Toplumsal Tarih: Haziran Direnişi Tahayyülleri – Ahmet Tonak

arture-isimsiz-kolonyalizm

Andre Breton demişti: “Tahayyül, gerçekleşme eğilimi olandır.“

Haziran direnişi sırasında sık sık Yüksel Arslan’ın Kapital’den1 esinlenen arture’leri geldi gözümün önüne.  Yoksa, Breton’un dediği mi oluyordu? Olmuş muydu hatta?

Arslan’ın, Marx’ın metinlerinden (teorisinden) yola çıkarak ürettikleri (tahayyülleri) hayatta yaşadıklarımıza mı (gerçeklere mi) dönüşmüştü?  Bence, evet.

Marx’ın teorik metinleri XIX. yüzyıl kapitalizminin görünen yüzünün gerisini çözümlemiş, Arslan’ın muhayyilesini tetiklemiş ve de ortaya çıkan arture’ler XXI. yüzyılın gerçekliğinin neredeyse mükemmel  bir tasviri olarak karşımıza dikilmişti.

Arture 159 kolonyalizm üzerine.  Kolonyalist gitmiş, kapitalizm dışı bir alana, tepenin yamaçlarındaki bir ‘şehre’ el koyuyor. Daha doğrusu, ilk ağızda kolonyalistin kendisi gidemeyeceği için onun adına devlet, hatta devlet adına ordu, yani zor gidiyor.  Halkı dize getiriyor. O, tırnaklarını ‘şehre’ geçirmek üzere olan el kolonyal devletin kendisidir.

Ardından bilinen hikaye gerçekleşir. Kolonyalist gider, ekonomik düzenini kurar, toplumu şekillendirir. O düzen, bir tür kapitalizmdir. El bebek gül bebek yetiştirilmesi, geliştirilmesi, korunması gerekir. O zaman da devlet hazır ve nazırdır. Arture 163 işte bu el üstünde tutulan kapitalizmdir.

Yanlış anlaşılmasın, devlet sadece kolonyal ilişkilerde aktiftir demiyoruz.  İddiamız, kapitalizmin ‘içeride’ de devletsiz tesis edilemeyeceği. Bizzat kapitalizmin beşiği sayılan ülkelerde de düzen böyle kurulmuş, ileri kapitalizmler de devlet desteği ve korumasıyla geldikleri konuma gelebilmişlerdir.2

Neoliberal dönemin kendisinin 1970’lerdeki sermaye birikimi tıkanıklığına cevap olduğu malum. Ve bu cevabın cevap olabilmesi için sermaye birikiminin sermayeye maliyetinin azaltılabilmesi gerekiyordu. Neoliberal hükümetlerin adım adım refah devletini ilgası, özelleştirmelere hız vermesi bu yüzdendir. Bu ihtiyacı karşılamak için bizzat devlet, kamuya ait olanın peşkeş çekilmesini, sosyal harcamaların kısılmasını, emtia ve para akımlarının tamamen serbestleştirilmesini neoliberal virüsün alameti farikası haline getirmiştir .

Erdoğan’ın Gezi Parkı projesinin bağlamı budur. Yapılmak istenen, “Taksim’in yayalaştırılması” veya “kentsel dönüşüm” etiketlerinin arkasına saklanmış bildiğimiz özelleştirmedir. Daha açık söyleyelim, park kimsenin özel mülkiyetinde olmadığı için halkın parkta dolaşma, ağaçların gölgesinden yararlanma imkanının sermaye yanlısı devlet tarafından gaspıdır. Arture 159’un kendisidir.  O tahayyül “gerçekleşme eğiliminde olan”ı 1971’de resmetmiştir.

Gasp sonrası da planlanmıştı. Yaygın kullanımıyla, “birilerine rant sağlama” olarak belirtilen mekanizmalar (ki sözkonusu mekanizmalar aslında yukarıda değindiğimiz sermaye birikiminin sermayeye maliyetinin azaltılmasından başka bir şey değildir) devreye sokulacaktı. Medyanın yalancısıyız, inşaatın hangi şirkete verileceği bile düşünülmüşmüş. Parkın yerine her ne yapılacaksa, mesela AVM’nin ya da rezidansın (hatta şehir müzesinin) işletmesini, şirketlere devretme, kiralama, satma da eminim gündemdeydi. Kısacası, özel sermayeye kamunun zenginliği aktarılmış, birikimin önü açılmış olacaktı. Kamu mülksüzleştirilerek, birikmiş sermayeye servet altın tepsi içinde sunulacaktı. Ne diyordu David Harvey özelleştirmeler için? Mülksüzleştirerek birikim. Erdoğan’ın tahayyülü Gezi Parkı’nda tecessüm etmek üzere idi. Direnişçiler çomak soktu.

Kim bu direnişçiler?

Kısa cevap, herkes. Gezi’yi yaşayan, İstanbul’un ve diğer şehirlerin meydanlarını dolduran, sokakta çarpışan, tencere tava çalan, park forumlarını aksatmayan, hatta sadece sosyal medyada var olan yığınlar. Yığınlar, adı üstünde herkestir. Direnişçiler, bildiğimiz toplumsal başkaldırı öznelerinden biri veya ikisi ile kolayca tanımlanacak kitleler değil.

Gerçekliğin kendisi genellikle geriden gelen teorinin kategorik kutularına sığmayınca kavramsal banallık baş gösterir. Haziran direnişçilerinin başına da bu geldi. Direndiler, ‘orta sınıf’ kutusuna sığmadılar.

Amerikan sosyolojisinin başımıza musallat ettiği onca kutudan biri de ‘orta sınıf’ kategorisidir. İlkin, Marx sosyolog yapıldı, sonra da Marx’ın işçi sınıfı kategorisi bu ‘orta sınıf’ yakıştırması ile piçleştirildi. Aslında, gelir gruplarının sıralamasına dayanan ‘orta sınıf,’ tasnif ölçütlerinin esnekliğine, grup sınırlarının nasıl belirlendiğine bağlı olarak bazen abartılan bazen azımsanan bir nüfustur. Bu nüfusun çoğunluğu emek gücünü sermayeye satan bildiğimiz işçi sınıfının asli üyesidir, bir kısmı ise emek gücünü kamu işletmelerine satan emekçilerdir. Çalışma koşulları ve işveren farklılaşması da haliyle bu kesim içinde muazzam gelir ve hayat tarzı çeşitliliği olarak tezahür eder. Haziran direnişine katılanların, bizzat gözlemleyenlerin çeşitlilik vurgusunun kaynağını kısmen bu emekçi nüfusun kompozisyonunda aramak gerekir.

‘Orta sınıf’ kategorisinin (ki tam da Haziran Direnişi bağlamında bu kategorinin tekrar baş tacı edilmesi üzerine kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta Korkut Boratav ‘orta sınıf’a “kavram mertebesine layık olmayan iki sözcükten ibaret” bir terim demeyi tercih eder 3) kavramsallaştırılmasını bu yazı bağlamında eleştirmek yerine iki farklı kullanımına değinmek istiyoruz.4 Bu şekilde, hem ‘orta sınıf’ kategorisinin tanımsal içeriğini sorgulamış hem de direnişçileri tanımlamak için doğru bir tercih olmadığını göstermiş olacağız.

Kullanımlardan ilki Haziran Direnişi’nden sadece 5 ay önce (Aralık 2012) Fuat Keyman’ın TÜSİAD’ın Görüş dergisindeki bir yazısından, başlığı hayli iddialı: Türkiye’nin Geleceğini Yeni Orta Sınıf Belirleyecek5. Giriş cümlesi de şöyle: ”Türkiye’nin 1980’den başlayarak 1990’larda yaygınlaşan ve özellikle son 10 yılda derinleşen ‘dönüşüm süreci’nin çok önemli bir boyutunu, ‘yeni orta sınıflar’ olarak adlandırılan toplumsal katman/kesim/kimlik oluşturuyor.” Bu kullanım “yeni orta sınıflar”daki sınıf kavramını bulanıklaştırıyor. ‘Orta sınıflar’ “katman/kesim/kimlik” şeklinde konulunca, ‘orta sınıf’ bu vasıfların tek tek veya herhangi bir permütasyonla zuhur edebildiği bir insan kümesi şeklinde ve oldukça gevşek bir biçimde tanımlanmış oluyor.

Tanımdaki bu belirsizlik yazıda şöyle gideriliyor: “…orta sınıflar, AB süreciyle birlikte, Türkiye’de, ekonomik dinamizmin ve girişimci kültürün itici ve taşıyıcı aktörü konumuna gel(miştir).” Ayrıca bu sınıfların kentsel dönüşüm süreçlerinde de oldukça aktif olduğu vurgulanıyor: “Anadolu kentleşirken, Anadolu kentleri kentsel dönüşüm sürecinden geçerken, yeni orta sınıflar kurumsal kimlikleriyle bu süreçte çok önemli ve etkin rol oynadı. Kentsel dönüşümün önemli aktörü konumuna geldiler. Ama aynı zamanda da, kentsel dönüşüm sürecinden yararlandılar… Kentleşme sürecinin ve kentsel dönüşümün hızlanmasına ve pekişmesine katkı verdi(ler).” Demek ki, Keyman’a göre ‘orta sınıf’ aslında Anadolu kentlerindeki kapitalist sınıftır. Bu yakıştırmayı ciddiye alan çıkar mı, bilemiyorum. Hele atfedilen siyasi misyonu gördükten sonra: “Bugün, muhafazakarlaşmayla demokratikleşme arasında yer alan yeni orta sınıfların yapacağı tercih, büyük ölçüde, Türkiye’nin geleceğini belirleyecektir.”

Bilindiği üzere Haziran Direnişi ile birlikte ‘orta sınıf’ kategorisi direnişçileri tanımlama ihtiyacı duyanlarca acilen tedavüle sokuldu. Birçok çevre tarafından da sorgusuz sualsiz benimsendi. Bu bağlamda, özgül ama talihsiz kullanımlardan birine de London Review of Books’un blogunda Çağlar Keyder’in yazdığı kısa notta6 rastladık. Bu notta, direnişçiler henüz olmamış, oluşmakta olan bir ‘orta sınıf’ (“in formation”) olarak tanımlanıyor. Oluşmakta olan, genç olan demektir. Direnişçiler de genç olduğuna, okullarını bitirince olgunlaşacaklarına ve ‘orta sınıf’a katılacaklarına göre Keyder de Haziran Direnişi’ni bir ‘orta sınıf’ hareketi olarak tanımlamakta herhangi bir beis görmüyor. Keyder’in gerekçesinin maddi temelleri gerçek durumu ne kadar yansıtıyor bence bayağı tartışmalı. Notta, Erdoğan’ın ekonomik alandaki başarısının yanısıra yüksek öğretim alanında da hayli başarılı olduğu şöyle anlatılıyor: “…Erdoğan’ın hükümeti eğitime daha fazla para ayırdı. Türkiye şimdi 200’den fazla üniversiteye ve  dört milyonu geçen üniversite öğrencisine sahip. 2008’den bu yana 2.5 milyon yeni mezun da nüfusa eklendi. Bu sayılar, mensuplarının göreli olarak modern işyerlerinde çalıştığı, küresel emsallerine benzer boş vakit ve tüketim alışkanlıklarına sahip olduğu bir orta sınıfın oluştuğunu sezdirtir. Fakat bu insanlar hayat tarzları, çevreleri ve şehir hakları için de yeni garantiler aramakta; kişisel ve toplumsal alanlarının ihlaline kızmaktadırlar. Gezi protestoları bu yeni gerçeklikten doğan ilk toplumsal harekettir.”

Erdoğan hükümetinin önceki hükümetlerle karşılaştırıldığında göreli olarak bütçede eğitime daha fazla pay ayırmasından hareketle, 200 üniversitedeki 4 milyon öğrencinin ve 2008 sonrasındaki 2,5 milyon mezunun otomatik olarak ‘orta sınıf’ kutusuna yerleştirilmesi yeterince sorunlu. Ama bu kategori aracılığıyla daha da sorunlu olan, Haziran Direnişi’ni oluşmakta olan bu ‘orta sınıf’ mensuplarının bir yandan Batı’daki emsalleri gibi “boş vakit.. tüketim alışkanlıkları” garantisi için, bir yandan da “çevre,” “şehir hakkı,” ve de “bireysel ve toplumsal alanlarının ihlaline” bozuldukları için gerçekleştirdikleri iddiasıdır. Bırakalım “şehir hakkı” kavramının anti-sistemik özünden bihaber kullanımını, Direniş’e katılanları son tahlilde sistem içi, garantiler pazarlığını hedefleyen, yeterince müsamaha gösterildiğinde herkesin üniversite mezunlarına yakışır tarzda ‘modern işyerlerine’ dönecek ‘orta sınıf’ mensupları olarak görmeye ne demeli?

Kısacası, direnişçilerin çoğunluğunun genç,  üniversite mezunu veya öğrencisi olduğu gözleminden yola çıkarak hareketin ‘orta sınıf’ ağırlıklı olduğu nitelemesini yapmak bize çok anlamlı gelmiyor. Bu niteleme, söz konusu kitlenin öğrenci kesimi için ebeveynlerin sınıfsal profilini, mezunlar için ise çalışma konumlarını bilmeyi gerektirir. Kaldı ki, mezunların tamamının iş sahibi olduğunu, mezun olacakların da rahatça iş bulabileceklerini varsaymak, istihdamsız büyümenin norm haline geldiği günümüzde aşırı iyimserliktir. Boratav’ın yukarıda değindiğimiz görüşmesinde üniversite öğrencilerini bekleyen gelecek hakkında söyledikleri bize Keyder’in tasvirinden çok daha gerçekçi geliyor: “kapitalizm onlara işsizlik vaat etmektedir. Bu nedenle ilk aşamada yedek emek ordusunun saflarına girecekler ve nesnel konumlarıyla en genel anlamda işçi sınıfının öğeleri olacaklardır.”

Haziran Direnişi’nin sınıfsal karakterine ilişkin tartışmalar bir yana, daha az tartışmalı olan yan Direniş’in temsili demokrasinin sınırlarını göstermiş olduğu gerçeğidir. Artık o malum temsili demokrasi elbisesine bu toplum sığmıyor. Bizatihi bu durum alternatifin el altında olduğu anlamına gelmiyor tabii. Ama şurası da kesin; Haziran Direnişi’ni yaşamamış olsaydık temsili demokrasiyi aşma ihtiyacını bu kadar derinden hissediyor, parklarda, meydanlarda, mahalle mahalle alternafine kafa yoruyor da olmayacaktık. Az buz kazanım değil. Heba etmemek gerekiyor bu imkanı.

1 Bu ifade tam doğru olmadığı halde sık sık tekrarlanır. Arslan’ın Kapital’den esinlenerek yaptığı söylenen arture’lerin bir kısmı aslında Marx’ın diğer metinlerine dayanır; Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Vera Zasulich’e mektup vb. gibi.

2 Ha-Joon Chang. 2003. Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü. İstanbul: İletişim Yayınları (çev. Tuba Akıncılar Onmuş).

3 Korkut Boratav’la sendika.org sitesindeki 16 Haziran 2013 tarihli görüşme: “Her Yer Taksim; her yer direniş” Bu işçi sınıfının tarihsel özlemi olan sınırsız, dolaysız demokrasi çağrısıdır. (http://tinyurl.com/ly6n9em)

4 Bu kategorinin eleştirisini teorik, ampirik ve siyasi veçheleriyle başka yazılarda ele almıştık: S. Savran ve E. A. Tonak. 2007. “Üretken Olan ve Olmayan Emek: Açıklığa Kavuşturma ve Sınıflandırma Denemesi” Praksis. Sayı: 16; S. Savran. 2009. ”Sınıfları haritalamak: Sınıflar birbirinden nasıl ayrılır?” Devrimci Marksizm. Sayı: 6-7.

Y. Karahanoğulları ve E. A. Tonak. 2009. “Türkiye’de Üretken Olmayan Emekçiler Sömürülmüyorlar mı?” Toplum ve Hekim. Mart-Nisan.

5 Fuat Keyman. 2012. “Türkiye’nin Geleceğini Yeni Orta Sınıf Belirleyecek” Görüş. Aralık. ( http://tinyurl.com/qeln29y)

6 Çağlar Keyder. “Law of the Father” LRB Blog. 19 Haziran 2013. (http://tinyurl.com/o4cqffw)

Ahmet Tonak
1 Temmuz 2013
Kaynak; sendika.org