Çaylak Haber; ‘Sürreal zamanlar yaşıyoruz” Filiz Yavuz

Çaylak Haber “Bu sese kulak ver” röportaj dosyasına bir yenisini daha ekledi. Gazeteci Filiz Yavuz ile gerçekleştirilen 10. röportajda Yavuz tanık olduklarını Çaylak Haber takipçileri ile paylaşıyor. Bir dönem Birgün Gazetesinde çalışan Yavuz , Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü öğrencilerinin, 11 saatlik ”Bir Gazete Nasıl Çıkarılır” başlıklı atölyesi kapsamında Ege Üniversitesi’ne gelerek iletişim fakültesi öğrencileriyle atölye çalışmalarını gerçekleştirdi.

filiz-yavuz

Gezi Parkındaki direnişin içinde aktif olarak yer aldınız. Bize oradaki atmosferi anlatır mısınız?

Gezi Parkı direnişini destekliyordum, diyelim. Aksi halde sabah-akşam parkta nöbet tutan arkadaşlarıma haksızlık etmiş olurum.

Parkı en iyi anlatabilecek kelime sanırım “dayanışma” olur. Ne zamandır unuttuğumuz bu duyguyla Gezi Parkı’nda, şimdiye dek hiç rastlamadığımız bir yaşam kurulmuştu: Para geçmiyor ama herkes doyuyordu. Para geçmiyor ama herkes okuyordu. Para geçmiyor ama herkes çay-kahve içiyordu, müzik ve hatta piyano dinliyordu. “Artık şarkı dinlemek istemeyen” insanlar şarkı söylüyordu.

Bedava çay-kahve dağıtılıyor, erzak dağıtılıyordu. Bu erzaklar nereden geldi peki, sorusunun yanıtı ise basit: Gönüllüler getirdi, elleri kolları dolu geldiler parka. Gelemeyenler de gönderdiler. Bu arada gönüllüleri, yok efendim iç mihrak aman efendim dış mihrak şeklinde lanse etmeye meyilli bir kitlenin olduğunu düşünerek örneklendireyim. Bir sabah Park’ta iki ekmek ve peynirin olduğu bir poşet ve poşetin üzerinde el yazısıyla yazılmış şöyle bir not bulundu: “Canlarım ben Kadriye. 70 yaşındayım. Size ekmek ve peynir getirdim.”

Devrim Market vardı, hani “AKM’yi pankartlardan temizleme operasyonunda” polisin öfkesine mazhar olan. O da aynı şekilde doluyordu. Yine gönüllülerin desteğiyle yedek giysi, battaniye ve yağmurluk dağıtan “mağaza” vardı. Biber gazlı saldırılardan eylemcilerin kendilerini koruması için maske, baret, limon, talcid ve sirke gibi “barikat malzemeleri” de dağıtılıyordu. Bilmem ücretsiz olduklarını eklememe gerek var mı?

Gezi bostanı, çocuklar için oyun alanları, tuğlaların üst üste konmasıyla elde edilen bence dünyanın en keyifli kütüphanesi de parkın diğer bölümlerindendi. Gezi direnişinin pek çok bileşeninin standı vardı bir de çadırların arasında. Park üç boyutlu mizah dergisi gibiydi, parka girince o derginin içinde buluyordunuz kendinizi; rengarenk pankartlar, komik afişler…

Sabah mıntıka temizliğiyle gün başlıyordu, eylemciler çöp poşetlerini kapıp ellerine eldivenlerini geçiriyordu. Kimi süpürgeleri alıyordu. Mutfakta kahvaltı hazırlanıyor, çaylar dağıtılıyordu. Bostandaki çiçekler sulanıyor, kitap okuyordu ve dahi mizah dergileri… Park her daim kalabalıktı, lakin iş çıkışı adım atacak yer kalmıyordu. Ondan sonra da zaten sloganlar eksik olmuyordu. Genellikle saldırıya hazır oluyordu Gezi ahalisi, ne zaman, nereden, neyin geleceği pek belli değildi çünkü. Bu arada hemen ekleyeyim, özellikle saldırı zamanlarında dayanışma en üst seviyede hissediliyordu. Gaza maruz kalmış eylemcilerin gözlerine talcid+süt karışımından oluşan “ilk yardım” malzemesini sıkmak için deyim yerindeyse yarışıyordu ahali. Yollar açılıyor, yaralılar hemen revirlere taşınıyordu… Revirlerde gönüllü doktorlar vardı, hani Sağlık Sakanlığının haklarında soruşturma açtığı doktorlar, ambulanslar saatlerce gelmezken doktorlar yaralılara müdahale ediyordu.

Gezi Parkı’na sabah 5’te çadırda uyuyan insanların üzerine polisin biber gazı atmasıyla tetiklenerek tüm Türkiye’ye yayılan bu süreçte Gezi’nin çok önemli bir yeri var. Gezi’deki kararlılık bütün Türkiye’ye taşındı, Gezi’deki dayanışma duygusu bütün Türkiye’ye taşındı. Sokağa çıkamayan insanlar, hiç tanımadıkları zor durumdaki eylemcilere kapıları açtı. Mümkün müydü bu bir ay önce? Birinci katlarda yaşayanlar eylemciler için pençelere limon, ıslak havli, sirke, talcid+süt karışımı bıraktı.

Ama Türkiye genelindeki eylemler sadece Gezi Parkı ile ilgili değil; insanlar özellikle 2007’den sonra “artarak artan” yasaklara, Başbakan’ın “ayarlarına”, polis şiddetine, biber gazı kullanımına, iktidarın kendinden olmayanı yok sayma eğilimine, bunu meşrulaştırma ve yasal zemine oturtma çalışmalarına karşı sokağa çıktı. Bu süreçte dayanışma duygusunun yanı sıra en çok önemsediğim şeylerden biri, 12 Eylül’den beri toplumun üzerinden yaratılan korku eşiğinin aşılması ve yine o korkuya paralel olarak toplum nezdinde olumsuz algı uyandıran “eylem” ve “direniş” gibi kavramların yeniden meşrulaşması oldu. Önemsediğim diğer şey de HES’ler, termik santraller, nükleer, maden ocakları, mermer ocakları, 3. köprü gibi konularda son derece ısrarcı olan ve bu konularda ustaca rıza üretimi yaratan hükümete karşı toplumun çevre konusundaki farkındalığının artması oldu.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın çevrecilere yapılan müdahalenin haksız olduğunu söyleyerek destek veren kurumları hedef göstermesi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu, her zaman başvurulan bölme taktiği aslında. Küçümsedikleri “3-5 ağaç” eyleminin böylesi bir patlamayı tetikleyeceklerini düşünmemişlerdi. Sonra baktılar iş büyüyor, hemen dezenformasyona başladılar. Rıza üretimine soyundular.

Önce “Başörtülü kadınların örtülerini zorla açtırıyorlar parkta” dendi. Parktaki başörtülü kadınlar bu iddiayı yalanladı. Sonra “Camide içki içiliyor, grup seks yapılıyor” yalanı yayıldı, bu da bizzat o caminin imamı tarafından yalanlandı. Ama maalesef Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, adeta can pazarına dönmüş camide gönüllü doktorların yaralı tedavi ederken görüntülerinin olmasına rağmen hala bunun dillendirmekten geri durmuyor. Baktılar ki olmuyor, çok bekledikleri birbiriyle anlaşamayan gruplar arasında da bir türlü husumet çıkmıyor. Eylemi organize ettiği iddia edilen dış mihraklar Avrupa’dan Çin’e kadar uzandı sonra! Kötü çeviriye kurban gitmiş “faiz lobisi” de ha keza. En sonunda “samimi çevreciler” ve “marjinal gruplar” diye bir dil tutturdular. En sonunda da bu iki grup arasındaki ayrımı Başbakan, tuvaletini nereye yaptığı üzerinden koydu biliyorsunuz. Gerçi o ayrımcı dili de en sonunda bıraktılar, parka müdahaleden sonra da herkes “terörist” ilan edildi!

Taksim Dayanışması bileşenlerini kimlerdir. Nasıl bir eylemci profil vardı gezi parkında ?

Taksim Dayanışması, yaklaşık 1.5 yıl önce 80 tane bileşenin bir araya gelmesiyle kuruldu. Şimdi sanırım bileşen sayısı 100’ün üzerinde. Bunların içinde siyasi partiler, dernekler, meslek odaları, sanatçı birliktelikleri ve sendikalar var.

Gezi eylemlerini en güzel anlatacak kare, DHA’nın geçmiş olduğu fotoğraf. Taksim Meydanı’nda polisin sıktığı sudan, BDP bayrağı tutan bir adam ile Türk bayrağı tutan bir kadın elele kaçıyorlar. Az ötelerinde kurt işareti yapan bir adam tomaya karşı duruyor. Yani sürreel zamanlar yaşadık / yaşıyoruz. Ez cümle homojen olmayan bir kitleyle karşı karşıyaydık Gezi’de ki; aynı kitle şimdi sokaklarda.

Geçen hafta KONDA Araştırma ve Danışmanlık Şirketi, Gezi Parkı eylemcileriyle ilgili bir araştırma yapmıştı. Buna göre katılımcıların % 79′u hiçbir parti, kulüp ya da dernek üyesi değildi. %69’u sürecin başındaki polis şiddetine duydukları için eyleme katıldıklarını söylüyordu. Ayrıca Gezi Parkı eylemi, eylemcilerin %45’inin ilk eylemiydi.

Bir gazeteci olarak alternatif medyanın Gezi Parkı’na bakışını değerlendirir misiniz ? Sosyal medya bir direniş ve ses duyurma alanı mı oldu? Sosyal medya için neler söylersiniz?

Sözünü ettiğim araştırmaya göre eylemi ilk olarak televizyondan duyanların oranı yüzde 7 iken, sosyal medyadan duyanların oranı yüzde 70. Bu durum eylem süresince de devam etti. Haber kanalları üç maymunu oynarken sosyal medya, Gezi sürecinde insanların gözü, ağzı, kulağı oldu: İnsanlar Gezi Parkı eylemiyle başlayarak tüm Türkiye’ye yayılan süreçte neler olduğunu sosyal medyadan öğrendiler, haberi oradan aldılar. Yani sosyal medya liberal çoğulcu basın anlayışına göre medyanın 4. güç olma işlevini yerine getirdi.

Eylemciler açısından da sosyal medyanın büyük önemi vardı. Gezi Parkı’nın günlük ihtiyaçları sosyal medya üzerinden paylaşılıyordu, açıklamalar, duyurular, çağrılar bu mecralardan yapılıyordu. Diğer illerle iletişim bu mecralar üzerinden sağlanıyordu.

Polisin biber gazlı müdahalelerinde sosyal medya üzerinden yardım isteniyordu başta. Ama Gezi ahalisi ve eyleme destek verenler yaşayarak gördü ki; bu mecrayı polisler de kullandığı için, “X apartmanında maruz kaldım” ya da “Şurada oturuyorum evim direnişçilere açık” şeklindeki tweetlerini onlar da okudu ve o adreslere baskınlar oldu. Hatta bizzat polis adreslerinden yanlış bilgiler yayıldı. Örneğin Cevahir Alışveriş Merkezi’nin eylemcilere kapısını açtığı tweeti dolaşıma sokuldu ve sonradan öyle bir şeyin olmadığı, oraya sığınan eylemcilerin gözaltına alındığı öğrenildi. Bu da sosyal medyanın azizliği olsa gerek, o kadar çok doğrulatılmamış bilgi var ki, bunların hangisinin doğru olduğunu bilemiyorsun!

Gezi eylemlerindeki twitter etkisinin ne kadar büyük olduğu ve AKP Hükümeti’nin bundan duyduğu rahatsızlık zaten Başbakan’ın twitter için kullandığı “baş belası” ifadesinden ve Yenişafak’ın “Twitter örgütü” manşetinden de anlaşılabiliyor zaten

Gezi eylemcileri Başbakan’ın halk oylaması önerisini nasıl değerlendirdi?

Hükümet, bu patlamayı sadece Gezi Parkı’yla sınırlı tutmak ve diğer nedenleri görmezden gelmek eğiliminde. Bu yüzden Taksim Dayanışmasının biber gazı kullanımı yasaklansın, gözaltındakiler serbest bırakılsın, Türkiye’nin tüm meydanları mitinglere açılsın, sorumlular istifa etsin gibi taleplerini kabul etmedi. Tabi Gezi Parkı’nın park olarak da kalmasını kabul etmedi, çözüm olarak halk oylaması önerdi. Halk oylaması diktatörlükle yönetilen rejimlerdeki demokrasi kisvesi aslında.. Dolayısıyla halk oylaması Gezi ahalisi tarafından kesinlikle reddedildi. Zaten bu bir referandum olmayacağından HSYK değil, belediye yapacak. E seçmen kütükleri yok, seçim organizasyonu yok. Muhtemelen belediyenin anketine dönecek bu iş ve ne derece güvenilir olacak? Kaldı ki zaten mimarlık ve şehircilik birer bilim dalıdır. Nasıl ki tıp halk oylamasına sunulamıyorsa bu bilim dalları da sunulamaz. Bu doktorların “kanser” teşhisi koyduğu bir hastaya “nezle” diyen Hükümet’in bunu halka sormasına benzer. Seyirciye sorma hakkımı kullanıyorum gibi bir şey olabilir mi bilimde?

Ama önce bir yargı süreci var önümüzde. En azından Başbakan’ı “Ben ne dersen o” noktasından “yargıya saygılıyız” noktasına getirdi sokak. Gerçi halimiz ironik, bir Başbakan yargı kararına saygı duyacağını açıkladı, diye seviniyor halk. Lakin yargının bağımsız olmadığı ve kolaylıkla yargı kararlarına müdahale edildiği düşündüğünde… ben Gezi Parkı süreci için bir miktar tedirginim açıkçası.

Neler bekliyor sizce Gezi Parkı’nı direnişinin sonuçları neler olabilir?

Başbakan’ın yargıyı göreve çağırması, Başbakan’ın Taksim Dayanışmasından DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu’nun üstüne yürümesi, eylemcilere ilk müdahaleyi eden gönüllü doktorlar hakkında Sağlık Bakanlığı tarafından soruşturma açılacağının duyurulması, Emniyet’in televizyon kanalarından eylem görüntülerini istemesi, tweetlerin incelenmeye alınması, Hükümet’in, o meşhur “mesajı” almadıklarının birer göstergesiydi aslında. Ancak Gezi ahalisinin parkı nasıl boşaltacağını müzakere ettiği sırada polisin parka saldırması sanırım sadece Başbakan’ın kibriyle açıklanabilir. Yani Taksim Dayanışması parktan çekilmeme kararı alsaydı saldıracaklardı; çekilme kararı aldı, ama daha çekilmeden yine saldırdılar. Demek ki amaç saldırmaktı! Saldırmamak, “Ben yendim, nasıl da yaka paça attım sizi parktan” demek ve halkı biber gazıyla, plastik mermiyle, copla, gözaltıyla cezalandırmak.

Bu arada vali Mutlu’nun iddia ettiği gibi “parkı boşaltın anonsu” 40 dakika boyunca yapılmadı. Ben 10 dakikalık ne söyledikleri pek de anlaşılmayan bir anonstan sonra harekete geçtiklerini anımsıyorum. Kaldı ki o sırada Taksim Meydanı’ndaydım ve anonsları duyabildim, parktaki insanların o gürültüde anonsları duyduklarını hiç sanmıyorum. Zaten parkta olan insanlar da aniden üzerlerine gaz bombalarının geldiğini söyledi. Sonrası tam bir zulüm gecesiydi işte… Kask numaralarını kapatmış polisler, gözaltına alındığı bilinen ve fakat nereye götürüldüğü bir türlü öğrenilemeyen gözaltılar… Bir gün sonra Taksim, Beşiktaş ve Harbiye üçgeninde adeta sıkıyönetim ilan edilmişken, ki polis 20.00’ye kadar sokağa çıkma yasağının olduğunu duyurdu, Taksim’e giden yollar kapalıyken belediye otobüsleri direksiyonu Kazlıçeşme’ye kırdı. İstanbul’da Başbakan davullu zurnalı mitingle adeta gövde gösterisi yaparken Ankara’da polis tarafından gerçek mermiyle öldürülen Ethem Sarısülük’ün cenazesi vardı. Sürece dair daha belirgin işaretleri işte o gün daha net aldık: Cenaze töreninin Kızılay’da Sarısülük’ün öldürüldüğü yerde yapılmasına izin verilmedi. Taraftar grubu Çarşı’ya yönelik operasyonların başladı. Başbakan “tek tek hesap soracağız” diye tehdit etti insanları.

Sürecin geldiği nokta bu, ama önemli olan bu değil. Çünkü bundan bir ay önce böyle bir hareketin doğacağını bırakın öngörmeyi söyleseler bile inanmazdım. Zaten sanırım ne iktidar odakları, ne muhalefet, ne de bağımsız yurttaşlar… hiç kimse inanmazdı. Bende o öngörüsüzlük hali biraz devam ediyor açıkçası, tam olarak kestiremiyorum. Dedim ya sürreal zamanlar yaşıyoruz. Ama şunu biliyorum, AKP bu süreçte çok oy kaybetmese bile prestij kaybetti ve insanlar gücünün farkına vardı. Dolayısıyla hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yukarıda söylediğim gibi Gezi Parkı için yargı sürecinden biraz tedirginim, ama Gezi Parkı eylemleriyle başlayarak tüm Türkiye’ye yayılan süreçten son derece umutluyum. Biliyorum, süreç daha da gerilecek. Eylemciler zor kullanılarak Gezi Parkı’ndan çıkarılmış olabilir, ama o eylemciler artık üzerlerine sinen ya da genetik olarak geçmiş olan 12 Eylül korkusunu yaşamıyor. O eylemcilerin İstanbul’da ve dahi Türkiye’nin her yerinde sesi yankılanıyor: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam”

Röportaj : Ürgen Tepe
20 Haziran 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; caylakhaber.com