Şiddet Hikayeleri: “Sağlık taraması yaptığım köylerde, halkların düşman olmadığını gördüm”

siddethikayeleri1

1994-2003 yılları arasında Elazığ, Diyarbakır, Bingöl, Bitlis, Muş, Şırnak ve Hakkari gibi kentlerin kırsal alanlarında bulaşıcı hastalık taramaları yapan ve aşı kampanyalarında görev alan halk sağlığı uzmanı, bu bölgelerde sürdürdüğü çalışmalar boyunca şahit olduklarını, savaş yüzünden değişen devlet-yurttaş ilişkisini, asker baskısı altında süren yaşamı ve Gezi Direnişi’yle başlayan duygudaşlığı Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattı.

1994’te Elazığ’a atandığımda 35 yaş civarlarında bir kadın halk sağlığı uzmanıydım ve  bölgeye yetişkin bir birey olarak ilk gidişimdi. Üstelik sıcak çatışmaların en yoğun olduğu zamanlardı. İlk 7-8 ay bana hiç iş vermediler çünkü o zamanlar sağlık camiasında halk sağlıkçılarıyla ilgili bir önyargı vardı. Sanırım muayenehane açarak para kazanamayacakları bir dalı seçmeleri, koruyucu hekimlikle ilgili bir alanda çalışmaları nedeniyle haklarında, “Bu mesleği seçtiklerine göre solcudurlar” diye düşünülürdü. O yüzden bana kuşkuyla bakıyorlardı.

Görevinizi yapabilmeniz için elverişli şartlar nasıl oluştu?

Dünya Sağlık Örgütü’nün, çocuk felcinin yok edilmesi için başlattığı aşı kampanyası sebebiyle Sağlık Bakanlığı bilgili personele ihtiyaç duydu. Bu hastalık Avrupa Bölgesi’nde sadece Türkiye’de kaldığı için bizim yüzümüzden Avrupa Bölgesi “çocuk  felcinden arındırılmış bölge” sertifikası alamıyordu ve bu durum Dünya Sağlık Örgütü üzerinde baskı yaratıyordu. Bu amaçla beni sağlık müdür yardımcısı yaptılar ve köy köy, ev ev gezerek 5 yaşın altındaki tüm çocukların aşılanması sorumluluğunu bana verdiler. Bölgedeki pek çok köye çatışmalar sürdüğü veya korucu bulunmadığı gibi güvenlik gerekçeleriyle zaten gidilemiyordu, o yüzden bu sanıldığından da zor bir işti.

Oralara gidebilmek için nasıl bir çalışma yürüttünüz?

İlk iş olarak, sağlık personelimizle ilçelerde toplantılar, eğitimler yaptık ve bu işin meydanlarda, camilerde halkı toplayarak değil, hiç kimsenin atlanmaması için tek tek evleri dolaşarak uygulanması gerektiği kararını verdik. “Can güvenliğinizi sağlayamayız” denilerek gitmemize izin verilmeyen köylere ulaşmak içinse sürekli direttik. Asker bizi dinlemese de, daha yukarıdan gelecek emirlerin işe yarayabileceği ümidiyle valilikle anlaşmaya, Emniyet Müdürlüğü’nün, Milli Eğitim Bakanlığı’nın olanaklarını kullanmaya çalıştık. Asıl hedefimiz, yıllardır yaşanan ortam içerisinde hiçbir hizmet almamış o köylerdi. Tamamen izole yaşadıkları için virüsün bulunma ve yayılma olasılığı oralarda çok daha fazlaydı. Elbette sıcak çatışmanın ortasına ben de personel yollayamazdım fakat asker sıcak çatışma içerisinde bulunmayan, sadece koruculuk sistemini kabul etmemiş olan köylere gitmemize de izin vermiyordu. Yani aslında o köylere, “Siz madem korucu olmadınız, o zaman devlete karşısınız. Öyleyse biz de her türlü devlet hizmetini kesiyoruz” diye ceza veriyorlardı. Oysa oralarda hayat sürüyor, oranın insanları da ilçeye çalışmaya, pazara gidip geliyordu. Hepsi, her an çatışmaların sürdüğü yerler değildi ki! Bu tip yerlere gitmemize izin vermedikleri gibi, direttiğimizde de “O çocuklar büyüyecek terörist olacak, niye gidesiniz oraya?” diye kızıyorlardı.

Bir şekilde gitmeyi başardığınız ilçe ve köylerdeki durum nasıldı?

Elazığ’da Arıcak, Alacakaya, Karakoçan, Kovancılar ilçelerini gezdik ama buralar hep dağlıklarında çatışmalar olan yerlerdi. Bazı köylere asker eşliğinde ve saat 15.00’ten önce köyü terk etmiş olmak şartıyla gidiyorduk. Örneğin Sağlık Müdürlüğü görevlileri korkudan, 5 yıldır Arıcak’a gitmemişlerdi. Orada birkaç sağlık personeli vardı ama onların ne yaptığı da bilinmiyordu. Orada kaç kişinin yaşadığını, nasıl bir sağlık hizmeti sağlanıyor olduğunu bilmiyorduk. Genelde bu tarz bölgelerdeki sağlık görevlileri, ebeler ve hemşireler ya zaten oralıdır ya da oraya tayini çıkan asker veya polislerin eşleridir. Eş durumundan gelenler, eşlerinin kimliği yüzünden gerçekten de güvende değillerdir ve köye, mezraya gitmezler. Bunları bildiğimizden, gitmeleri için onları zorlayamıyorduk da… Sistem baştan yanlış yani!

Sağlık hizmetleri bakımından sorunlu, yasaklı ilçelere gitmeyi başarabildiniz mi? Buralarda halkın size tepkisi nasıl oldu?

Gittiğimiz birçok yerde, aşının ilk dozunu yaptığımız sıralarda herhangi bir tepkiyle karşılaşmadık ancak sonraki gidişlerimizde, “Bunu bizi kısırlaştırmak için yapıyorlar” söylentilerinin yayılmış olduğunu gördük. İlk dozu yaptığımız köyler, bir ay sonraki gidişimizde ikinci dozu yaptırmadılar. Kitlesel bir direnç olduğunda kıramıyorduk; neredeyse bin çocuğa katiyen aşı yapamadık. Gittiğimiz yerlerden biri olan Karakoçan’a bağlı bir beldenin belediye başkanının aynı zamanda bir şeyh olduğunu öğrendiğimde, dini insanların desteğini almanın faydalı olacağını düşünerek halka etki etmesi için onunla konuşmak istedim ama bizimle görüşmediler bile. Kendisi ortadan kayboldu, belediye meclisindekiler de dalga geçer gibi, “Biz yapmayın mı diyoruz? İstiyorlarsa yaptırsınlar” gibi bir tavır gösterdi. O belde topluca reddetti ama tek tek evlere gittiğimizde ikna edebiliyorduk. Örneğin ben, “Bakın, kısırlık yapsa kendime yapar mıyım?” diyerek insanların önlerinde kendime o kadar çok aşı yaptım ki! O sırada yan etkilerini düşünmüyordum bile, sadece o çocukları çocuk felcine karşı aşılayabilmiş olmak istiyordum.

Aşı kampanyası dışında bölgede başka ne gibi çalışmalarda bulundunuz?

Ardından bir de kızamık kampanyası yapıldı. Bu aşı ağızdan değil de bildikleri şekilde, iğneyle yapılan bir aşı olduğu için halktan çok fazla tepki gelmedi. Tepkinin bir diğer sebebi de şu olabilir; bu kampanyalar ilk başladığında tüm Türkiye’ye yapılıyordu ancak sonradan elbette vakalar nerelerde yoğunlaşıyorsa, aşılar da sadece o bölgelerde yapılmaya başlandı. Türkiye’nin genelinde hastalığın tamamen kaybolmuş olduğu bölgeler vardı. Doğu illerinde ise hem uzun süredir rutin, kaliteli bir sağlık hizmeti almadıkları, hem de kanalizasyon, su gibi altyapı sistemleri bozuk olan yerleşim yerleri bulunduğu için oralarda bu hastalıklar devam ediyordu. Daha önce hiçbir şekilde devletten hizmet görmedikleri için, aşı yapmaya gittiğimizde de, “Bunlardan bir hayır gelmez, eğer sadece bize yapıyorlarsa demek ki kötü bir şeydir” diye düşündüklerini tahmin ediyorum.

Devletin yıllardır hizmet elini çektiği bu bölgelerde gündelik yaşam nasıl ilerliyordu?

Çalışmak veya alışveriş yapmak için ilçeye gidiyorlardı. Ama evlerinden bu gündelik işler için çıktıklarında bile olmadık durumlarla karşılaşıyorlardı. Askerler her minibüsü durdurup tüm köylüleri indiriyor, didik didik üstlerini ve çantalarını arıyor, kimlik kontrolü yapıyor ve tabii bu sırada o insanlara hakaretler ediyor, onları aşağılıyordu. Her gün bu muameleye maruz kalmak ne kadar zor bir şey… İnsanın evinden çıkası gelmez. Asker kimi zaman da evdeki kişi sayısını soruyor, eğer giden erzak gözüne fazla gelirse, “Sana bu un fazla, sen bunu PKK’ya vereceksin” deyip el koyuyordu. Avcılık yapan birisi örneğin bir yaban keçisi vurmuşsa, askerler yine “Sen bunu onlara verirsin” deyip avını da elinden alıyorlardı.

Baskının bu kadar yoğun olduğu köylere gittiğinizde nelerle karşılaştınız?

Tunceli sınırındaki bu köylere gidebilmek için önce yerel basının desteğini arkamıza aldık, onları toplantılarımıza çağırdık. Asker, kendilerinin de hazır bulunması şartıyla oralara gitmemize izin verdi. PKK oradaki sağlık ocağımızı çok yakın bir zamanda yakmıştı. Gittiğimiz köylerden birinde, askeri konvoy eşliğinde köye girer girmez beraberimizdeki askerler evlerin damlarına çıktılar ve silahlarını halka doğrulttular. Biz o tedirgin ortam içerisinde meydanda masa kurup aşı yapmaya başladık. Orası korucusuz, “düşman” bir köy olduğu için askerler kendilerince güvenliği sağladıklarını düşünüyorlardı. Herkes gibi biz de bir baskı altında olduğumuz için hızla aşıları yaptık ve oradan ayrıldık.

O endişeli ve telaşlı ortam size neler hissettirdi?

Oradaki halk acının her türlüsünü yaşamış. Sadece askerin tavrına değil, aşı yaparken kafalarında bitlerin oynadığını görebildiğin çocukların haline veya çevrede nereye baksan kahroluyordun zaten. Yapabileceğin çok fazla bir şey de yok çünkü sadece o aşıyı yapabilmek için bile zor bela izin almışsın. Hem köy de sana güvenmiyor… Ama bu manzara yaptığın işe karşı yabancılaştırıyor seni; çocukları aşılarken, “Acaba bu aşı, bu çocuğun yaşamasını, büyümesini sağlamaya yetecek mi ki?” diye düşündüğüm zamanlar çok oldu.

malabadikoprusu

Devlet memuru olmanızdan ileri gelen anlaşmazlıklar yaşadınız mı? Savaşın bir tarafını temsil ettiğiniz ön kabulüyle peşin hükümlülüğe uğradığınızı düşündüğünüz zamanlar oldu mu?

Bölge kimsenin kimseye güvenmediği, korkunç bir ortamdı ve memur olmam bana güvenilmesini güçleştiriyordu. Bir keresinde UNICEF Türkiye çalışanı bir kadın, gözlemci olarak köyleri dolaşmak üzere yanımızda gelmişti. Onunla beraber Diyarbakır’ın ünlü Malabadi’sinde bir köy evine gittik. Evde hepimize ikram edilen çayı bu kadının içmek istememesi üzerine evin sahibi içerlemiş olacak ki, bize bir hikâye anlattı. Köye zamanında karakol komutanı gelmiş, o gelecek diye de halk meydanda sofra kurmuş. Köyün imamı, muhtarı, köylüler hep beraber sofraya geçmişler ama yemeğe başlamadan önce komutan, onu zehirleyeceklerinden endişe ederek imama dönüp “Bu yemeği önce sen ye” demiş.

Malabadi’de güvenin yerini korkuya nasıl bıraktığını ayrıca kendi gözlerimle de gördüm. Çocuğunu aşılamaya gittiğimiz bir baba, daha önce çocuğuna aşı yapılıp yapılmadığını sorduğumda karşımda hazırola geçti. Beni devlet olarak gördüğü için bana karşı öyle bir korku duyuyordu ki o an ondan ne istesem yapabilirdi… Çocuğuna dair cevabı da, “Yapıldı ama isterseniz bir daha yapın” oldu. O yaşanan durumu asla unutabileceğimi sanmıyorum.

Sıcak çatışma ortamında kaldığınız oldu mu?

Bir keresinde askerin bile korkarak gittiği Arıcak’ın, Lice sınırına yakın bir yerde ishal salgını olduğu haberi geldi. Bu bilgi üzerine kolera olabileceğinden endişe ederek yola çıktık ve belli bir noktaya kadar askeri araçla gittik. Sonrasında bizi koruculara teslim ettiler. Yolun kenarına dizilmiş, her üç-beş kilometrede bir karşımıza çıkan silahlı, ne oldukları belirsiz adamlar… Köye vardığımızda cami olarak kullanılan derme çatma bir yere insanları topladık, dışkı numuneleri aldık ve yanımızda götürdüğümüz kloru dağıttık. Bu sırada askerler sürekli acele etmemizi söylüyorlardı; oralara gidilmesini zaten çok gereksiz buldukları için bize kızıyorlardı. Tam Arıcak’a geri dönüp korucuların desteğiyle gideceğimiz yol ayrımına vardığımızda, “Çatışma var, sakın yola çıkmayın” diye haber geldi. “Eyvah!” dedim, “Burada ne yapacağız? Nerede kalacağız?” Sonra öğrendik ki meğer bir kadın davası yüzünden korucular birbirlerini vurmuşlar. Sonuçta eğitim alamamış, yaşam şekillerinde zaten silah bulunan insanların eline makineli tüfek verirsen ne yapmalarını bekliyorsun ki?

Herhangi bir şiddet olayına tanıklık ettiniz mi?

Görevim gereği şiddet olaylarının kendilerini değil, sonrasındaki süreçleri gözlemleyebildim. Örnek verecek olursam: 2002-2003 yılları arasında  yine çocuk felci çalışmaları için birkaç kez  Şırnak’a görevli gittim. İnsanlar göç etmek zorunda kaldıkları yakılan, boşaltılan köylerine dönmeye başlamışlardı. Bu dönemde hastaneye gelen vakaların çoğu mayına basarak kolu, bacağı parçalanmış insanlardı. Şehirden dönüp yeniden topraklarını, tarlalarını işlemeye, hayvancılık yapmaya çalışıyorlardı ama kimin nereye ne bıraktığı belli değildi. İnsanlar hâlâ bu mayınlar yüzünden acılar çekmeye devam ediyorlar.

Aylardır bahsedilen barış süreci siyasilerin gündeminde önemli yer kaplıyor. Barış süreci toplumda da aynı karşılığı buluyor mu?

Sanırım barış süreci değil, Gezi süreci insanların düşüncelerini sorgulamalarında bir dönüm noktası oldu. Lice’de yaşanan olay neticesinde Medeni’nin ölümüne karşı anında verilen kitlesel tepkiler, bence iki halk arasındaki duvarın yıkılması yönünde bir umut ışığı yaktı. Ancak bunun uzun bir süreç olduğunu düşünüyorum. Gezi’ye heyecanla destek veren kimi tanıdıklarımın Lice olayında çok farklı tepkileri oldu. Bazıları hükümet ağzıyla bunun bir uyuşturucu olayı olduğunu söylerken, bir kısmı da sessiz kalmayı tercih etti. Yine de genel olarak birleştirici bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. En azından var olan ayrıma fazladan bir ayrışma katmadığı kesin.

Geçmişte çalıştığınız bölgelerden iletişiminizi sürdürdüğünüz arkadaşlarınız Gezi olayları ile yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyor?

Onlar, “Biz Cumhuriyetin kuruluşundan beri şiddete maruz kalıyoruz” diyorlar. İlla fiziksel şiddet değil bahsettikleri; dillerini konuşamamış olmaları en büyük şiddet zaten. Gezi olaylarında uygulanan şiddet ve medyanın bunu görmezden gelmesi sebebiyle direnişçilerde uyanan empati duygularının ise daha da gelişeceğini umut ediyorlar. Ayrıca bir arkadaşım, Ethem Sarısülük’ün ağabeyinin ve annesinin Diyarbakır’a gidip Medeni Yıldırım’ın annesine sarılmasının gözlerini yaşarttığını, iki halkın yakınlaşması açısından bunları çok önemli bulduğunu söyledi.

Cankız Çevik
30 Ağustos 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; siddethikayeleri.com