Birgün: Gettolaştıkça küçülmek – Güven Gürkan Öztan

getto

Çocukluğumuzun en kıymetli hatıraları genellikle mahallenin sokaklarında özgürce koşturup oynadığımız, gürül gürül birbirimize aktığımız, yarım yamalak şarkılar söylediğimiz o büyülü saatlere referans verir. Hani sık sık birimizin annesinin ya da ablasının camdan seslendiği, “beş dakika daha ama lütfen” diye yana yakıla bizi çağıran büyüklere yalvardığımız günler. Arada ipe bağlanmış sepetle bahçeye indirilen tostlar, ekmek arasılar, meyveler; terli sırtımıza bez sokmaya çalışan ebeveynler, sokakta kaçak kaçak içilen soğuk gazozlar, zararlı diye yasaklanan ama böylece sadece cazibesi artan şekerler ve daha nicesi… Mahalle havası işte böyle şenlikli bir şeydi; evet baskısı, dedikodusu, meraklı gözleri hatta kavgası eksik olmazdı ama çocuktuk, bizi pek ilgilendirmiyordu bu fasıllar. Biz yeni alınan oyuncağı paylaşmasını, mızmızlık yapanı silkelemeyi, ağaç tepelerine çıkmayı, yoldan kırk yılda bir geçen arabaya küfretmesini severdik. Mahalle dediğin bakkal dükkânına uğradığın tanıdık bir sima, zılgıt yediğin huysuz bir ihtiyar, “sizi gidi” diye kovalandığın bahçe, arsızca toza bulandığın toprak demekti. Zannetmeyin sadece şehrin banliyölerinden bahsettiğimi, “merkez” dediğimiz semtler de böyleydi. Zengin mahallesinde yoksulu, yoksul semtinde biraz sırtı kabası vardı elbet ama alım gücü farklı olsa da gittiği manav, bakkal, kasap birdi. Kimi kilo ile kimi gramla alırdı da nihayetinde eve bir şey götürülürdü vesselam.

“Banliyö” olarak adlandırabileceğimiz yerler gerçekten de çeperdeydi. Çeperlerin kendi öyküleri, kendi hüzünleri ve sevinçleri “oturmuş semtlerin” gözlerinden saklıydı. Yine de ortak kamusal alanlarda buluşma imkânları tamamen yok olmamıştı. Kimi zaman deniz kenarında bir parkta, mütevazı bir çay bahçesinde ya da sabaha karşı bir çorbacıda temas etme olanağı hep vardı. Sınıfta öğretmen, hastanede doktor zengini yine kayırırdı ama işte okul aynı okul, hastane aynı hastaneydi. Ezcümle asr-ı saadet günleri değildi; sınıfsal konumlar ve alışkanlıklar kapitalistleşen toplumda belirginleşiyordu; yine de belki çoğunlukla zorunluluktandı eyvallah ama buluşma, karşılaşma noktaları azımsanmayacak kadar çoktu.

Çoraklaşarak benzeşmek

Bugünün dünyasında artık şehirler böylesine “buluşma noktaları” ile değil modern gettoları ile anılıyor. Piyasanın emrindeki iktidarlar yurttaşları yerleştiriyorlar öbek öbek yeni gettolara; silahla değil belki ama binbir yoldan mecbur bırakarak. Kentin birbirine çok yakın iki semti arasında dahi zamansal açıdan koskocaman bir boşluk yaşanıyor. Bu da doğrudan yaşam biçimini, aidiyeti, siyaset algısını biçimliyor ve aynı zamanda onlar tarafından da biçimleniyor. Türkiye’de son on yılda, AKP iktidarının hız verdiği neoliberal siyaset ile makro ölçekte kentler arasında, mikro ölçekte ise her bir kentin dokusunda kısmen var olan uçurumlar iyiden iyiye büyüdü. Şöyle ki; Anadolu’nun birçok şehri iktidarın inşaat sektörü üzerinden yürüttüğü siyaset ile kimliksizleşti; birbirine benzedi. Hali hazırda kendi mimari üslubuna ve otantik kimliğine sahip çıkan Anadolu şehri bulmak oldukça güç. Neticede Osmanlı-Selçuklu mimarisine öykünen ama hiç olmanın ötesine geçemeyen kamu binaları ve TOKİ’nin inşa ettirdiği betonlar arasında boğulan zavallı kentler ortaya çıktı. Yine Anadolu’nun bir dolu şehrinde ne Ramazan ayında açık restoran bulmanız mümkün ne de birkaç izole edilmiş durak dışında bir kadeh içki içmeniz. Sokaklar geceleri yanında erkek olmayan kadınlara çoktan kapalı; tiyatrodan vazgeçtik sinema salonu, kitapçı bulmak bile mucize. Kültürel çoraklaşma ile baskıcı siyaset arasında müthiş bir korelasyon var buralarda. Trakya ile Ege ve Akdeniz kıyılarında ise daha rahat ve özgür bir yaşam sözkonusu nispeten. Ancak bahsi geçen bölgelerde de Kürtler, Romanlar başta olmak üzere vasattan farklı olan etnik, dini, kültürel gruplar, nefes alma imkânı bulmakta epey zorlanıyor. Diyarbakır, Dersim, Artvin, Antakya gibi sayısı çok fazla olmayan kent ise tüm dayatmalara rağmen çoraklaşarak benzeşmeye direniyor hâlâ.

Semtine hapsolmak

Daha mikro ölçeğe inelim; büyükşehirlerdeki ‘gettolaşma’ eğilimleri de AKP iktidarı döneminde hız kazandı. Bu gettolaşma dinamiklerinin bir yönü doğrudan iktidar eliyle ve “mutenalaştırma”/”kentsel dönüşüm” adı altında sürdürülüyor. İnşaat sektörünün yeni zenginleri ise bir yandan şehir içinde feodal çağları anımsatan “yeni şehirler” yaratırken diğer yandan köklü semtlerde “yenileme” faaliyetleri yürütüyor. Rezidansların çocukları bırakın yitmeye yüz tutan mahalle cümbüşünü, toprağı bile “numunelik” olarak görüyor. Ne oturduğu yerde ne de gittiği okulda ve başka bir mekânda yoksul yaşıtını görme, tanıma olanağı yok. Zaten bunu isteyen ebeveyni, öğretmeni de mevcut değil. İstanbul’da yaşayıp boğazı ancak kendilerini buna mahkûm eden iktidarların belediyelerince tertiplenen gezilerde gören çocukların ve kadınların şaşkınlığına sırtımızı dönüyorsak diyecek bir şey yok elbet. Gettolaşma sürecinin bir de sembolik sınırlar üzerinden yürüyen kimlik/yaşam biçimi temelli veçhesi mevcut. Eskiden beri daha seküler yaşam tarzına sahip olanlar ile dindar ve en hafif ifade ile mutaassıp kesimlerin yaşadığı yerler farklıydı. Ancak farklı yaşam tarzlarının bir arada olabileceği kamusal alanlar da mevcuttu. İsteyen gider isteyen tercihini başka doğrultuda kullanırdı ama bilirdiniz ki orada içkinizi de içebilirsiniz, ailenizle de oturabilirsiniz. Yaklaşık 20 senedir İstanbul’u ve Ankara’yı yöneten belediye “geleneği” adım adım bunu da yok etti. Bugün iyice kâbus haline gelen çok yönlü baskı ortamı neticesinde ancak sayıca az, belirli semtlerde yine zevk anlayışı size benzeyen insanlarla bu imkânı bulabiliyorsunuz.

Bir yandan neoliberal siyasetin gelir dağılımında yarattığı büyük uçurum ve güvencesizleşme, diğer yandan muhafazakâr dayatmalar sonucunda ortaya çıkan fiili durum “segmentler”e ayrılmış bir mekânsallığa mahkûm ediyor hepimizi… Artık eğlence yerlerinden okullara, marketlerden hastanelere her alan “ortak” olmaktan çıkmış vaziyette. Elyaflarını kusmuş, kırık bir sandalye üstünde bebeği ile oynayan, hali hazırda bakkaldan şeker çikolata düşleri kuran çocuğun gülüşündeki burukluğu bilmem ne kolejinde ebeveynleri gibi tatminsiz çocuğun kaprisi ile gölgeleyemezsiniz. Taşeron şirketler üzerinden betonlaşa betonlaşa zenginleştirdiğiniz sermayenizle güçlendirdiğiniz iktidarınızı da evinden, yurdundan ettiklerinizin acısı ile sürekli kılamazsınız. Bu ülkede eğer aynı domatesi, aynı biberi bile beraber yiyemiyorsak hangi ‘kutsal’dan, neyin milli iradesinden, kimin demokrasisinden söz ediyorsunuz? Gezi direnişi sonrasında kapsayıcı bir sol siyaset kuracaksak tüm bu olup biteni es geçmeden utangaç bakışıyla bebeği ile oynayan kız çocuğuna bir memleket vermeliyiz. Öyle bir memleket ki içinde ekmek, onur ve özgür bir gelecek olsun.

Güven Gürkan Öztan - Yrd. Doç. Dr. İstanbul Üniversitesi, SBF.
25 Ağustos 2013
Kaynak; birgun.net