Bianet: Anne Ben Barbar mıyım?- İpek Bozkurt

Gezi direnişiyle birlikte Bienal’ın retoriği cevaplanmış oldu. Zira bizler, özgürce yaşamak için sokaklara çıkan gençleri öldüren bir toplumun parçasıydık, kısaca, evet, “barbardık”.

bianal

13. İstanbul Bienal’inin kavramsal çerçevesi olan “Anne Ben Barbar mıyım?” Ocak 2013’de halka duyurulduğunda Gezi, sadece Taksim’deki nadir yeşil alanlardan birinin adıydı. 2013 yılının Mayıs ayının son haftasında ise “Gezi” bir mekan tanımının ötesine geçerek, otoriter bir iktidarın boğuculuğundan yılan halkın, politik endişelerini dışa vurduğu, şahsına münhasır bir buluşma noktası haline geldi.

Mekanın sınırları önceleri Gezi Parkı gibi görünse de aslında iktidarın baskısından yılanların feryadı figanı mekanı Türkiye çapına genişletmeye yetti. Sokaklara, meydanlara, mahalle parklarına dökülen -en geniş, en basite indirgenmiş tanımı ile- daha önce tanımlanmaya, anlaşılmaya tenezzül edilmemiş ergen bir gençlik, beyaz yakalılar, hayvanlara, çevreye tutkun bir kitleydi. Fakat gece parkta ağaçları korumak isteyen çadır sakinlerinin yerlerde gaza bulanarak sürüklenmelerini görünce, Sırrı Sürreyya Önder kendisini ağaçların önüne siper edince, bu kurucu kitle bir nebula kıvamına gelerek evrildi.

Artık oluşan kitleyi benzersiz kılan, tüm benzemezlerin bir araya gelip, yan yana durması ve “Ananı da al ve git” diyen Başbakan’ın üslubundan, metrolarda öpüşememe ihtimalinden, üç çocuk doğurma önergesinden, kürtajın devlet onayına tabi tutulmasından, Emek Sinemasının yıkılıp yerine AVM yapılacak olma dayatmasından eşit derecede rahatsız olmaları idi.

2013 yazında çevik polisin attığı gaz bombaları ve mermi neticesinde hayatını kaybeden Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Medeni Yıldırım, Ali İsmail Korkmaz, bir yaş daha yaşlanamayacak olmaları nedeni ile aslında Bienal’ın retoriği cevaplanmış oldu. Bienal ekibi büyük bir ihtimalle “Bu sergi sanatın, ‘kamusallık’ kavramını yeniden düşünme imkânını yaratacak yeni öznelliklerin inşasına ortam sağlayıp sağlayamayacağı sorusunu araştırmayı amaçlıyor” derken araştırmalarının, dört beş ay gibi kısa bir sürede cevap bulacağını tahmin etmiyordu. Zira bizler, özgürce yaşamak için sokaklara çıkan gençleri öldüren, avukatları ait oldukları adliyede yerlerde yaka paça sürükleyen, gazetecileri toplu olarak ve doktorları da ters kelepçe ile gözaltına alan, bir toplumun parçasıydık, kısaca, evet, “barbardık”.

Geceyarıları uyuyamadan, sabah uykularından uyanışlarımızda yeni bir ölümü, bir göz çıkma hadisesini, bir beyin travmasını, kimyasal sulardan yanmış bedenleri, gözaltına alınanların saatlerce polis araçlarında karakollar, hastaneler arasında sürüklendiğini, kadınların tacize, erkeklerin sinkafa maruz kaldığını bildikçe, aynalar neredeyse annemize sormaya gerek kalmaksızın “barbar” olduğumuzu yüzümüze vuruyordu. İktidarın “özgürlüğün de en iyisini biz biliriz” temalı süper egosunun altında gizlediği o baskıcı, otoriter, ötekine ve hatta mizaha tahammül edemeyen idi artık daha fazla da kendini gizlemeye gerek kalmadan tüm ülkenin üstüne kusuldu. Şahit olduğumuz bu dışavurumdan dolayı, “öteki yüzde 50’nin” “barbar” olabilme ihtimalinden dolayı utandık, “barbar” olma utancımızı sokaklarda direnerek gidermeye çalıştık.

Mayıs 2013’den beri tüm “barbarlar” sokaklarda birbirlerine omuzlarının üstlerinden bakarken, sivil toplumun sesini iktidara duyurabilme ihtimalini gaza bulana çıka savundular. Fakat Eylül 2013 itibarı ile İstanbul sokaklarındaki direnişin iç ve dış görünüşünün yavaş yavaş değişmesine mi tanıklık ediyoruz diye de düşünüyorum. Bunu düşünmüş olmaktan dolayı dahi ortaya çıkan içimdeki suçluluk duygusunu susturmaya çalışıyorum.

Yaz boyunca polisin gazını sıktıkça karşısındakini masumlaştıran tavrı, plastik mermileri nişan aldıkça sokaktakilere ayna tutup barbar olmadıklarına inandırmaya yarayan duruşuna aşina hale gelmiştik. Eldeki tek koruma kalkanımız koştukça solan korkumuz, tanımadığımız sokaktakilere güvenmemiz ve herkese, her şeye uzattığımız sivri dilimizdi. Bugün ise toplanma çağrılarında sokağa aktıkça, daha farklılaşmış bir kitle ile yürümeye başladığını hissedenler ortaya çıkmaya başladı. İçleri alev alev yanan simetrik şekilde dizilmiş çöp kutuları, düzgün aralıklarla ve deneyimli bir teknik ile yükseltilmiş siperler, cam bilyelerin maharetle savrulduğu yeni bir sokakta yürüyoruz adeta.

Yaz başında insanlar sokaklara evlerindeki ütülü bayraklar, nice eylemler görmüş parti flamaları, yepyeni bir dönemi muştulayan dövizler ile döküldüklerinde herkes tam tamına birbirini tanımıyordu ama yanıbaşındakinin de ne isteMEdiğini biliyordu. Eylül’ün bu günlerinde ise, artık meydanları, sokakları dolduran insanların birbirlerinin ne istedi(ME)ğini bilmediği ihtimali mevcut. Bunu da sorgularken kendime mesafeliyim, hatta kızgınım ama acaba sokağa çıkan bizlerin de, seviyesi artan şiddete katkımız olabilir mi diye kemirgen bir soruyla yüzleşmek istiyorum. İçimdeki bir ses bu meydanlar boş kalamaz derken, ötesi ses Gezi Parkı ruhunun barışçıl ruhunun kendi kendine “barbarlaşmaya” başlaması ihtimalini gözardı edemiyor.

Barışın ve toplumsal huzurun garantörü çoğulculuğu sadece sandığa hapsetmenin söz konusu olamayacağı gerçeği, bu defa da Kadıköy’de sadece gaz soluduğu için hayatını yitiren Serdar Kadakal gerçeğini de yüzüme vuruyor.

Sokaklara inen insanlar, sonra konuşmak, anlamak, sorunun adını koymak için nicedir parklarda, farklı mekanlarda yürütülen forumlarda makroda Gezi Parkı süreci, mikroda ise sürecin yerel ve genel seçimlere olası etkilerini etüt ediyor. Ama Eylül adeta bu etüt etme sürecine fiziksel olarak daha da sertleştiren, bizatihi şiddete koşan, şiddetin aranıp bulunduğu bir ay haline gelmiş gibi yazı noktalıyor.

Roma ceza hukukunun temel prensiplerinden “lex talionis”* dürtüsünün, güdüsünün sertleşmeyi meşru kılan sınırlarına girmek o denli kolay ki. Aslında sadece polisin orantısız olduğu kadar da mutat tepkisini mi tetikliyoruz, yoksa tepkiyi arttırmak için bilerek isteyerek etkiyi mi daha farklı bir şekilde yükseltiyoruz diye düşünen insanların sesleri ürkek de olsa duyulmaya başladı.

Bu artan şiddet tuzağı muktedirin bizi konumlandırmak istediği “barbar” alana mı çekiyor, yoksa hala barışçıl bir direnişin renklerini mi taşıyoruz? Hür irade ve barış için yürütülen süreç sokaktakileri barbarlaştırdı mı, yoksa barbarları ve “ustayı” göre göre sokaktakiler de çözümü şiddette mi arar oldu?

Sorularımı Gezi’deki bir ağacın dallarına asıp, cevaplarımı yine de sokaklarda arıyorum. (İB/ÇT)

*: göze göz, dişe diş

İpek Bozkurt
21 Eylül 2013
Kaynak;bianet.org