BirGün: Tımarhane, akademi ve ölüm – Güven Gürkan Öztan

timarhane-akademi-ve-olum

Türkiye’nin kocaman bir açık hava hapishanesi olduğunu ensemizde hissettiğimiz zamanlar ömrümüz boyunca birkaç kez yoklar ruhumuzun kırık kanatlarını. Özgürlüklerin, devlet iktidarı ve onunla bütünleşik ya da görünürde ona rakip iktidar odaklarınca ayaklar altına alınmasının rutinleştiği memlekette, hakları ve hürriyetleri temel alan her haykırış, her isyan adeta bir ihanet gibi algılanır. Duvarları ülke sınırları ile çakışan mahpushanenin gardiyanı da işkencecisi de pek çoktur. Durumdan vazife çıkarmayı alışkanlık haline getirmiş kimi makam sahipleri, bazen koltuklarını korumak çoğu zaman da daha yüksek mevkilere ulaşmak uğruna özgürlük, adalet ve hak talep eden politik özneler ile savaşmayı yığınlara bir erdem olarak sunarlar. Muktedirin yasasını kalkan yaparak evrensel hukuku, muhterislerin ikbalini memleket menfaati şeklinde lanse ederek halkın ortak çıkarlarını yok etmeye eğilimlidirler. Mağduru değil katili koruyan, iktidar sahiplerinin bekası için gerçekliği eğip büken, yalanlar üzerine politik düzen inşa eden gardiyanlar, son zamanda duvarlarına kaybettiğimiz yoldaşların kahrıyla çentik attığımız cezaevini hızlı bir biçimde ve devasa bir boyutta tımarhaneye dönüştürüyorlar. İsyan eden ve direnen öznelere adeta akıl hastası muamelesi yapan muktedirler ve uşakları, yalanları hakikat gibi sunma, hakikati ise komplo teorileriyle tahrif ederek “milli irade” düşmanlığına indirgeme stratejisini profesyonel bir işe çevirdiler. Hiç çekinmeden, arsızca ve hayâsızca cezalandırma ve yıldırma taktikleri uygulayarak isyankâr ruhumuza deli gömleği giydirme telaşındalar. Bu esnada propagandif yönü kuvvetli bir retorik ve gündeme dair sürekli bir alt üst oluş hali ile gerçekliği adeta yarmaktalar. Öyle ki gerçek algısı olgusalın açıklayıcılığına dayanmaktan çoktan uzaklaştı; söyleyene bağlılığa indirgendi.

Yarılmış gerçekler

Çok değil şu son bir haftada olanları gözlemlemek dahi “yarılmış gerçekler” dünyasında yaşadığımızın kanıtı. Haziran direnişleri sırasında Ankara’daki eylemler esnasında vurularak öldürülen Ethem’in katilini korumak için MOBESE kameraları ile dahi oynayan devlet aklı, Ethem’in babasına “kamu malına zarar vermek” iddiasıyla 12 yıla kadar hapis istemiyle dava açtı. Suçu Çorum’un bir ilçesinde tepki için trafonun altında ateş yakmak ve diş polikliniğinin kapısına “Maddi Tıp Şeytandır” yazmak… Ethem’in katili polis memuru ise “meşru savunma sınırının kastı olmadan aşılması” suçundan 1 yıl 4 aydan 5 yıla kadar hapis istemiyle yargılanıyor. Tutuksuz yargılanan polis memuru çoktan Şanlıurfa’ya atandı. Sungurlu Asliye Ceza Mahkemesi ise Ethem’in babasının yüksek güvenlikli bir akıl hastanesine yatırılmasına karar verdi. O baba ki öğretmenlik yaptığı yıllarda politik nedenlerle sürgün edilmiş sonra doğada tek başına yaşamayı tercih etmişti. Doğanın iktidarın korkunç yüzünden çok daha şefkatli olduğunu keşfetmişti belki de. Şimdi devlet, evlat acısını içinde alev alev taşıyan bir babayı tımarhaneye tıkarken oğlunun katili neredeyse ödüllendirecek! Bu manzara karşısında devletin koruduğu “normal” bir gardiyan olmaktansa, vicdan sahibi bizler “deli bir firari” olarak yaftalanmayı tercih ederiz.

Ethem’in, Ali İsmail’in, Abdullah’ın ve Haziran direnişinde kaybettiğimiz tüm dostlarımızın acısı yüreğimizdeyken, Berkin’in uyanmasını umutla beklerken, Roboski’de devletin üzerine bomba yağdırdığı çocukların anneleri yaslı ve kederliyken, Miran Encü’nün mezarındaki toprak tazeyken bir başka annenin ölüm haberi ile dağlandı yüreğimiz. Gözaltında işkence ve hakarete maruz kalan gencecik bir adam, Onur Yaser Can, bundan 4 yıl evvel yeniden karakola çağrılınca hayatına son vermişti. Karakola gitmek yerine ölümü seçen bir gencin o devlet dersinde neler yaşadığını varın siz hayal edin! Bu ülkenin “yarılmış adaleti” tıpkı birçok başka davada olduğu gibi Onur’un davasında da rutinini bozmadı; devlet bürokrasisi işkencecileri korumak ve kollamak için tüm yolları denedi. İstanbul valiliği, suçlanan polisler hakkında soruşturma izni dahi vermedi. İşkence suçuna yönelik takipsizlik kararına aile itiraz edince mahkeme dava açılmasını kabul etti ancak polislere işkenceden değil sadece delil karartmadan ceza verdi. Dava boyunca yaşananlara ve evlat acısına dayanamayan Onur’un annesi de geçtiğimiz günlerde intihar etti. Cezaevini sahipleri için tımarhaneye çeviren; düşünenleri “akıl hastası”, biat edenleri “kullanışlı normal” sayan gardiyanlar bir can daha aldı aramızdan.

Gün olur devran döner

Kaybettiklerimiz için gözyaşı dökerken, öfkemizi isyanımıza bayrak yaparken gardiyanların marifetiyle yeni bir vukuat daha gerçekleşti. Yıllardır akademia’ya deli gömleği giydirmeye uğraşanlar, kamusal sorumluluk ile bilimsel faaliyeti bağdaştırmaya çalışan akademisyenlere hayatı ve üniversiteyi dar edenler yine boş durmadı ve Marmara Üniversitesi’ndeki öğretim elemanlarına ceza yağdırdı. 2013 Haziran’ında KESK’in iş bırakma kararına uyarak Gezi Parkı protestolarına destek veren Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ndeki cesur meslektaşlarımız için dekanlık tarafından soruşturma başlatılmıştı. Geçen yaz BirGün’de bu konuyu ele alan yazımın hemen sonrasında bizzat adı geçen fakültenin dekanı şahsıma mail atarak beni “darbe taşeronu” ilan etmişti. Hatta hızını alamamış ve “…şu anda bu ülkede yaptığınız, taşeron olarak size verilen ‘darbe yapma’ görevinin ifasından başka bir şey değildir. Siz bu işi size ihale edenler kimse onları açıklayın, dürüst iseniz eğer” demişti. O gün de bugün de bana bir iş “ihale” eden kimse olmadı, asıl ihalelerin ve onların üzerinde oluşan yolsuzlukların kimler arasında cereyan ettiği ise bugünlerde bir bir ortaya çıkıyor. Aynı mailde dekan kendisinin bir yönetici olarak “görevini” yaptığını ve hukuki prosedürü izlediklerini yazmayı da ihmal etmemişti. O “normal” prosedür sonuçlandı ve iki arkadaşımız için okuldan atılma kararı çıktı. İletişim Fakültesi Dekanlığı çok kısa bir süre önce de Gezi olaylarına katılan 8 asistana 2 yıl kıdem durdurma cezası gelmişti. Neticede Dr. Figen Algül ve Araştırma Görevlisi Can Özbaşaran’a, evrensel hukuk ve akademik özgürlük ilkeleri hiçe sayılarak görevden çekilmiş sayılma cezası verildi. Verilen ceza, disiplin yönetmeliğinin “Cumhuriyetin niteliklerinden herhangi birini değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya yönelik ideolojik siyasi, yıkıcı, bölücü amaçlı eylemlerde bulunmak veya boykot, işgal, engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılma”yı düzenleyen 11. maddesinin B-1 bendine dayandırıldı. Haziran direnişlerini hükümete darbe girişimi olarak değerlendiren muktedirlerin perspektifinden bakıldığında onların sahte gerçekliğinin gramerine ne kadar da uygun bir dayanak! Yıllardır hiçbir yerden emir ya da talimat almadan özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren bu ülkenin hür bireyleri olarak gardiyanlardan ve onların gösterdiği sopadan korkmadığımızı bir kez daha haykırıyoruz. Akademia’nın onuruna sahip çıkan herkesi, bu kıyım operasyonunun karşısında arkadaşlarımızın yanında olmaya davet ediyoruz.

Hakikati biat kültürünün içinde şekillendiren, bulduğunu sandığı “gerçekliği” tek bir lidere ya da müesses siyasetin güç merkezlerine endeksleyen ve böylece de bunu herkese dayatmanın “normal” ve “gerekli” olduğunu farz edenlerin gardiyan kılındığı bir ülkede, özgürlüğün ve gerçekliğin ancak eşit ve hür biçimde birlikte inşa edilebileceğine inan bizler bugün eskisinden çok daha fazla birbirimize sahip çıkmalıyız. Gerçekleri eğip büken, yalan rejimini normalleştiren iktidar ağları yalnızca bugüne değil geçmişe ve geleceğe de hükmetme telaşında. Vasatın itaat olduğu bu rejimde başkaldırmak deli cesaretidir. Deli cesareti ile bu korkunç devranın dönmesi için mücadele eden tüm dostların azmine hürmet ve hayranlıkla…

9 Mart 2014
Kaynak: birgun.net