BirGün: Mahallem yerle bir – Ege Dündar

Ankara’da doğdum, Ankara’da büyüdüm. Fakat Ankara denince aklıma ilk ne Kuğulu Park ne Bestekar sokak, ne Kızılay ne de Atakule gelir… Aklıma ilk ilişen sarmaşıklı bahçemizdir.

ankara

“Yazmak kolaydır, daktilonun önüne oturur ve kanarsın” der Ernest Hemingway, İspanyol İç Savaşı sırasında yazı yazmakta zorlanan başka bir yazar Martha Gellhorne’a…

Bugün yazmak, benim için tam da bu aslında.

Ankara’da doğdum, Ankara’da büyüdüm. Fakat Ankara denince aklıma ilk ne Kuğulu Park ne Bestekar sokak, ne Kızılay ne de Atakule gelir… Aklıma ilk ilişen sarmaşıklı bahçemizdir. Sonra bakkalımıza giden yolu hatırlarım sabahları. Karşı evin ağacını, camlarda halı silken komşularımı, yokuşun sonundaki ufak durağı, mahallemizi…

“Ankara senin için nedir?” deseler bizim bakkal Naz Gıda’ya inen merdivenlerdir diyebilirim mesela. Ne merdiven olağanüstüdür ne de bakkal aslında. Ama yanımdan geçen bir kıza bakarken ilk takılıp da düşüşümü, bir merakla arkadaşın elindeki sigarayı deneyip de ciğerim çıkarcasına öksürüşümü saklar sanki o yolun üstünü örten ağaçlar, merdiven deyip de geçemem.

Kebap 2000’in bahçesi de olabilir o soruya cevabım. Ne Vedat Milör’ün tavsiyesi gizlidir orada ne de Ankara’nın en iyi kebabı… Ama o bahçedeki ağaçlara tırmanarak tatmışımdır yaramazlığı, ya da o tahta masalarda öğrenmişimdir ilk kez bal-kaymağı, kürdan kullanmayı…

Bir de mahalle barımız Drunk, ki ne Ankara’nın en iyi barıdır ne de en iyi “ortamı”… Ama soğuk bir kış günü 18ime bastığımda ilk orada içmişimdir meşru biramı, ilk o köşe masada kalbim güm güm atarken cesaret toplayıp da bir sandalye çekip oturmuşumdur bir kadının masasına…

Belki de hepsine bakınca o zor soru tek kelimeyle cevaplanabilir,

“Ankara senin için nedir?” Mahallemdir.

İşte Cuma’dan beri 100.Yıl ODTÜ kapısındaki o mahalle neredeyse yerle bir.

Aslında her şey 15 gün kadar önce başladı burada. ODTÜ kapısının önünden bir yol geçeceği herkesin dilindeydi. Bu dev otoyol buraları mahvedecek diye herkes endişeli, ağaçlar kesecekler diye öfkeliydi. Çok geçmeden karşı tepeden belediyenin buldozerleri göründü. Ne yapalım, ne edelim derken yol günden güne ilerledi. Bizim Naz Gıda’nın önüne gelindiğinde, inşaatın 200-300 metre kadar ilerisinde, tam da güzergahın üstünde ufak çadırlar belirdi. Gelenler yolun yapımına karşı direnişe geçen ODTÜ öğrencileri idi.

1-2 gün içinde mahalleli de destek verdi, ağaçları asılan pankartlardaki “Mahalleme dokunma!”, “Kahrolsun ‘bağzı’ yollar” sözleri süsledi. Alandaki masa yardıma gelenlerin çabalarıyla çaydan kahveye, krakerden keke yiyecek içeceklerle donatıldı.

20 seneye yakın o mahallede oturmuş arkadaşlarım ve benim için o eylem alanı kısa sürede nefes alınacak bir mabede dönüştü. Televizyonda, radyoda ne zaman bir şeye kafamızı bozsak iki adım yürüyüp eylem alanında oturduk, insanlarla tanışıp sohbet ettik, sazla, gitarla söylenen türkülere eşlik ettik. Katılanların kimi yola karşıydı, kimi Melih Gökçek’e, kimi hükûmete… Bir arkadaşımın babaannesi Müzeyyen Hanım bile gelmişti, battaniyeyle yastıkla destek vermeye.

Yol ilerledikçe direniş de büyüdü, artık bir kütüphanemiz de vardı. Eve koşup 3-5 kitap taşıdık alana. Dostumla vedalaşır gibi vedalaştım Anton Çehov’un “Vişne Bahçesi” kitabıyla…

Uzun sürmeyeceğini bilsek de keyfini sürüyorduk ki o gün geldi çattı. Otobüsler dolusu çevik kuvvet, polis indi bizim durağın önüne ve postal postal girdiler direniş alanına. İş makineleri TOMA’lar, kameralar toplaştı her yere.

Arkadaşlarımızı gözaltına aldılar. Ben oraya varana kadar kitaplarımız hurdaydı, Müzeyyen Hanım’ın battaniyesiyse postal altında halı.

Daha şaşkınlık hali geçmemişken yüksek bir gümbürtü patladı arkamızdan, Kebap 2000’in ufak kulübesini yıktılar. Eşyaların büyük kısmı içeride kalmıştı. Harabenin altında kırık tabak ve çanakları görebiliyorum. O güzelim bahçenin ağaçları tek tek sökülüyordu. Çalışanlar sigara üstüne sigara içiyor, öylece bakıyorlardı yıkıntıya. Sahibine yaklaşıp geçmiş olsun diyecek oldum, yüzü bembeyaz baktı bana “Bu bahçeyi 10 sene suladım, 10 dakikada yıktılar” dedi. Sanırım hüznün yerini öfkeye bıraktığı an o andı. Kebapçımızı barımız izledi, başladılar onu da yıkmaya.

200-300 kişi kadar toplanıp yürüdük. Gazdan nefes alınmaz oldu yine, fişekler komşularımızın camlarında patladı bu kez, sokaktaki kediyi, köpeği evimize aldık. Mahallem savaş alanıydı, sabah uyandığımda ise ne çadır ne yıkıntılar, hiçbir şeyden eser kalmamıştı.

Savunulan ne 3-5 ağaçtı, ne Kebap 2000’in bahçesi, ne de Drunk PUB’ın binası… Savunulan mahalleydi aslında. Komşuluk, dostluk, yeşillik, insanlıktı. Ve gaz fişekleri yağdıkça sokaklara, nefes darlığı çekip de camı açamaz hale geldikçe haklı olduğumuzu bir kez daha anımsadık.

Şimdi birkaç güne buradan gidiyorum ve mahallemde ne son bir bira içebilecek, ne son kez kahvaltı edip de son kez elini sıkabileceğim oradakilerin. Dahası, döndüğümde belki yeşilliğe değil bir otoyola bakacak o merdivenler… Hayatlarını, gözlerini verecek, hak uğruna hapislere girecek daha nice dostlarım… Talan edilecek belki başka bahçeler, parklar…

Benden mahallemi aldılar.

Benden işimi, babamın işini, kebapçımı, barımı, bahçelerimi, parklarımı, renklerimi, kardeşlerimin hayatlarını, gözlerini aldılar. İyimser değilim ama Desmond Tutu’nın dediği gibi umudun tutsağıyım. Ve işte tam da bu noktada boyun eğmekten, yıkılmaktan, susmaktan hiç olmadığım kadar uzağım.

Yollara doyamayıp asfaltta boğulanlar, hak yemekle hak iddia edenler!

Siz çoktan kaybettiniz! Yalanlarınızı biliyor, görüyoruz. Korkunuz şiddetinizden okunuyor. Gözümüzü yaşartıp öksürtse de bizi, çaresizliğinizin kokusunu alıyoruz. Biliyoruz ki haklıyız ve gün gelip de hak kazansa da, adaletsizliğinizi asla unutmayacağız.

Ege Dündar
8 Eylül 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; birgun.net

    This post is also available in: İngilizce