Bianet: Biyoiktidar öyle kolay kurulmaz! – Orhan Tekelioğlu

Gençleri sokağa döken, üstlerine üstlerine gelen siyasi bir üslûpta tekilleşen, cismanîleşen hegemon bir iktidar kurma hâlinden başka bir şey değil. Simgesel bir şiddet olarak görüyor, yaşıyorlar biyoiktidarı.

bioiktidar

İki önemli başucu kitabına (mobilden okuyanlar için, iki pdf dosyaya) ihtiyacımız var bu yüzyılı yorumlayabilmek, global, glokal hareketlere, yerele odaklanan internet temelli ağ toplumunda şekillenen yeni muhalefet hareketlerini anlayabilmek için.

Belki böylece, Taksim’deki gösterilerin dili çözülmeye başlanabilir, gençlerin neden bu siyaset biçimini benimsediği, bizzat inisiyatif aldığı anlaşılabilir. Metinlerden ilki, Machievelli’nin modern siyasetteki lider tipolojisi ile iktidar kurma biçimini savaş terminolojisi kullanarak analiz ettiği Prens (Can Yayınları, 2. Basım, 2013); öteki metinse, Hardt ve Negri’nin, Foucault’nun “biyoiktidar” nosyonunu kullanarak geliştirdikleri geç-dönem kapitalist dünyada iktidar ve muhalifetin ne olduğunu tartıştıkları İmparatorluk (Ayrıntı Yayınları, 7. Basım, 2012).

Yok, sizi teorik kavramlarla boğma niyetim yok. Sadece, bu kitaplarda kullanılan bazı kavram ve analizlerin yardımıyla, Taksim gösterilerini okumaya çalışmak, tarafların (“oyuncuların”) hamlelerini yorumlamak istiyorum.

Satranç maçı!

Bu gösteriler ilk bakışta, satranç terminolojisinden ödünç alırsak, bir “büyükustanın” birçok oyuncuya karşı aynı anda oynadığı (“simultane” diye bilinen) maçlara benziyor. Satranç oyuncuları, esas maçlarını diğer oyunculara karşı turnuvalarda oynayıp derece ve unvan (usta, büyükusta gibi) alırlar. İyice ünlenen büyükustalar bazen şan olsun diye, bazen de meraklıları satranca teşvik etmek için amatör ya da “zayıf” oyunculardan oluşan rakiplerine karşı aynı anda ve ortak bir mekanda gösteri maçları yaparlar.

Simultane maçlar örneğini biraz sonraya saklayarak modern siyaseti Machievelli’nin analizi yardımıyla okumaya çalışırsak, temsili demokrasinin olmazsa olmazı olan seçimlerin liderler arasında oynanan bir tür satranç turnuvasına benzediğini fark ederiz.

Liderler, birçok vaadin yanısıra, üslûpları ve pratikleriyle (kişisel taktik ve stratejiler) sadece rakipleriyle mücadele etmez, aynı zamanda maçı izleyenlerden de onay (“oy”) almaya çalışırlar.

Hepimiz farkındayız, Türkiye son yıllarda tek bir siyasal oluşum ve liderinin (“ustanın”) hükümran olduğu, ona karşı koymaya çalışan “zayıf” liderler ve muhalefetsiz (grevsiz, gösterisiz, tepkisiz) bir siyasal iklimde (siyaset bilimi literatüründeki ismiyle, “baskın parti sistemi”) yaşıyor.

Kürt ve Alevîler dışında, kamuoyunda fark edilebilecek bir toplumsal muhalefetin olmadığı, hükümete karşı seslerin duyul(a)madığı, özellikle İstanbul gibi metropollerde fiziksel mekana sürekli (“mutenalaştırma” gibi) müdahale edilmesine rağmen muhalif seslerin cılız kaldığı bu siyasal kültürün haletiruhiyesi ancak “yılgınlık” gibi bir sözcükle tarif bulabilir.

İşte, herkesi şaşkınlığa sürükleyen, “meydanda” ifade edilen, yılgınlığa bir “başkaldırı”, evet, iktidara doğrudan meydan okumadır. Yine satranç analojisini kullanırsak, mecliste temsilcileri olmadığı için hayatta da karşılığı olmadığı düşünülen “susmuşların” aniden ve gençlere özgü acemiliklerle siyaset sahnesinde ortaya çıkması, deyim yerindeyse, birçok kimlik ve pozisyondan “ustayı” simultane bir maça davet etmesidir.

Ustanın, “söyleyin, muhatabım kim?” diye sorarken işin ardında meclis siyasetinden tanıdığı bir diğer “zayıf” usta ve örgütünün olduğu vehmine kapılması, global siyasetin şu anki dinamiğinin “doğrudan”, “sokaktan” ve “yerelden” muhalefet olduğunu fark edemediğini gösteriyor.

Kızıyor gençlere “usta”, onlarla nezaketen olsa bile “oynama” inceliği göstermiyor! Amatör, genç, içleri kıpır kıpır oyuncular da tınmıyor, geri durmuyor isteklerinden. Talepleri tabii ki genç işi, hatta çocukca, ağızlarında “yeşil”, “doğa”, “hayat tarzı” ve yalın bir talep: istifa.

Birbirlerini tanımıyorlar ama kolayca dayanışıyorlar, mizah ve hiciv ortak dilleri. Gazı yedikçe coşuyor, duvarlara, arabalara slogan döşüyor, tuhaf ilaç terkipleriyle gaz yiyenlere pansuman yapıyor, maske paylaşıyor, gece kırıp dökülenleri gündüzleri toparlamaya çalışıyorlar.

Biyoiktidar

Şimdi tekrar maça, rakiplerin kim olduğu sorusuna dönelim. Bir yanda, ülkeyi “modernleştirdiği” için oy alan, “mühendis-muktedir” (Menderes-Demirel-Özal çizgisinin devamı) ve ilaveten otoriter bir liderin hegemonik söylemi; öte yanda, iktidarın doğrudan “gövdeleri” üstünde kurulmakta olduğunu fark eden ve bundan rahatsızlık duyan birçok toplumsal katman.

Bu noktada, “rahatsızlığın” ne olduğunu anlamak için, “biyoiktidar” kavramına başvurabiliriz. En önemli iktidar kuramcılarından biri olan Foucault, “biyoiktidar” nosyonunu son dönem yazılarında kullanmıştır.

Biyoiktidar, modern devletin kendi yurttaşlarının gövdeleri üstünden kurmaya çalıştığı bir dizi iktidar pratiğidir. Her zaman “modernist” bir akılla ortaya çıkar, örneğin anayasanın ilgili maddesine gönderme yaparak alkol düzenlemelerini yapma görevinden dem vurur.

Tabii ki, “ertesi gün hapının” da bir kaydı olmalı, reçeteyle verilmelidir. Kürtaj yaptırmaya karar veren kadının kocasına haber vermenin kime zararı olabilir? Şehrin göbeğindeki  bazı mahallelerdeki deprem riski ortadadır, o halde çare “mutenalaşma” ve orada oturanlara 200 kilometre uzakta bir ev vermek olabilir.

Travestilik eşittir fuhuş. Geylik, lezbiyen kültürümüze yabancı marazî sapkınlıklar. Edepsizlikten hoşlanmayız şüphesiz, metroda böyle bir anons, kültürel hasletlerimizin hatırlatılması, ezcümle cumhurun “disipline edilmesinden” kime ne zarar gelebilir? Onlara saldıranlar mı? Münferit hâdiseler.

Meydandaki düzenlemeler mi? Milleti bölen o meş’um zihniyeti yok edeyim diye verildi bunca oy, böyle mi kalacaktı meydan? Bir yana kışla, diğer tarafa kilise ve cami, ayrıca “modern” görünümlü olmayanından muhteşem bir opera binası! Muhafazakâr demokratız, bildiğiniz üzere.

“Başbelası”

Bu gençleri sokağa döken, üstlerine üstlerine gelen siyasi bir üslûpta (üç çocuk!) tekilleşen, cismanîleşen hegemon bir iktidar kurma hâlinden başka bir şey değil. Simgesel bir şiddet olarak görüyor, yaşıyorlar biyoiktidarı. Hele bir de simgesel şiddete karşı çıkan gençlere polis fiziksel şiddet uygulamaya başlayınca yeni siyasetin satrancı iyice derinleşiyor. “Cop kullanmıyoruz ama” diyen polisin suyun fışkırtma gücünden haberi yok. Biber gazını miktarından çok niteliğinden (defansif!) söz ediyor emniyetin “uzmanları”.

Fakat bu kez iş kolayca disipline edilemiyor. Anaakım medya sussa da, twitter bir “başbelası” olarak yerelden ve doğrudan haberin kaynağı oluveriyor. Apartman katından yayın yapan bir TV birdenbire fark ediliyor, izlenme rekorları kırıyor. Yerel siyasetçinin ne menem bir şey olması gerektiğini suratlara çarpıyor Sırrı Süreyya, “ben buradaki ağaçların da milletvekiliyim!” derken.

Bu gençlerin bir ideolojisi yok derken de haklısınız. Çünkü bu gençler, onların anababaları, onlara destek verenler bin bir çeşit, yani “çoğul”, meydanlarda birçok kimlik, katman, talep ve tutum aynı anda bir arada.

Son dönemin biyopolitikalarına birçok farklı toplumsal katmandan toptan ve doğrudan bir itiraz var. Ama molotof yok, “nerede bu devlet?” serzenişi, “ordu göreve!” çağrısı hiç yok. Çocukça, geçkin, haklı, haksız birçok talep var. Arzu, sıkıntı, itiraz ve mizah var. Gösterisi ve yerelliği olmayan bir siyaset artık kaybedecek. (OT/YY)

Orhan Tekelioğlu
8 Haziran 2013
Kaynak; bianet.org