Evrensel: Diyarbakır’dan Gezi’ye ‘Tribünler bu oyunu da bozar mı?’ – Mithat Fabian Sözmen

Türkiye futbolunda lig mevsimi geldi çattı. Spor medyasının deyişiyle “88 günlük hasret sona erdi.” Bu hafta sonundan itibaren futbolseverler için artık hiçbir şey eskisi olmayacak! Eskisi dediğim işte o 88 gün… Standart bir taraftar için standart bir ölü sezon yüzlerce transfer dedikodusu, bir o kadar yeni sezon kehaneti, karaktere bağlı olarak irrasyonel karamsarlık ya da iyimserlikler, hazırlık maçları ve fikstür heyecanı demek. Ancak takdir edersiniz ki bu yaz pek de standart geçmedi. Haziran ayına mührünü basan ‘Gezi direnişi’ tüm Türkiye’de pek çok şeyi değiştirdi. Ön yargılar, alışkanlıklar, toplumsal dinamikleri okuma biçimi… En inatçı basmakalıplar bile değişmek zorunda kaldı. Bu değişimde taraftar gruplarının direnişteki pozisyonu da önemli bir rol oynadı. Dolayısıyla girişte alaycı bir şekilde kullandığımız “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” ifadesi esasında önemli bir gerçeklik potansiyeli taşıyor. Bu potansiyelin gerçekleşmesi yolundaki en önemli adımları da hükümet attı. Eşi benzerine ancak Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC)’nin tiranlığında rastlanan “Siyasi-ideolojik slogan yasağı” bunların en önemlilerinden biri.

taraftar-gruplari

TARAFTAR SANA SÖYLÜYORUM HALK SEN ANLA!

Hatta ülke tarihinde tribünler üzerinden toplumu hizaya getirme adına yapılmış en ciddi hamlelerden birinin AKP’nin bu son hamlesi olduğunu söyleyebiliriz. Bir nevi “Taraftar sana söylüyorum, halk sen anla” durumu mevzubahis. Hükümet açısından bakarsak bu riskli bir hamle mi? Yüzde yüz. Hele ki bu yaz yaşananlardan sonra. Ancak AKP kurmaylarına bu adımı attıran sebep de tam olarak bu. Önce toplumda ve medyada azımsanmayacak bir görünürlüğü olan tribünlerin bağrında yeşeren muhalefeti kendi evinde yenip sonra da bunu kamusal hayatın diğer alanlarına yaymak… Büyük düşünüyorlar.   Hükümetin sandık harici bir demokrasi aracı tanımadığı, tüm muhalefeti, anlamını kendisinin belirlediği net olarak olumsuz ”ideolojik” kelimesiyle yaftaladığı bir ortamda bu hamlenin arkası son derece güçlüdür. Güdük demokratik ortamda, demokrasi adına bu ve benzeri fikirlerin savunulduğuna senelerdir tanıklık ediyoruz. Üstelik Mısır’da halk hareketinin darbeyle neticelenmesi de bu demokratik ve entelektüel sefilliğe beklediği meşruiyet fırsatını verdi. Şu sıralar AKP’nin patronajı altındaki medya organlarında demokratik haklarını kazanabilmek için mücadele verenler sıklıkla “darbecilik”le suçlanıyor. Tribünlerdeki siyasi slogan yasağı da, bu yönde artan baskılar, tutuklamalar ve sanatçılara kadar varan linç girişimleri sonrası “Muhalefeti yasaklayın olsun bitsin” şeklindeki çıkışlara neredeyse pozitif yanıt veren bir düzenlemedir. Hükümet demokrasi adı altında sandık hariç tüm demokratik inisiyatifleri suçlulaştıran bir yola girmiştir. Bugün tribünlerde bunu “Spora siyaset sokmayın” klişesi üzerinden gerçekleştirmektedir. (Sendikal alanda mücadeleci sendikaların “ideolojik sendikacılık”la suçlanması zaten yeni bir şey değil).   Peki hükümetin 1 koyup 3 almayı planladığı, tribünler üzerinden toplumun genelini hedef alan, bir anlamıyla ülkedeki var olan demokratik muhalefet cüretini ve geleneğini de tasfiye etmeyi amaçlayan bu hamle tutar mı?

DİYARBAKIR ÖRNEĞİNİN ANLATTIKLARI

Bu sorunun yanıtı için benzeri diğer taktiklerin nasıl sonuçlandığına bakmak bize bir perspektif sağlayabilir. “Tribünler üzerinden(ya da spor aracılığıyla) topluma müdahale”nin devlet politikası olarak uygulandığını (elbette bu yönlü bir eğilim her zaman vardır ancak spesifik olarak bir politik stratejinin devletçe üretilmesinden bahsediyorum) en son 90’larda Diyarbakır’da gördük. Ne olmuştu? Dönemin Kürt sorununu en azılı terör yöntemleriyle ortadan kaldırma politikalarının uygulayıcıları kendilerince “soft” bir stratejiyle sahneye çıkmış; devlet destekli Diyarbakırspor aracılığıyla Kürt gençlerini siyasetten, mücadeleden uzak tutabileceğini sanmıştı. Elbette halka dair en ufak bir fikri olmayan dönemin devlet aklının halkı yedekleyecek politikaları üretmekte de hiçbir parlaklık gösterememesi şaşırtıcı değildi. OHAL baskısı altında inim inim inleyen Diyarbakırlılar, bir anda tribünlerde hiçbir yerde olmadığı kadar rahat bir şekilde bir araya gelmeye, sokakta yapamadıklarını yapmaya başlamıştı. Tribün, sanılanın aksine politik örgütlülüğü sekteye uğratan değil daha da güçlendiren bir mekana dönüştü(Bu deneyimin benzeri Mısır’da da yaşanmıştır). Öyle ki bu politikanın bir ayağı olarak Galatasaray’ın “dostluk” maçı için kente geldiği gün tribünlerde Abdullah Öcalan’ı imleyen meşhur “Seni seviyoruz Galatasaray, seni seveni de seviyoruz” pankartı açıldı. Bu örnek söz konusu politikanın ölü doğumuna işaretti ancak yarım devlet aklı bu politikayı sonuna kadar devam ettirdi. Diyarbakırspor’u hile hurdayla 1.lige çıkarmaya kadar varan girişimlere rağmen istenen sonuç hiçbir zaman elde edilemedi ve nihayet proje rafa kaldırıldı. Kuşkusuz Kürt direnişiyle Gezi direnişi karşılaştırılabilecek toplumsal hareketler değil. Bambaşka dinamikler, bambaşka bir örgütlülük, bambaşka bir coğrafyadan bahsediyoruz. Dolayısıyla başta da bahsettiğim gibi Diyarbakırspor örneği, ancak “Tribünler üzerinden/aracılığıyla toplumu dizayn etme politikasının” önemli örneklerinden biri olarak bize bir perspektif verebilir. Diyarbakır’da tutmayan bu kez tutar mı? Diyarbakır’da baskıyı kendi silahına çeviren tribünler aynısını bir kez daha gerçekleştirebilir mi? Kapsamlı saldırılar karşısında “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” ise mekanlarından birinin tribün olduğu önemli bir kapışma bizi bekliyor.

Mithat Fabian Sözmen
17 Ağustos 2013
Kaynak; evrensel.net