Şiddet Hikayeleri: “Ethem’i tanıyabilmiş olmak eğilen boynumuzu dikleştirdi”

Müzisyen Okan Kobatan, mensubu olduğu müzik grubu Kutup Yıldızı’yla verdiği konserler sırasında tanıştığı Ethem Sarısülük’ü, “Etkinlik boyunca bir aradaydık. Hani bazı insanlar vardır ya, mütevazılığı karşısında ezilirsin… Ethem de aynen öyle bir adamdı! Ankara’da tanınan, değer verilen bir insandı. Çünkü sadece patronlara çalışan bir işçi değil, aynı zamanda mücadele eden, halk için çaba sarf eden biriydi. Ethem’i tanıyabilmiş olmak eğilen boynumuzu dikleştirdi” diye anlatıyor. Kobatan, Gezi Parkı olayları sırasında şahit olduğu ve deneyimlediği polis şiddeti ile Ethem’in yaşamını yitirmesinin üzerinde bıraktığı etkiyi Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattı.

okankobatan

Kutup Yıldızı 1990’lı yıllardan beri, her tür baskı, gözaltılar ve cezaevi süreçlerine direnerek faaliyet gösteren bir müzik grubu. Çalışmalarımızı Beşiktaş’ta sürdürüyoruz. Gezi Parkı olaylarının başladığı gün neler olduğunu merak ettik ve çalışma bitiminde arkadaşlarla Park’a gitmeye karar verdik.

Gezi Parkı’nda nasıl bir ortamla karşılaştınız?

Orada tulum çalan bir arkadaşla tanıştık ve enstrümanlarımızı çıkartıp ona katıldık. Kimsenin şiddetle alakası yoktu, parkta tam bir şenlik havası vardı. Biz de birçok insan gibi, “Eğlence bitene kadar orada kalır ve gece evimize döneriz” diye düşünüyorduk. Ama polisin varlığı insanları alanı korumaya itti. O sert müdahaleler olmasaydı daha fazla insan gelmez, orada bulunanların çoğu da ayrılırdı zaten. Kısa bir süre önce çok sert bir 1 Mayıs İşçi Bayramı yaşamıştık, öncesinde Taksim yasakları vardı ve 12 Eylül faşizmini her daim hayatımızda zaten hissediyorduk. Dolayısıyla halkın Gezi Parkı konusunda da bu kadar duyarlı olacağını sanmıyordum.

Sizi Taksim’den ayrılmaktan alıkoyan şey ne oldu?

Göztepe Özgürlük Parkı’nda gerçekleştireceğimiz Adnan Yücel Edebiyat ve Sanat Festivali’nin tarihi yaklaşıyordu. Bu festivali duyurmak için 1 Haziran’da Taksim’de bir açılış yürüyüşü yapacaktık. Festivale katılan şiirler jüri tarafından değerlendirilip ödüller verildikten sonra da biz, Bajar ve başka müzik gruplarının da katılacağı bir konserle kapanış etkinliği yapılacaktı. O gün açılış yürüyüşünün hazırlıklarını yapmak için Taksim’deki Yapı Sanat Evi’ne gitmeyi planlamıştık ama meydana geldiğimizde polis müdahalesi başlamıştı bile. İnsanlar slogan dahi atmıyor, sadece polisin karşısında duruyor, esnaf ağabeyler de polisle konuşmaya çabalıyordu. O sırada bile, “Akşama basın açıklaması yapılır ve insanlar dağılır” diye düşünüyordum. O yüzden arkadaşlarla sanat evine giderek üzerinde Adnan Yücel’in resmi olan ve “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” yazan pankartımızı aldık ve kendi etkinliğimizin duyurusunu yapmak üzere sokağa çıktık. O pankartı açıp yürüyüşe geçtiğimizde polisin biber gazı bombalarını atarken sözde uyduğu 45 derecelik açı kuralı falan hikâye oldu. O gaz fişeği silahında nişan noktası olmadığı için nişan almak çok zor olsa gerek ama uzak mesafelerden bile insanları vurabildiklerine göre demek ki 45 derecenin değil, doğrudan hedefe atışın eğitimini alıyorlar. O andan sonra yapabileceğimiz tek şey, insanlarla bir arada kalarak direnmekti. Yani aslında kendimizi savunmaktı. Burası benim yaşam alanım sonuçta; sanat evimiz burada, müzik çalışmalarımı burada yapıyor, eğitimimi burada veriyorum. Polis gelmiş saldırıyorsa, barikat kurup kendimi savunmak en doğal hakkım.

Olayların ilk günlerinden başlayarak medyanın takındığı tavrı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Televizyonlarda her şey bir anarşinin parçası olarak gösteriliyordu ama aslında insanlar sadece kendilerini polisten, TOMA’lardan korumaya uğraşıyordu. Ayrıca esnafa zarar verildiği de sıkça dile getirildi ama birçok esnafın camları polisin bilinçli bir şekilde attığı gaz fişeklerinden dolayı kırıldı. Kitlenin dağılmış olduğu yerlerde polis kasıtlı olarak esnafın camlarını kırıyordu. Üniformalı çevik kuvvet polislerinin eylemcilere küfürler ederek taş attıklarına da şahit oldum. Bunu yaparlarken aralarında onlarla birlikte hareket eden sivil şahıslar da vardı. Medya bunların üstünü hep kapattı.

Polisin görev tanımlarının dışına çıkan saldırgan tutumunu neye bağlıyorsunuz?

Polisler Gezi öncesinde de halkı sevmezdi. Kimileri eskiden de yanımızdan geçerken nefretle bakardı. Buna aldıkları eğitim sebep oluyor; çok uzun süre bu şekilde beyinleri yıkanıyor ve olaylara halkın gözünden bakamaz hale geliyorlar. Onların içinde de onurlu insanlar vardır, neticesinde polisler de halktan gelen insanlar. Keşke birilerinin duygularına düşüncelerine hizmet edecek şekilde değil de halk için görev yapsalar.

Kendi yaşam alanınızı korumak için başlattığınız mücadelenin tüm Türkiye için önemli bir simge haline geldiğini ne zaman fark ettiniz?

Astım hastası olduğum için olaylar sırasında üç kez bayıldım. Gözümü her açtığımda ya Gezi Parkı’nın içinde ya da bir kafedeydim. Dayanışmayı, insanların birbirini ötekileştirmeden nasıl yardıma koştuklarını, bir kişinin hiç tanımadığı bir başkası için nasıl kendisini gaz fişeğinin önüne attığını orada gördüm. Bir ara, biraz dinlenmek ve medyada neler konuşulduğunu görmek için Yapı Sanat Evi’ne döndük. Bir baktık ki, Ankara, İzmir, Eskişehir, sayısız il ayakta! Bir de üzerine bir yoldaşımızın, Ethem’in vurulduğunu ve durumunun ağır olduğunu öğrendik. Sonra yerimizde duramadık…

Ethem Sarısülük’le tanışıyor muydunuz?

Kutup Yıldızı’nda çalıştığım için sık sık farklı illerde konserlere gidiyorduk. Ethem’le en son Adana’daki konserimizde karşılaşmıştık. Etkinlik boyunca bir aradaydık. Hani bazı insanlar vardır ya, mütevazılığı karşısında ezilirsin… Ethem de aynen öyle bir adamdı! Ankara’da tanınan, değer verilen bir insandı. Çünkü sadece patronlara çalışan bir işçi değil, aynı zamanda mücadele eden, halk için çaba sarf eden biriydi. Ethem’i tanıyabilmiş olmak eğilen boynumuzu dikleştirdi aslında. Onun vurulması beni çok etkiledi ama… Benim için bu direniş artık gerçekten özgürlük ve daha adil bir dünya için verilen bir mücadeleye döndü. Çünkü o kurşun sadece Ethem’e değil, bizlere, tüm bir halka sıkıldı. Dolayısıyla Sarısülük ailesinin acısıyla bütünleştiğimizde direniş biz emekçiler açısından daha farklı bir boyut kazandı. Ethem’i tanıdığımız ve ne kadar inatçı olduğunu bildiğimiz için son ana kadar öleceğine asla inanmadık. O da 14 gün boyunca tıbbı bile aşarak direndi! Bu sadece fiziksel değil, haklılığından ileri gelen bir direnişti.

Yaşanan acı ile daha da sertleşen mücadele sonrasında Gezi Parkı yeniden halka ait olduğunda, orada nasıl bir ortam yarattınız?

Polis nihayetinde püskürtüldüğünde insanlar kısa bir süre için bile olsa, hiç tatmadıkları bir özgürlüğü yaşadılar. Mücadele sırasında kurduğumuz dayanışmayı, parkta daha da besledik. Her şeyi geçtim, etrafta “Arkadaşlar, ilgiye ihtiyacı olan var mı?” diye soran kişiler bile vardı. Ben de gidiyordum, “Valla benim çok var” diyerek çünkü aslında hepimizin ilgiye ve sevgiye ihtiyacı vardı. Hepimiz bu sistemde o kadar ilgisiz kalmış, dışlanmış ve birbirimize karşı yabancılaşmıştık ki! “Şu politikacılar olmasa, insanlar birbirleriyle anlaşır” diyorlar ya, biz bunu kanıtladık. Türk bayrağıyla BDP bayrağı taşıyan kişilerin sohbet etmesini sağladık. Farklı birçok kesimden insanın bir araya gelmiş olması hepimizi oldukça değiştirdi. Ben de mesela homofobik bir yapım olduğunu ilk kez orada fark ettim. LGBT bireylerle sohbet ettikçe ve neler yaşadıklarını dinledikçe, homoseksüelliğin bir hastalık veya bir tercih olmadığını, doğalarının böyle olduğunu anladım. Yani polis tekrar parktaki hayatımıza girene dek orada çok güzel bir paylaşım içerisindeydik.

15 Haziran akşamı polis parkı boşalttıktan sonra Taksim’de nasıl bir süreç başladı?

Gezi Parkı artık mesai saatlerine bağlandı. Bir süre kapalı kaldıktan sonra açıldığı haberini alır almaz yeniden parka gidip son halini görmek istedik. Parka ulaştığımızda yeniden kapandığını öğrendik. Parkın etrafını polis çevirmiş, bizleri almadığı gibi halihazırda içeride bulunanlardan da parkı terk etmelerini istiyordu. Hatta bir kadın duruma, “Musluk mu bu; bir açıp bir kapatıyorsunuz?” diye tepki gösterdi. Çatışmalar da zaten o gün yeniden başladı. Sanat evine döndüğümüzde, tamamen gaz altında kalmış olan sokağımızda polislerin hemen yakınımızdaki Lambda İstanbul LGBT Derneği’nin kapısını zorladıklarını gördük. Polis çok hınçlanmıştı. LGBT’lere ne kadar kötü davranabileceklerini, içeri girebilseler onları linç edeceklerini bildiğimiz için arkadaşları korumak istedik ve yeniden sokağa çıktık. O sırada kör bir arkadaşımız, refaketçisiyle yanımıza geldi ve polislerin onlara saldırdığını anlattı. Buna çok sinirlendim ve caddedeki polislere, “Kör birine saldırmaya utanmıyor musunuz? Bu kadar mı düştünüz?” dedim. Bunun üzerine bir sürü küfür işittik, sonra da zaten kalkanlarıyla bizi sokağa itmeye başladılar. Aynı esnada diğer polisler de LGBT Derneği’nin çelik kapısını kıramadıkları için içeri girememişlerdi.

Polislerle bu kadar yakından muhattap olduğunuz sıralarda fiziksel bir şiddete maruz kalmadınız mı?

Gece işler biraz durulduğunda eve gitmek için vapurla karşıya geçmeye karar verdim. Galatasaray Lisesi’nin önünden geçerken bir tane polisin akrep aracının tepesindeki kapaktan çıkmış, insanları plastik mermi silahıyla tarayarak ilerlediğini gördüm. Sağa sola kaçışan insanlara mermi sıkarken, sanki oyun oynayan bir çocuk gibiydi. Araca, “Ne yapıyorsun sen? Öldürecek misin bizi?” diye seslendim. Üzerime nişan aldığını fark ettiğimde kendimi korumak için sırtımı döndüm. Bir süre bekledim ama üzerime mermi gelmeyince, akrebin gidip gitmediğini kontrol etmek için polisten tarafa döndüm. Tam o sırada bacaklarıma iki mermi isabet etti. Çok ciddi bir yara almadım, ufak bir pansumanla atlattım ama sırtımdan vurulmamın aynı derecede can yakıcı olmayacağını bilen polisin, yüzümü dönmemi beklemesi açıklanamaz bir şey! Hak gökten inmeyecek bize, her alanda mücadele etmemiz gerekiyor…

Cankız Çevik
23 Eylül 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; siddethikayeleri.com