Radikal: Ülke Taksim oldu – Gürsel Korat

Kimsenin aklına gelmeyen, bütün ezberleri bozan bir zihniyet devrimi önündeyiz: Bu Gezi Parkı Memorandumu’dur; tamamıyla meşru, sivil ve haklı olan bu muhtıra halk tarafından verilmiştir.

bibergazi

Taksim’in modern Türkiye’nin simgesi olmasına yıllardır diş bileyenler, bu meydandaki kilise, heykel ve kültür merkezi görüntüsünü içlerine sindiremeyenler, oradaki gece hayatına saldıranlar, nihayet bir çuval inciri berbat etti: Fatih-Harbiye romanıyla yetişmiş gelenekçi nesillerin, bitmek bilmeyen “fetih” arzusu ve Harbiye düşmanlığı, “Taksim’i Fatih’e dönüştürmeden” duracağa benzemiyordu. Her zaman Taksim’e cami yapmaktan söz eden ve Cumhuriyet’i kuran “alkoliklerden” intikam almak için “çoğunluktan aldığı yetkiyle” kafasına estiği gibi “hizmet” veren bu intikamcı kadro, bütün itirazlara kaşlarını kaldırarak “kusura bakmayın” demeyi bir marifet saydığı için bu noktaya gelindi.

Türkiye’de yönetim kadrolarına göre şekillenen hukuk sistemi olduğunu yıllardır bilirdik; bu ülkenin askere göre hizalanmış bir demokrasi oyunu oynadığını hep düşünürdük. Şüphesiz hükümetin bu oyunu bozmada etkisi vardı ama bu kadar asker hapse girerken kimsenin sokaklara dökülmeyişinden, insanların meydanları doldurmayışından işkillenmemiz gerekirdi: Meğer ki bu vesayet oyununu bozmayı onaylayan “kurum” halkmış. Askeri vesayet sisteminin temsilcileri hapse girdiğinde kılı kıpırdamayan bu halkın “on ağaç için” meydanları doldurması karşısında başka ne söylenebilir? Üstelik koca ordu komutanlarını hapse sokmaktan korkmayan Başbakan’ın, Gezi’dekilere karşı koyabilmek için bir günde dört miting yapması ve ortalığa korku salması neyle izah edilecektir?

Başbakan elbette Gezi direnişini bir eylem fırsatı sayan küçük sol gruplardan korkmuş değildir. Ortada bir kaos var, bu doğru. Birileri polise saldırıyor, insanlar yaralanıyor, bu da doğru. Polis orantısız güç kullanıyor, işte bu çok doğru.

Fakat olabilseydi en doğrusu şu olurdu: Hükümet, toplumu bölmeden, onu cephelere ayırmadan, kendisi gibi yaşamak istemeyenlerin varlığına hürmet ederek, projelerini halkla paylaşabilir, yanlış yapmış olabileceği konusunda geniş yürekli davranabilir, belediyenin yetkilerini gasp etmeden krizi yönetebilirdi.

Olmadı, hükümet cadı avını seçti, “Bütün bunlar kötü niyetli karanlık güçlerin bir oyunudur ve kökü dışarıdadır” dendi. Bir gazete M. Ali Alabora’nın “Mi Minör” adlı oyununun aylarca Taksim’deki isyanın provasını yaptığını yazdı!
Başbakan “Bizler” diyor ısrarla, “Sanki sanattan anlayan insanlar değilmişiz gibi konuşuyorlar”.

Doğrusu Başbakan’ın minare ve süngü teşbihine hayran olanlar, kışla teşbihinin anlamını şimdilerde kavrıyor. Şüphesiz ki Başbakan’ın sanatsal derinliğine herkes akıl erdiremiyor.

Öyle anlaşılıyor ki Başbakan, üyelerini hapse attığı vesayet sisteminin diliyle konuşuyor. Ülkeyi toplum mühendisliği yapanların elinden aldı, fakat bu meğer ki kendisi mühendisliğe heves ettiği içinmiş: Devlet tiyatrosuna ve operasına hükümetten temsilciler atamak, imam hatip liselerini yaygınlaştırmak, 4+4+4 sistemini getirmek, lise giriş sistemini yapboz tahtasına döndürmek, din referanslı dersleri adeta zorunlu hale getirmek, kindar ve dindar nesiller övgüsü yapmak, Üçüncü Boğaz Köprüsü’ne keyfince isim vermek, gazetecileri keyfi olarak tutuklamak, adı konmamış sansürü de facto uygulamak, yargılamadaki keyfiliğe bıyık altından gülmek, hukukçuları hapse tıkmak, F Tipi cezaevlerindeki insanlıkdışı uygulamalara duyarsız kalmak, Taksim’e kışlayı da camiyi de yapacağını bastıra bastıra söylemek, içki konusunda olur olmaz sürekli laf atmak derken, olan oldu. Kimsenin aklına gelmeyen, bütün ezberleri bozan bir zihniyet devrimi önündeyiz: Bu Gezi Parkı Memorandumu’dur; tamamıyla meşru, sivil ve haklı olan bu muhtıra halk tarafından verilmiştir.

Bu sivil direniş karşısında otoritenin yaptığı şey ise gerçekten ibretliktir: Bir zamanlar postmodern darbe yüzünden mağdur olanlar, şimdi postmodern kara propagandayla “evlatlarım” dedikleri çocukları hedef gösteriyor: Meğer ki bunlar faiz lobilerinin adamlarıymış, polisimizi öldürmüşler, camiye girip içki içmişler.

1969’da Kayseri’deki Türkiye Öğretmenler Sendikası toplantısının “camiye bomba atıldı” diyerek, cuma namazından sonra kışkırtılmış olan halk tarafından basıldığını anımsayanınız var mı?

Bu yaşananlar gelenekçi, doğu-batı kıyaslamasından haz duyan roman yazarının kâbusudur: Taksim’de, hem Fatih’i hem de Harbiye’yi temsil eden onbinlerce roman kahramanı bir araya gelmiş ve “ben” derken ellerini göğsünde birleştirip “biz” diye konuşan geleneğin buyurganlığına karşı “ben” kipiyle seslenmiştir: “Burası parktır, AVM olmaz.”

Toplumu kafasında taksim etmiş olanlar Gezi Platformu’nun karşısına gaz bombalarıyla ve TOMA’larla çıktı; böylece, “Taksim’in fethi” projesi, toplumu, çoğulcu demokrasiyle patriyokrasi arasında taksim etti. Bölücülükten öcü gibi korkanlar, Taksim’de bu halkı yüzde elli-elli böldü.

Üstelik askeri vesayete son vermekle övünen iktidarın aklına “Ben neden Taksim’e kışla yapıyorum?” sorusu gelmedi. Bu durum karşısında insanın istihzayla karışık “aferin” diyesi gelir; gerçekten de aferin, çünkü sivil bir iktidar, bir parkı kışlaya çevirmek için askeri prova yaptı ve muhtemel kışlanın atış talimleri, poligona çevrilen Taksim alanında gerçekleştirildi: Kırmızı kuvvetlerle Yeşil kuvvetlerin postmodern gaz savaşı tatbikatına hoş geldiniz! Karşılaşma, dünya televizyonlarından naklen yayınlanmaktadır.

1994’te yayımlanan Zaman Yeli adlı romanımın girişine Albert Camus’nün “Bütün büyük olayların önemsiz bir başlangıcı vardır” epigramını koymuştum. Söz güzeldi, romanda anlattığım şeylere bir gönderme yapmaktaydı ama yaşadığımız toplumda buna örnek olacak bir şey göremediğimi düşünür, bu sözün kudretinin yalnızca söyleyiş güzelliğinden geldiğini sanırdım. Yaşam çok güçlü: Edebiyat yaşamı sadece söze dönüştürüyor, görünen o ki yaşam, sözün en anlamlı durağıdır, sözün büyüklüğü yaşanmadan bilinemiyor.

Gürsel Korat
12 Haziran 2013
Haber kaynağı için tıklayınız; radikal.com.tr