirmek zorunda kalmadı kimse. Hiç kimse bir başkasından emir almadı, kimse diğerinden ayrıcalıklı olmadı, kimse yönetmeye kalkmadı, kimse yönetilmedi. Direnişin zenginliği işte tam da buradan çıktı. Devrimci Müslümanı da, Alevi olan da, başörtüsü takan da, ateist olan da, elinde Türk bayrağı ya da Öcalan posterleri taşıyan da, tribünlerde marş ve sloganları direnişe uyarlayan da, ‘kahrolsun bazı şeyler’ diyenler yan yana direnmeyi becerdi. Böylesi bir topluluğu, ittifak görüşmeleriyle, koalisyon toplantılarıyla, birlik görüşmeleriyle bir araya getiremezdiniz. Bu ancak kendiliğinden olurdu ve oldu. Direniş renk cümbüşü ve fikir çeşitliliği ile son derece öğretici dersler üretti. Öncesinde bunun başarılabileceği üzerine onlarca kitap yazsanız, saatlerce konuşsanız kimseyi inandıramazdınız. Dediğim gibi önemli bir psikolojik eşik aşıldı ve bunu pek çok engelin aynı anda aşılması olarak da okuyabiliriz.

- Direnişin ana akımda bir suskunluk sarmalı olarak devam etmesi ne zamana kadar devam edecek? Bunu kim bozacak?

Ana akım medya suskunluğunu ya da çarpıtmalarını sürdürecek. Çünkü bu, onların görevi, kuruluş amacı, varoluşlarının gerçek ifadesinden başka bir şey değil. Gazete ya da televizyonların sahiplik yapısı tam da bu misyonun yerine getirilmesi için var. Burada bağımsız kalmaya çalışan, olayları objektif yansıtma gayreti içinde olan gazetecilere elbette ki önemli görevler düştü. Ama yine de hayalci olmamak lazım. Çünkü medyada parayı verenin borusu öter. Parayı verenler de, finans, enerji, alt yapı sektörlerinde de iş yapan patronlar. Yani devletle, hükümetle iç içeler. Bunu hiçbir şey bozamaz; sistemin tümden değişmesi dışında…

- Ana akım medya çalışanları bağlı bulundukları kurumların politikalarına bugüne kadar sessiz kalıyorlardı. Ancak son günlerde sosyal medyada kendi mecralarını eleştiriyorlar. Bu durum alternatif medyanın gelişmesine yol açar mı?

Türkiye’de medyanın sahiplik yapısında iki güç önemli rol oynuyor. Birisi asıl olandır ki, örgütlenmesinin finansman kaynağı büyük sermayedir. Diğeri ise tali ve son derece cılızdır. Bunların arkasında da siyasi parti ya da siyasi akımlar durmakta. Yani ‘dürüstlük ve objektiflik’ anlamında elbette aralarında farklar bulunur ama her iki durum da güç odaklarının medya ile içli dışlı oluşunun kanıtını verir.. Az önce söylediğim gibi medyada doğru ve objektif habercilik için, gerçeğin aktarılması için güç odaklarının kendilerini geri çekmesi gerekir ama bu saf bir hayalden ibarettir.

İyi gazeteciler, tümüyle kuşatılmış bu alanda belki toplu iğne başı kadar delikler açarak gerçeğin içeri sızmasına çabalayabilirler. Dolayısıyla sosyal medyada medyanın yalancılığını, gerçeklikten uzaklaşmasını, sırtını iktidara yaslanmasını eleştirmek iyi bir şey ama bundan daha önemli olan, bulunduğun yerde ne kadar mücadele edildiği sorusudur. Eğer doğrular için mücadele verilmeden sosyal medyada eleştiriler yapılıyorsa, bunun hiçbir ciddiye alınır tarafı olmaz. Başka bir deyimle: “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.”

Alternatif medyaya gelince… Direniş kendi medyasını ve dilini de yarattı. Bu da çok önemliydi. Elinde akıllı telefonu olanlar ustream ya da benzeri mecralar üzerinden canlı yayınlar yaptı. Sosyal medya tüm manipülasyonlara rağmen inanılmaz derecede güçlü bir haber kaynağı haline oldu. Televizyon ve gazetelerde kullanılan görüntü ve fotoğrafların büyük bir çoğunluğunun sosyal medyada çoktan tüketilmiş olduğu gerçeği aslında her şeyi anlatıyor. Yani direniş medyası, bu sıcak günlerde televizyon ve gazeteleri çöp kutusuna gönderdi. Üstelik bağımsız haberciliğin bir ihtiyaç olduğunu da gösterdi. Halk TV, +1 gibi kanallar biraz sükse yapsa da direnişin ürettiği iletişim kanalları bunları da gerisinde bıraktı. Buradan alternatif, bağımsız bir medya çıkar mı, bunu şimdiden kestirmek güç ama asıl engelin aşıldığını söyleyebiliriz. Çünkü bağımsız haberciliğin gerçekten ekmek ve su kadar ihtiyaç olduğunu herkes deneyimleyerek öğrendi.

-Bu olayların kısa ve uzun vadede sonuçları ne olabilir?

Sonuç beklemeye gerek yok, şimdiden ortaya çıktı bile. İnsanlar birbirlerine güvenmeyi öğrendi, iktidarların sanıldığı kadar güçlü olmadıklarını gördü, dayanışmanın, birbirine sarılmanın kıymetini anladı, korku duvarını aştı, itiraz etmenin erdemini fark etti, vatandaş oldu, halk oldu, toplum oldu. Daha ne olsun? Bundan sonra iktidarlar ülkeyi ‘dingonun ahırı’ gibi yönetemeyeceklerdir. Yönetmeye kalktıklarında karşılarında her zaman itiraz eden bir halk görecekler. Bu da tabii ki gerçekte yönetemeyecekleri, asla gerçek bir iktidar olamayacakları anlamına gelir. Bir de bunun uzun vadesi var elbette. Herkes birbirine soruyor, bundan sonra ne olacağını… Ama bilinmeli ki olan oldu; bundan sonra olacakların tümü, olan neyse onu21 hafızasında taşıyarak olacak. Yani iyi olacak…

Röportaj: Burcu Güner
21 Haziran 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; caylakhaber.com