Başka Haber: Gezi, Sonsuz Küçüklükler ve Clinamen – Sibel Karadağ

Gezi direnişi  üzerine çok şeyler söylendi, yazıldı, çizildi. Hatta dar alanda kısa paslaşmalar misali öyküleri bile yazıldı. Neoliberal muhafazarlık eleştirinden kentsel dönüşüme, iktidar-mekan ilişkisinden otoriterizm analizlerine, oradan “Y” kuşağı tasvirlerine, yeni proleterleşme tanımlarına kadar uzanan pek çok analiz. Kimisi ise daha çok mizahına yöneldi, kimisi de romantizmine. En nihayetinde, herkesin Gezi’si kendineydi.

Benim içinse Gezi, okuyup da anlayamadığım, ucundan anlayabilsem bile gözümde canlandıramadığım bir kitabın filme çekiliyor olması gibi bir şeydi. Gezi direnişinin başladığı tarihten tam bir hafta önce okumuştum Ulus Baker’in Dolaylı Eylem kitabını. Onun her bir satırda yaptığı bambaşka göndermelerle sürmenaj olmuş zihnimi tam toparlayacakken, her şey bir anda yine tuzla buz oluyordu. Tanıl Bora’nın sözünü hatırlayarak “anlayamadıklarım için hakkını helal etsin” diyordum kitabı kapatırken.

Tam da Gezi’den bir hafta önce, (kendisi bunları yazdığında çok daha öncesiydi elbette) siyasal alanı iyice daralmış günümüz toplumlarında, bireysel ve kolektif eylemi eş zamanlı olarak yeniden tanımlayacak bir üslubun gerekliliğinden bahsediyordu. Çünkü varolan siyasal alanın ta kendisine yöneltilecek bir cevap ancak böyle bir eylemlilik hali ile mümkün olabilirdi.

Siyasal alanın  çağımızdaki biçimi bizi bambaşka bir çerçeveye itmeli, kurumların değil hareketlerin; kimliklerin değil sapmaların; makro olguların değil, mikro olguların önem kazandığı bir alana taşımalıydı. Tam da bu noktada, salt olgulardan değil; “kaza”lardan, “olay”lardan, akışlardan, dalgalanmalardan, tesadüflerden yaratılan şeylerin toplumbilimindeki öneminden bahsediyordu.

İnsanların “sonsuz küçüklükler”e varan istek karmaşaları vardı ve bu psikolojik iç dünyalar, sosyal olgularla ve dış dünyayla bütünleşebilir, giderek çoğalan, karmaşıklaşan alacakaranlık alanlar yaratabilirdi. İşte 31 Mayıs akşamı, benim için bu alacakaranlık alanın başlangıcıydı, filmin açılış sahnesiydi.

“Sonsuz küçüklükler”e kadar erişen bir “olaysallık” zinciri diye tanımlıyordu bunu. Tıpkı Gezi direnişinin bir ay boyunca başkalaşarak, dönüşerek, yaratarak çoğalması gibi.

Devrim diyordu, ideal ve “kaza”nın iç içe geçtiği karmaşık bir siyasi faaliyet; istek, arzu ve beceriksizliklerden oluşan bir yumaktır. Ve tüm bu beceriksizliklerine rağmen kuşaklar boyu sürecek sessiz seyahatine de bu akış içerisinde devam eder.

Bloklaşan, konum savaşı veren, özdeşlik-farklılık, ben-öteki pozisyonu alan siyasi hareketlerin çok ötesinde bir şeyden bahsediyordu. İdealde sonsuz çizgilerle birbirine bağlanan, gerçek hayatta ise eylemde bulunmaya sonsuz olanaklar tanıyan bir diyagram. Bunun yaratılmasında dostluk ve ortaklığın önemini çiziyordu. Dostluk, “herhangi biriyle herhangi biri arasında oluşabilecek tek uyum ve karşıtlık bağı”ydı ve bu, “uzaktan yakınlıklar”ı olası kılardı.

Ve son olarak clinamen’den bahsediyordu. Latince “sapma” anlamına geliyordu clinamen. Epicurus ve Lucretius’un “atomların savruluşu” ilkesine göre, atomlar belli olmayan bir yerde ve zamanda dikey hattan ayrılıp gözle görülmeyen bir sapma gösterirler. Bu sayede yeni karşılaşmalar, birleşmeler, topluluklar oluştururlar. Ulus Baker buna atıfta bulunarak kuralların, yasaların, düzenin “hareketsiz”liğinde, sapan, savrulan, savruldukça etkileşen bir eylemlilik halinin hayalini kuruyordu. Ve bunun estetiğinden bahsediyordu.

O zaman okuduğumda ne demek istediğini tam anlamamıştım, güzel bir şeylerden bahsediyordu ama nasıl mümkün olacaktı ki bu dediği?  Oysa okuduktan tam bir hafta sonra, tüm bunlar gün be gün gerçekleşiyor, hayal gerçek oluyor, savrulan atomlar Gezi direnişçilerine dönüşüyordu. Önce, Cihat Burak’ın resimleri oluyor, sonra Turgut Uyar’ın dizelerine dönüşüyor; ertesi gün, semah yapan insandan “duran insan” haline geliyor; oradan İstiklal’in ortasında çırılçıplak duran ya da tomaların ortasında işeyen adamla groteskleşiyordu. Bir gün karanfil atıyor, ertesi gün forumlarda ve yeryüzü sofralarında karşılaşıyordu bu atomlar. Ulus Baker’in clinamen dediği heralde böyle bir şeydi.

Seneler öncesinden bugünkü Gezi filminin kitabını yazıyor; devletsi zihniyet yapılarının rasyonel, ölçülüp biçilebilir siyasal alanının ezberini bozacak clinamen’in güçlü etkinliğini anlatıyordu. Kulağa ütopik, hayalperest geliyordu tabii okuyunca. Gezi de zaten ütopyanın olabilecek en gerçek haliydi.

Bugün yaşasaydı  ve görebilseydi Gezi’yi keşke. Ve ben de sorabilseydim affına sığınarak: “Ulus hocam, Gezi bir clinamen midir?” diye.

Sibel Karadağ
16 Ağustos 2013
Kaynak; baskahaber.org