Sol Defter: “Üçüncü Kutbun tam zamanı” Ertuğrul Kürkçü

ertugrulkürkcü

Siyaset: AKP, tam olarak bitip bitmediği tartışmalı bir konu ama eski statükoyu tasfiye etme ve bir yeni rejim kurma çabası içinde. Yeni Anayasa da bunun meşruiyet kaynağını oluşturacaktı. Çok büyük bir güce sahip görünüyordu AKP. Gerçekten de yüzde 50 civarında bir oy, ülke tarihinde az görülen bir şey. Devletin bütün temel kurumlarını ele geçirmiş ya da kontrol altına almış durumda. Ama Gezi İsyanı sırasında görüldü ki, yine de kendini güvende hissedemiyor. Hatta Gezi’den sonra kendi içine dönme, içe kapanma tutumuna girdi. AKP’nin yeni rejiminin kurulması işinde neredeyiz? Bunu başarabilir mi? Gezi süreci bunu nasıl etkiledi?

Ertuğrul Kürkçü: AKP’nin hegemonyasının ağır bir sarsıntı geçirdiğini -eğer yıkıldı, çöktü demek çok iddialı olacaksa- söyleyebiliriz. Hegemonya dediğim zaman esasen şunu kastediyorum: Bir rejimin ya da bir liderliğin varlığının ve haklarının uzun boylu tartışılmaksızın kabullenildiği bir durumdan söz ediyoruz. Buna itirazlar olabilir… Örneğin 2007 seçimlerinde, hemen hemen 2011 seçimlerinde aldığı oy kadar almıştı, ama 2007 seçimleri sonrasında AKP’nin hegemonyası şimdikinden çok daha yüksekti. Çünkü kaybedenler, itirazları olsa da, “Ne yapalım böyle gitsin” deme eğilimindeydiler. Fakat şimdi öyle değil. Şimdi AKP’ye oy vermemiş kitle de, AKP’ye oy verenler de bunun böyle gidip gitmeyeceğini tartışıyorlar. Bu andan itibaren “Hegemonya ağır sarsıntı görmüştür” diyebiliriz. Bu andan sonra meşruiyet tartışmaları, bu andan sonra her türlü davranışın ikinci bir elekten geçirilerek değerlendirilmesi çığırı başlıyor ki, bu bir hükümetin başına gelebilecek en büyük sıkıntılardan biri. Şimdi AKP bununla karşı karşıya. Ancak sadece içerde değil dışarıda da aynı sıkıntıyla karşı karşıya. AKP’yi iktidara getiren konsensüs sadece içerde değil, dışarıda da, uluslararası alanda da, sadece Batıda değil Doğuda da var olan bir konsensüstü. AKP önderliğinin Türkiye’yi yönetiyor olmasının Müslüman bir toplumun gerilimlerini hafifletebileceğini, onu Avrupa Birliği ekseninde yeniden hizaya dizebileceğini, böylece kapitalist âlemin doğusu ve batısı için makbul bir durum ortaya çıkabileceğini varsayan bütün uluslararası kapitalist güçler de, AKP’yi neredeyse kendi kucaklarında, pamuklar içinde iktidara taşıdılar. Hatırlayalım, eğer ABD’nin ve AB’nin verdiği ekspres onay olmasaydı ne Tayyip Erdoğan hapisten o kadar şatafatla çıkabilir, ne de o kadar tartışmasızca devletin başına geçebilirdi. Çünkü CHP ona bu onayı, bu uluslararası kabul üzerinden verdi. Şimdi bu onay mekanizmalarının hiçbiri işlemiyor. ABD ile Türkiye, yani AKP yönetimi hem iç politika, hem uluslararası politika, hem Amerikan menfaatleri ile Türkiye devletinin ya da hükümetinin menfaatleri arasındaki uyumsuzluklar bakımından büyük bir gerilim yaşıyorlar. Avrupa Birliği ile aynı gerilim yaşanıyor. Bununla da kalmadı, Davutoğlu siyasetinin bizi vardıracağı söylenen komşularla sıfır sorun siyaseti çoktan son bulduğu gibi, şu an Türkiye bütün Arap dünyasında kendi aleyhindeki gösterileri, kendi aleyhindeki medya kampanyalarını önleyebilmek için büyük gayret sarf ediyor. Daha geçende Meclis’te tartışmasını yaptığımız, Lübnan’a barış gücü gönderme kararından sadece altı ay sonra, biz Meclis’te ne demişsek, bütünüyle aynı gerekçelerle, şimdi Türkiye Lübnan Barış Gücü’nden asker çekiyor, çünkü orada halk tarafından iyi karşılanmadığını, bir işlev yerine getiremediğini, tersine bir gerilime yol açtığını gördüler. Ama asıl neden Türkiye’nin Lübnan çıkarlarına aykırı biçimde orada durmasıydı. Şimdi bu çıkarlarla Türkiye’nin oradaki mevcudiyeti arasında çatışma ortaya çıkınca Lübnan’daki Barış Gücü’nden de çekilmiş oldu.

Siyaset: Gezi İsyanı sırasında ve sonrasında Tayyip Erdoğan bir “faiz lobisi” suçlaması yöneltti sermaye sınıfının en kalburüstü kesimlerine. Sonra bir takım imalarla suçlamalarını sürdürdü ve Koç grubuna ait şirketlere baskınlar yapıldı. Bu, egemen blok içinde bir çatışmaya mı tekabül ediyor, yoksa konjonktürel bir mesele mi sadece?

Kürkçü: Birikim olarak bakılırsa, içeride dışarıda bir hegemonya kaybıyla karşı karşıyayız. Dahası var, AKP Gezi’den sonra bir terane tutturdu, dedi ki “Bu bir uluslararası komplodur, bu komplonun bir faiz lobisine dayandığı ortadadır” ve bu tezi geliştirmek için de Yiğit Bulut denilen tuhaf yaratığı kiraladılar. Şimdi o, TRT’nin bir kanalında her gece aslında daha önce “Avrasyacılar”ın anlattığı şeyleri anlatıyor. Türkiye’nin ne kadar büyük bir sömürü çarkı içerisinde yok edilmekte olduğunu, buna karşı Başbakan’ı neredeyse bir Chavez gibi takdim ederek, bununla muazzam bir kavga yürütüldüğünü, Türkiye’nin uluslararası kapitalist sistemin dışına çıkmaya mecbur ve mahkum olduğunu anlatıyor bir yandan; fakat bir yandan da Türkiye’de hepimizin gözünün önünde görüldüğü gibi Hükümet hem neo-liberal iktisadi politikalarının bütün gereklerini yerine getiriyor, hem de öte yandan bunu son derece muhafazakar bir tarzda icra ediyor. Yani bu lafla pratik arasında herhangi bir ilişki yok. Ama bu laflar bize Türkiye’deki kapitalist bloklar arasında önemli gerginlikler olduğunu düşündürüyor. Ve bu önemli gerginliğin bir ucunda AKP devrinde devlet kaynakları kullanılarak varlık, servet ve kudret sahibi kılınmış olan sermaye grupları, diğer ucunda ise Cumhuriyet kurulduğundan bu yana Türkiye’deki kapitalist gelişmenin hem sebebi hem de ürünü olan, daha önce hükümet olmuş başbakanların sonunda devrilmeden önce kendilerinden şikayet ettiği İstanbul büyük sermayesi, ya da TÜSİAD’da ifadesini bulan sermaye grupları var.
Buraya bir mim koyalım. Ben hatırlıyorum -çocuktum o zaman- Adnan Menderes devrilirken en büyük şikâyeti sermayenin kıtlık yarattığı ve kendisine karşı komplo kurduğuydu. Süleyman Demirel devrilirken aynı teraneyi anlattı. Ecevit devrilirken aynı öyküyü dinledik. Tansu Çiller aynı şeyden, “creme de la creme”den şikayet etti. O Avrupai bir deyim bulmuştu ama sonuç olarak aynı şeylere işaret ediyordu. Özal’ın arası bu kesimlerle genellikle iyi olsa da TÜSİAD’ın onun devrinde “kleptokrasi”ye (hırsızların egemenliği) karşı açık bir saldırı başlattığı hatırlarda. İşte şimdi de Tayyip Erdoğan şikayet ediyor. Bu, tartışmada önemli olan kimin haklı olduğundan ziyade, hegemonyanın yitiminin ifadesi olması… Bugüne kadar onların sözcülüğünü yaparken, örneğin özelleştirme programlarının tamamı, kamu varlıklarının bu kesimlere transferi olarak cereyan ediyor iken, apansız Erdoğan’ın Davut’a karşı savaşan Golyat gibi takdim ediliyor olması, aslında böyle olduğundan değil, bu sermaye gruplarıyla karşı karşıya gelen büyük halk kitlelerinin duyduğu öfkeyi kendi üzerinden o tarafa doğru kanalize edebilme, sermayenin temsilciliği rolünden sıyrılarak, sermaye sahipleri ile kitleleri karşı karşıya bırakma gayretinin ifadesi.

Siyaset: AKP hükümeti toparlanıp yeniden egemen sınıfa güven verebilir mi?

Kürkçü: AKP, uluslararası durumda, bölgesel ilişkilerde yeni bir beklenmedik durum olmaz ise, aşağı doğru kaymaktadır. Bunu söyleyebiliriz. Herhangi bir seçim sonucuyla da teyit edilmesi veya edilmemesi söz konusu olmayan bir şeydir bu aşağı doğru kayma, karşıtlarının onu kabul edip etmemeleriyle ilgili bir şeydir. Eskiden ona oy vermeyenler de “Tamam böyle gidelim” diyorlardı. Şimdi artık “Böyle gitmeyelim” diyen bir isyan hareketiyle kesintiye uğramış, yarılmış bir hegemonyadan söz ediyoruz. Bunun onarılması imkanları da, AKP’nin bu krizi hiçbir şekilde yönetememesiyle büyük ölçüde ortadan kalktı. Nasıl bir mucize olur da bunu yeniden onarabilirler, bunu onlar düşünsün. Bizim meselemiz, bu hegemonya yitimine yeni bir seçenek sunarak cevap vermek.

Siyaset: Erdoğan rasyonel düşünmekten uzaklaşmaya mı başladı?

Kürkçü: TÜSİAD ile bu kadar kora kor bir kavgaya girişmenin, aslında bir iktidar rasyoneli olmaktan çok, Tayyip Erdoğan’ın tek adam tavrıyla da ilgisi var. Çünkü, AKP’nin zenginleştirdiği sermaye gruplarından da bu konuda beklediği desteği almadı. Gerek Odalar ve Borsalar Birliği, gerek MÜSİAD, gerek TUSKON, gerek muhafazakar kentlerin –örneğin Konya, Kayseri- sanayi ve ticaret odaları, Koç ailesine bu şekilde saldırmanın hiç de mantıklı olmadığını, ve bu saldırının durdurulması gerektiğini savundular; çok basit bir nedenle, çünkü taşra sermayesi üzerinde yükselen bu yeni AKP zenginleri sınıfı, esasen bu TÜSİAD’dakilerin bölgesel temsilcileri, distribütörleri, bayileri, bankalarının müşterileri vb idiler. Bunları Doktor Hikmet Kıvılcımlı zamanında Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi kitabında uzun uzun anlatmıştı. Geleneksel ile modern, taşra ile merkez birbirine karşıt değil, birbirinin uzantısıdırlar, bir hâkimiyet rejimi bağlamında. Bunu çok iyi görmüş idik. Dolayısıyla bu tavırlarında şaşılacak bir şey yok. Tayyip Erdoğan burada gerçek ilişkiler düzeyinin ötesinde bir tedbir öneriyor. Bu yüzden de çuvallamaya, baş aşağıya gitmeye mahkûm. Zaten bu tezi işlemek için kiraladığı insana bakınca aslında ne kadar umutsuz bir durumda olduğunu görebiliriz. Çünkü bundan sadece beş sene evvel Yiğit Bulut aynı tezleri Ergenekoncular namına, Tayyip Erdoğan aleyhine işliyordu. Onda değişen bir şey yok. Onun bir tezi var, kim isterse ona satıyor. Şimdi Tayyip Erdoğan ona alıcı çıktıysa, bu şu anlama gelmektedir: Uluslararası kapitalist sistemin kabul düzeyinin ötesine düşmüştür; hem iktisadi politikaları hem bölgesel siyaseti dolayısıyla. Aslında Türkiye kendi devlet gücünün maddi ve askeri kapasitesinin elverdiğinden daha geniş bir hâkimiyet peşinde koşmakta olduğu için şimdi sistem ona sınırlarını göstermektedir. Burada oburluğu, tamahkârlığı yüzünden sistemle çatışmaya düşmüş olmasını, sistemin karşısına geçtiği için sistemle çatışıyormuş gibi gösterme illüzyonistliği de, tabii bir iktidar koruma mekanizması olarak denenebilir. Fakat bunun ne kadarı gerçek durum karşısında, halkın gözünde ikna edici olabilir, ne kadarı olmaz, onu göreceğiz. Bu kısmen de bize bağlı. Teşhir mekanizmasını işletmek, bütün bunları ortaya koymak için hakiki bir çaba göstermek çok önemli. Bu sarsılan hegemonyanın hakikaten sarsılmış olduğunu kitlelere gösterebilirsek eğer, o zaman çocuk oyunu gibi görünen bu saçmalıkların yerini bu sefer çıplak zor alacaktır, hatta şimdiden almaya başlamıştır diyebiliriz.

Siyaset: Tam bu dönemde bir de AKP ile Cemaat arasında bir sürtüşme, son dönemlerde iyice ayyuka çıktı. En son da 11 maddelik bir açıklama geldi Cemaat cephesinden. Orada Hükümet’i de dolaylı olarak suçladılar. “Tasfiye ediliyoruz” dediler, “Gezi direnişinin arkasında bile bizim olduğumuz söyleniyor” dediler. Cemaatin uluslararası konumlanması dikkate alındığında, Amerika’dan da destek aldığı dikkate alındığında, aslında küresel sermayenin bir tepkisidir de diyebilir miyiz, Cemaat’in tutumuna?

Kürkçü: Cemaat’le çatışma, Cemaat’le çatışmadır diye düşünüyorum. İlla Cemaat’in uzun boylu Washington’un bir tercihi olup olmamasına, bağlamıyorum. Çünkü ABD’nin tercihi olarak iktidara gelmiş olan pek çok liderin, mesela Saddam Hüseyin’in sonunda ABD tarafından boğazlanarak iktidardan götürülmüş olduğuna bakacak olursak, bunun illa organik bir ilişki anlamına gelmeyebilecek olduğunu akledebiliriz. Ancak şu bir gerçek, bence Cemaat’in ABD ile ilişkilerini mümkün kılan şeylerden biri de o Cemaat’in İslami, muhafazakar sermaye sahiplerinin uluslararası sistemle daha yakın bir işbirliği ve uyum arayan kesimlerini temsil ediyor olması. Cemaat’in üzerine bindiği alana bakacak olursak, gördüğümüz şey daima, küresel ticarette şu ya da bu şekilde yer tutan, deniz aşırı yatırım ve ithalat/ihracat ilişkileri içinde zenginleşen, bu zenginliğini kısmen Hükümet’in uluslararası ilişkilerini bir dönem idame ettirmesi ya da onun açtığı kanallardan yürümekle sağlayan bir kesimin sesini, uluslararası sistemle çatışmaya sokmuş olan kesimin sesinden ayırıyor olmasıdır. Daha düz konuşacak olursak, Fethullah Gülen’in siyasetinin daima ABD ile çatışmama esası üzerine kurulduğunu görebiliriz. Kısmen Tayyip Erdoğan’ınki de böyledir. Hala Obama ve ABD aleyhine tek bir söz etmediğini görebiliriz. Ancak Fethullah Gülen Cemaati ABD’ye rağmen herhangi bir siyaset yürütmediği için o cephede bir sorun yoktur; Tayyip Erdoğan rejimi ise ABD’nin bölgesel tercihlerini çelen, kontrolsüz, öngörülemez, çoğu zaman maddi hesaplara dayanmaksızın ideolojik bir saldırganlığın yol gösterdiği bir dış politika hattı izlediği için, bu Amerikan siyasetiyle çoğu zaman karşı karşıya geliyor. Yani ben doğrudan doğruya sermaye gruplarının birbirlerinin kar, üretim, ithalat-ihracat, ticaret alanlarına tecavüzden ziyade devlet aygıtının hangi istikamette kullanılacağına dair bir tartışma dolayısıyla karşı karşıya geldiklerini görüyorum. Bu çerçevede tabii bütün hikâye devlet aygıtı içerisinde dönüp gittiği için, örneğin yargının, emniyetin, gizli servislerin, bürokrasinin, akademinin içindeki çatışma çoğu zaman bir komplo havasına bürünebiliyor. Bunların hepsi gözümüzün önünde açıkça cereyan etmiyor.
Öte yandan Cemaat’in AKP’ye, Hükümet’e nazaran belki bizim için en kabul edilemez yanı -ki bu AKP’nin kabul edilebilir olduğu anlamına gelmez- onun kim olduğunu bilmiyor olmamız. Başı kim? Fethullah Gülen diyorlar, hakikaten öyle mi? Onu kim seçti? Kaç yılda bir yapılıyor bu seçim? Gizli oy açık sayım yoluyla mı yapılıyor? Kaynakları nedir? Bunların hesabını kime veriyor? Şeffaf mıdır, değil midir? Bütün bunların hiçbirisini bilmiyoruz. Ama ortada Cemaat diye bir şey var, sürüp gidiyor. Şimdi böyle olduğu için, eğer bir komplo yapılıyorsa daha çok Cemaat yapıyor olsa yadırganmaz. Çünkü bunu yapmaya daha çok elverişli bir durumu var. O bir komplo dışında var olamaz. Ama Hükümet’in de, AKP’nin de esasen bu tablodan tamamen bağımsız olmadığını düşünecek olursak, aslında herkes birbirine komplo yapıyordur ve çok büyük ölçüde muhafazakar siyasetin liderliğinin kimde olacağı ile, dolayısıyla bu siyasetin ifadesi olduğu kesimlerin devletteki rol ve güçlerinin nasıl yeniden tanzim edileceği ile ilgili bir tartışmadır.

Siyaset: AKP-Cemaat sürtüşmesinin temelleri başından beri vardı; ama neden şimdi bir çekişme, hatta yarılma görünümü aldı?

Kürkçü: Eskiden ses çıkartmıyordu Cemaat, ya da eskiden bunlar daha idare edilebilir gibiydi. Şimdi edilemiyorsa bu hegemonyanın kırılganlaştığını Cemaat’in de görmesi ve ataklarını sıklaştırmasıyla ilgili. Hükümet de buna kendine göre herhangi bir biçimde, adaletle, liyakatla vs ilişkisi olmayan tasfiye süreçleriyle yanıt veriyor. Yani geçmişte devrimcilerin, demokratların, kamu emekçilerinin devletle yaşadığı bütün sorunları şimdi karşılıklı AKP ve Cemaat birbirine uyguluyor, gücü yettiği kadar. Böylece devletin tabanında çok başlılıkla karakterize olan yeni bir kaotik dönemin başladığını söyleyebiliriz. Bu da demin konuştuğumuzla ilgilidir. Sadece onay mekanizmalarının çökmesiyle kalmıyor süreç, zor mekanizmaları içinde de çift başlılık, hatta üç başlılık doğuyor. Çünkü klasik bürokrasi var -ki Silahlı Kuvvetler hala öyle. İkincisi Emniyet ve Yargı daha çok Cemaat’te ama Emniyet’in tepesi ve bütün diğer kurumlar AKP’de. Devletin tamamını kontrol ediyor olmaktan gelen kombine bir güç var. Bütün bunların toplamı olarak, altta Cemaat üstte Hükümet olmak üzere bu üçlü rekabet sürüyor.

Siyaset: Ordu da bu çekişmede aktif rol oynuyor mu? Erdoğan’ın İlker Başbuğ’a sahip çıkması ne anlama geliyor bu durumda?

Kürkçü: Benim gördüğüm kadarıyla Silahlı Kuvvetler şimdiye kadar bu çatışmaya dahil olmadı. Onlar kendi alanlarında durmaya devam ediyorlar. Hükümet de şimdilik diğer çatışma dinamiklerinin yanına yeni bir dinamik eklememek maksadıyla Silahlı Kuvvetlerle var olan konsensüsü sürdürüyor. Gerçi bu 30 Ağustos’ta bir iki adım daha atıldı. Ama sonuç olarak Silahlı Kuvvetlerdeki durum aynı kaldı. Zaten İlker Başbuğ’un mahkûmiyeti dolayısıyla ortada dönen tartışma da kısmen Cemaat-Hükümet tartışmasıdır. Tayyip Erdoğan’ın planı Silahlı Kuvvetlerdeki konsensüsü İlker Başbuğ’la anlaşarak sürdürmek ve bunun üzerinden ilerlemekti. Ancak Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarını yürüten savcılar ve emniyet Hükümet ve Silahlı Kuvvetler arasındaki bu konsensüsü kırmak için Başbuğ’u devre dışı bıraktılar ve Başbakan’ın hayatında ilk kez başkaları için adalet arayışı içerisine girdiğini gördük, Başbuğ dolayısıyla. Tabii bunun açıklanması lazım, niye bu kadar gürültü kopuyor? Çünkü bu kaçırılmış bir fırsatın acısıyla ilgilidir. Başbakan’ın öngördüğü ilerleme süreci daha farklıydı. Örneğin o Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını istemiyordu, Ordu’ya bu şekilde yüklenilmesini de istemiyordu. Silahlı Kuvvetler ile el ele yürüme isteğindeydi. Birden onun öngördüğü gelişme doğrultusu Cemaat’in araya girmesiyle değişikliğe uğradı. Dolayısıyla Başbakan için dayanılmaz hale gelen bu Cemaat müdahalelerine karşı o da son kozlarını oynuyor. Hakikaten Başbakan için varlık yokluk meselesidir diyebiliriz önümüzdeki 1,5-2 yıl. İşte yerel seçimler, arkasından Cumhurbaşkanlığı seçimi, arkasından genel seçimler…

Siyaset: AKP’nin kurmaya çalıştığı yeni rejimim akıbeti nedir bu koşullarda?

Kürkçü: Yeni rejimin şekillenmesi için gerekli çerçeve olarak Anayasa tartışması hala nereye gideceği belli olmayan bir yerde duruyor ve bu sadece dört parti arasındaki anlaşmazlıkla değil, aynı zamanda İslamcı cenahtaki gerilimlerle de yakından ilgili. Benim gördüğüm kadarıyla İslamcı cenah Tayyip Erdoğan’a tek başına başkanlık yetkisi vermek istemiyor. Onu cumhurbaşkanı, dolayısıyla halife, sultan yapmayacaklar. Tayyip Erdoğan da bu yolun kapatılmış olduğunu görerek, kurtarabileceği kadar büyük bir iktidar parçasını kurtararak ilerlemek peşinde. Tabii Gezi çok büyük bir darbe indirdi Hükümet’in içteki ve dıştaki meşruiyetine.

Siyaset: Erdoğan Gezi İsyanının arkasında uluslararası bir komplo görüyor, iç ve dış düşmanları arıyor. Oysa asıl etkenlerin bunlar olmadığı açık değil mi?

Kürkçü: İki şeyin aynı zamanda olması, birbirinin sebebi olduğu anlamına gelmez. Yani şimdi bir fırtına başlasa ve ardından bir deprem olsa, doğa güçlerinin işleyişi hakkında bilgisi olmayanlar deprem fırtına yüzünden oldu diye inanabilirler ama coğrafyayla, meteorolojiyle, jeolojiyle ilgisi olanlar bunun böyle olmadığını bilirler. Tayyip Erdoğan da şimdi bizi buna inandırmaya çalışıyor. Diyor ki, “benim hâkimiyetimin yıkılması Gezi İsyanıyla eşzamanlı olduğu için bu isyanı benim hasımlarım tezgâhlamış olabilir.” Bu söylediğinde bir tek şu doğrudur: Gezi İsyanına katılanlar arasında bir tek dostu yoktur. Ama düşmanları bir plan yapıp o gün bu işi gerçekleştirelim diye bir hamle yapmadılar. Tam tersine Gezi İsyanında bir tane harici fail, yani dıştan gelen bir özne var ise eğer o da Tayyip Erdoğan’ın kendisidir, Erdoğan’ın kentsel dönüşüm siyaseti ve saltanat özentisi – Tayyip Erdoğan’ın dalkavukları ad da takıyorlar, mesela Egemen Bağış “Şehr-i Tayyibe” diyor, “Tayyip Kenti” demek oluyor uyduruk Arapçayla- ve bütün bu heveskârlık aslında çok iyi anlatıyor Gezi’de insanların neye isyan ettiğini. Bu başına buyrukluk, bu keyfilik, bu yasa tanımazlık… Aslında Gezi paradoksal biçimde yasayı temsil ediyordu bu çatışmada. Hükümet yasadışına düşmüştü.

Bütün bu sebeplerle Tayyip Erdoğan’ın hâkimiyetinde bir gedik açmış olmakla birlikte Gezi, kendisi doğrudan doğruya öngörülmüş bir isyanın, hedefleri belli bir hareketin, bir program sahibi bir yürüyüşün sonucu değildi. Ama işte zaten hep böyle olur. Niye hep o rivayetler çıkar? Marie Antoinette demiş ki “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler”, bunun üzerine kitleler ayaklanmış. Oysa kimse ondan ötürü ayaklanmaz, hatta o sırada Fransa’da eski dönemlere göre nispeten bolluk vardı devrim baş gösterdiğinde. Burada da bütün problemleri aynı noktaya doğru sevk eden bir baskı-direnme dinamiğinde baskı gücü duruma hakim olamadı, bu kadar basit. Herkes elindeki tencereyi tavayı aynı noktaya attı. Gezi’de Balyoz Davası sanıkları da vardı. AKP hükümeti ile kimin derdi varsa oraya geldi. AKP akıllı bir insan grubu tarafından yönetiliyor olsaydı hegemonyasını nasıl kaybettiğine dair bir işaret görebilirlerdi orada. Fakat onların bunu okuyacak kadar zamanları yok, telaşları var ve panik halinde hareket ediyorlar. O yüzden bu panik ile önümüzdeki aylarda birçok olmayacak işin altına girebilirler diye doğrusu endişe ederim. Çünkü şöyle bir şey var; evet bir rejim baskıcı olabilir ama sen onun hareket prensiplerini bilirsin, ona bağlı olarak neyi ne zaman yapabileceğine dair bir öngörün vardır. Tayyip Erdoğan rejiminin neyi ne zaman yapacağına dair herhangi bir öngörüde bulunamıyoruz.

Siyaset: Yeni rejim, bir “tek adam” rejimine mi dönüşüyor?

Kürkçü: O kadar kırılgan bir tek adam rejimi ki bu, bizzat başındaki insanın kaprisleri dolayısıyla bir sürü sorun çıkabiliyor. Mesela bu Topçu Kışlası tamamen Tayyip Erdoğan’ın kaprisinden ibarettir. Tabii bu kaprislerini besleyen, onlara bir rasyonel çerçeve çizmeye çalışan danışmanlar, dalkavuklar, heveskarlar, işgüzarlar grubu da var. Zaten şimdi pek çok eski AKP’li şikayetçi. Gezi sürecinde nispeten farklı tutumlar sergileyen Bülent Arınç’ın Tayyip Erdoğan tarafından kendi iç tartışmalarında son derece ağır bir biçimde küçük düşürüldüğünü biliyoruz. Hem Tayyip Erdoğan’ı hem Bülent Arınç’ı idare eden bir orta kademe bakanlar grubu tarafından Bülent Arınç’ın istifasına yönelik çelişki giderilmeye çalışıldı ama orada Bülent Arınç’ın Erdoğan’a atfen söylediği rivayet edilen “Bakanlar Kurulu’nu da bıraktı, kim olduğunu bilmediğimiz üç tane genç oğlanla bu memleketi idare etmeye çalışıyor” sözü beni doğruluyor. Yani başından beri söyleye geldiğimiz gibi, Hükümet’in de dışına çıktı Türkiye’nin yönetim mekanizmaları. Bir dizi işveren, emniyetçi, güvenlikçi, kendine stratejist diyen tuhaf yaratıklar ile Tayyip Erdoğan’ın kişisel ruh halleri bir araya geliyor ve ortaya saçma sapan, yalamaç bulamaç bir şey çıkıyor.

Deminden beri konuştuğumuz gibi bütün bunlar krizin işareti. Henüz krizin kendisini yaşamıyoruz ama bu krize doğru adım adım geliyoruz. O yüzden AKP’nin her tarafından biraz daha farklı düşünenler, örneğin güvenlik siyasetleri yanlısı olduğunu bildiğimiz İdris Bal gibi bir adam “Gezi olaylarında yanlış davranıldı, aslında Hükümet bu kararları veremezdi, hatta İstanbul idaresine karışmamalıydı, halkla müşavere içerisinde İstanbul Gezi süreci yönetilmeliydi” diyen bir rapor çıkarttı. Bundan ötürü AKP içinde yeni bir tartışma başladı. Tabii ki bunlar uyarıcı olmayacak. Olağanüstü bir rejim arayışı var Başbakanın ve bunu frenlemek isteyen çeşitli güçler AKP içerisinde de varlar. Bütün bunlar bizi adım adım bir krize doğru yaklaştırıyor. İşte burada çok kritik bir mesele Kürt meselesinde AKP’nin ne yapacağı, çözüm sürecinde nerede olduğumuz, bunun içerisinden nasıl çıkılacağı meselesi.

Siyaset: Kürt meselesinde Abdullah Öcalan’la görüşmelerle başlayan bir süreç var ama AKP ve Erdoğan’ın bir türlü somut adımlar atmadığını görüyoruz. Gerçekten bir çözüm istiyorlar mı?

Kürkçü: Kürt meselesinde sadece Tayyip Erdoğan ve AKP’nin değil bir devlet pratiğinin işlediğini düşünüyorum. Buna da bir örnek vermek istiyorum: Meclis’te ben İnsan Hakları Komisyonu’nda çalışıyorum; aynı zamanda bu çözümü takip için kurulan bir komisyon daha var orada bizim bir resmi üyemiz var. Ama bütün vekiller bu komisyonlara katılma hakkına sahip oldukları için beş vekil daha oraya gidiyoruz, tartışmalar sırasında katkıda bulunmaya çalışıyoruz. Ali Nihat Özcan adında Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nden bir uzman var, emekli binbaşı. Daha önce “terörden doğan zararlar” üzerine kurulan bir komisyon vardı, oraya gelmişti ve orada PKK’nin nasıl bir “terör örgütü” olduğunu uzun boylu anlatıyordu. Ben de buna karşı çıkarak, bu meseleye terör demekle aslında meselenin çapını görünmezleştirdiğini, burada bir halk hareketinin mevcudiyetini gözden kaçırdığını, dolayısıyla bir halk hareketine polisiye önlemlerle karşılık verilerek sürecin kontrol edilebileceği düşüncesinin tamamıyla yanlış olduğunu söylemiştim. Bundan ötürü tartışmıştık. Altı ay sonra Çözüm Komisyonu’na geldi aynı uzman ve karşımıza bir tablo koydu ve dedi ki “Dünyada şiddetin iki temel tarzı vardır, biri terörizmdir öbürü halk isyanlarıdır. Terörizmle müzakere edilmez, ezilir, halk isyanının gerekçeleriyle müzakere edilir. PKK böyle bir şeydir.” Bunun üzerine “Biliyorsunuz altı ay önce de bu meseleyi konuşmuştuk. O zaman böyle demiştiniz, hatırlayacaksınız, ben de size şimdi söylediklerinizi söylemiştim. Bu çelişkiyi nasıl izah edersiniz?” diye sormuştum. O da “Aslında devlet 1993’ten beri bu Kürt meselesi hakkında böyle düşünmektedir. Nasıl düşündüğü başka meseledir, halka neyi söyleyeceği başka meseledir. Esas düşünce budur. Burada bir isyan vardır, isyanın sebepleri vardır. Bu sebeplerin giderilmesi gerekir. 93’te Özal döneminde başlayan tartışmalardan beri devletin görüşü budur. O nedenle ortada bir devlet tercihi vardır” dedi. Bu sefer AKP’li üyeler bundan hoşlanmadılar. Onlar bunun Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin meziyeti olarak görülmesini istiyorlardı. Zaten tahmin edebileceğimiz, tahlil edebileceğimiz gibi ortada bir devlet çözümü arayışı çerçevesi var. O nedenle çözüm sürecinin esasen bir devlet pratiği olarak ortaya konduğunu, Abdullah Öcalan’ın bu konuyu devletle müzakere ettiğini bilerek müzakere ettiğini fakat ister istemez zorunlu olarak devleti hükümet temsil ettiği için hükümetin adamlarıyla, görevlileriyle bu meseleyi görüştüğünü anlıyoruz. Ama bu, şu manaya geliyor: Birincisi, çözüm süreci AKP’yle başlayan ve AKP ile bitecek olan bir süreç değil, çünkü ne zaman biteceğini bilmiyoruz. İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) ile Britanya hükümeti arasındaki görüşmeler 1990’ların ilk yıllarında başladığında John Major başbakandı, o zaman bir Muhafazakar hükümet vardı. Bittiği zaman başta Tony Blair, bir İşçi Partisi hükümeti vardı, ama müzakere sürdü gitti. Tabii ki şimdi hükümette bir CHP-MHP koalisyonu olsa sürecin nasıl bambaşka bir hal alabileceğini öngörebiliriz. Fakat öbür yandan temelde de çok bir şey değişmeden sürüp gider, eğer bu bir devlet tercihi ise. Bence MHP-CHP hükümeti olmuş olsaydı onlar aynı süreci yürütürlerdi ama başka türlü yürütürlerdi. Tayyip Erdoğan bunu “benim malım” diye görüyor ve buradan kendine göre bir sonuç üretmeye çalışıyor. O nedenle de devletin çeşitli kurumlarını ve muhalefetin nüfuz edebileceği mekanizmaları dışarıda bırakmaya çalışıyor. Bence CHP izlediği yanlış siyasetle, sürece hiç dahil olmayarak AKP’nin elini kuvvetlendirdi. Bunlar hiç işin içine girmesin diye düşünen Tayyip Erdoğan’ın işini kolaylaştırmış oldu. Onlar da bir başka önyargıya teslim oldular, bunun bir suç olduğunu düşündüler. Bundan ötürü “Vatana ihanet etmeyelim” diyerek aslında Tayyip Erdoğan’a hizmet etmiş oldular. Bunun vatana hıyanetle bir ilgisi yoktu. Bunu anlatmaktaki maksadım şu: Tayyip Erdoğan’ın elinde bu devlet siyasetini manipüle etmek en önemli imkanlardan biri olarak kalmıştır. Eğer bunu kıvırabilirse sonuçta bir çatışmasızlık dolayısıyla Türkiye’nin batısında savaştan zarar gören büyük kitlelerin bir şekilde pasif onayını alabilir, ikincisi Kürt halkına kısmi haklar temini dolayısıyla onlardan dolaylı destek umabilir. Zaten bu siyaseti izliyor fakat halkın talepleri çok yüksek olduğu için bu siyaset lafla yürümeyecektir; şimdiki rejimle uzlaştırılması mümkün olmayan talepler olduğu için, bu taleplerin doyurulması tekçi olmayan bir rejimi gerektirdiği için.

Siyaset: Bu durumda çözüm sürecinde bir tıkanma mı söz konusu? Eğer böyleyse bunun politik sonuçları neler olabilir?

Kürkçü: Tayyip Erdoğan şimdi kısa vadede uyandırdığı ümitlerin karşılığını veremeyerek de giderek artan bir öfkenin nesnesi haline geliyor. Gerek PKK’den gerek Öcalan’dan gelen “Biz de o zaman başımızın çaresine bakarız” sözlerinin boşuna edilmediğini, bunların blöf olmadığını, halk arasında kabarmakta bulunan öfkeyi ve sıkıntıyı ifade eden ve bunlara tercüman olmaya çalışan ifadeler olarak görüyorum. O nedenle bu çözüm sürecinin, henüz kesintiye uğramadıysa da son derece handikaplı, engelli bir süreç haline gelmeye başladığını görebiliriz, bunu söyleyebiliriz.
Şimdi tabii buna yanıt olarak, Kürt özgürlük mücadelesi ister istemez halkın öfkesine tercüman olacak politikalar içerisine girecektir. Bu politikaların devreye girmesiyle Gezi döneminde çırılçıplak gördüğümüz gerçeğin, Batıdaki isyanlara Kürdistan’dan eşlik edilmemiş olduğu tablosunun değiştiğini görecek Tayyip Erdoğan. Çünkü o kısmen rahatlatmıştı hükümeti nesnel olarak. Eğer Kızılay’da ve Taksim’de Diyarbakır plakalı TOMA’lar bulunabiliyor idiyse bu Gezi isyanına Kürdistan’ın eşlik etmemesi dolayısıylaydı. Ama Kürtler zamandaş olarak o isyana katılmadılarsa da bir isyanın mayalandığını görmemizi engellememeli bu. İkincisi de tabii eğer Öcalan’ın büyük manevrası olmasa Batı’daki bu Gezi İsyanının içine doğacağı büyük bir vakum yaratılmamış olacaktı. Eğer savaş sürüyor olsaydı, bugün Taksim Meydanı’na “Şehitler ölmez vatan bölünmez” diye bağıranlar dolacaktı. Çünkü bu çatışmada Ordu çok daha büyük kayıplar vermeye devam edecekti. Askeri avantaj PKK’nin eline geçmekteydi vs vs. Bu açıdan da AKP bu müzakereye fit olurken bunları göz önünde tuttu ama doyurulmamış talepler dolayısıyla şimdi Kürdistan da bu isyana katılacaktır. Ve bir sosyal isyan havası her tarafta kendini ortaya koyacaktır, bu kaçınılmaz. Burada kimse komplo aramayacak. Bunun komployla bir alakası yok. Bir halk daha ne kadar kendisine hakaret edilmesine, kendisiyle eğlenilmesine, kendisine idraksiz muamelesi yapılmasına katlanabilir ki? Bu süreçte hem Kürtlerin hem Türklerin bir tek avantajı var; yedi aydır hiç kimse Kürt meselesinin çözümü iddiası dolayısıyla ya da çözümsüzlüğü iddiası dolayısıyla birbirini öldürmüyor. Ama ne kadar çok insan öldü, hepimiz bunu gördük, görmeye de devam ediyoruz. O nedenle ben bu durumun sürdürülemez olduğunu ve AKP’nin hegemonyasında bir gediğin de bu taraftan açılacağını ve ondan sonra da artık hükümetin ömrüne süre biçmeye sıranın geleceğini söyleyebiliriz. Tabii Türkiye gibi bir yerde uluslararası güçler, iç iktidar mücadeleleri, sermaye içi gerilimler, egemen blok içindeki diğer itişmeler de devreye girince çok kaotik bir manzarayla karşı karşıya kalabiliriz. Hükümetin bunu yoluna sokmak, sosyal diyalog yoluyla krizi yönetmek için ne iradesinin ne programının ne de cesaretinin olduğunu düşünüyorum. Biraz önce söylediğim gibi aslında akli melekelerinin yerinde olup olmadığı tartışılması gereken bir insanın tartışılmaz liderliği altında yürümekte AKP. O yüzden hepimiz için zor, öngörülemez, kestirilemez fakat pek çok da imkân içeren bir döneme doğru yaklaşıyoruz doğrusu.

Siyaset: Bu çerçevede Kürdistan özgürlük mücadelesi ile Türkiye’nin sosyal muhalefeti arasındaki ilişki nasıl değerlendirilebilir?

Kürkçü: Aslında bunu bizler son on yıldır konuşuyoruz. Son on yıldır, 2004 seçimlerinden bu yana bu konuda pek çok noktaya dikkat çektik. Ve sonuçta tarih aslında dediğimiz istikamette akmaya başladı. Şartlar öyle denk geldi, iradeler o şekilde biçimlendi. Şimdi aslında Kürdistan devrimci hareketi Türkiye sosyal muhalefetine bakar ve buna göre siyaset kurar olduğu bir noktaya evriliyor. Ben bunun devrimci hareket açısından çok önemli, hazine değerinde bir durum olduğunu düşünüyorum. Şu nedenle; eğer Kürdistan özgürlük mücadelesi kendi kaderini tayin hakkını ayrılma yönünde kullanmak isteseydi de bu onların hakkıydı ve bizim yapmamız gereken bu hakkın gerçekleşmesini mümkün kılacak şeyleri yapmak, bu hakkın meşruiyeti ve mutlaklığı üzerinde toplumu ikna etmeye çalışmaktı. Bu, yollardan bir tanesiydi. Aslında 1993’e kadar da Türkiye sosyalist hareketi bu desteği verdi. Evet, çok küçük bir azınlığa düştü bu desteği verenler ama 1984-93 arası Kürdistan’ın kendi kaderini tayin hakkının ve bağımsız birleşik sosyalist Kürdistan hedefiyle gerilla harbinin meşru olduğunu Türkiye sosyalist hareketi Türkiye toplumuna anlatmaya çalıştı. Ancak 93’teki ilk ateşkesten sonra bu hat değişti. Zaten demin konuştuğumuz uzmanın da 93 tarihini vermesi tesadüf değil bu açıdan. Ben 1994’te Öcalan’la Şam’da görüştüğümde bugün söylediklerini söylemişti. Hatta bugünkünden daha sade, sadece “demokratik cumhuriyet” diyordu, Şimdi ise demokratik özerklik ve demokratik cumhuriyete dayalı yeni bir formülle Kürdistan’ın kendi kaderini tayin hakkını yeni, ayrı bir devlet kurmaya çalışmadan mevcut devleti dönüştürerek ve bunun içerisinde Kürtlerin kendi kendilerini yönetecekleri bir yurt elde ederek çözmeyi teklif ediyor.

Bu iki sebeple büyük bir hazine değerinde. Birincisi, ayrılma tartışmasının doğuracağı bütün sancılı noktalardan bizi uzak tutuyor. İkincisi bunu çatışmasızlık içerisinden sürdürdüğü için artık hükümetin elindeki güvenlik silahını bu çatışmadan doğan kayıpların istismarı imkânını alıyor. Sadece kendisi silahı bırakmış olmuyor, hükümeti silah bırakmaya zorlayarak yepyeni bir alan açıyor ve böylelikle bizim çağrımızın, bizim sözümüzün yükselen bir vatanperverlik, milliyetçilik vs ikliminden, bunların prizmasından geçmeden kitlelerin kulağına ulaşmasını sağlayacak bir imkân yaratıyor. Ve nihayet devrimci hareketler olarak iki hareketi ve iki tarafın radikal demokratlarının bir ortak program etrafında buluşmaya çağırmanın anlamlı olacağı bir durum ortaya çıkıyor. Bunun kıymetini bilebilirsek, buna ortak yanıtlar verebilirsek aslında kısa vadede yani şimdi girmekte olduğumuz seçimler döneminde de kendini ortaya koyabilecek olan hakiki bir halk alternatifini bir üçüncü kutbu -bizim tabir ettiğimiz şekilde- yani AKP-CHP, muhafazakar/dinci-ulusalcı geriliminin ötesine seslenen, memleketi, emekçiyi yaran bu ikiliğin ötesine seslenen ve ister ulusalcı olsun ister dinci olsun emekçilerin etrafında birleşebileceği ve Kürtlerin bütün ezilenlerinin mücadele zemini olabilecek bir zemini birlikte inşa için şimdi elimizde somut bir fırsat doğmuş oluyor. O nedenle rolümüzün, Türkiye sosyalist hareketinin, Kürdistan devrimci hareketinin, Türkiye’nin radikal demokrasi arayışlarının, feminist hareketin, demokrat Alevi hareketinin ortaklığı ve haklarının gerçekleşmesi yönünde çok mühim bir alan doğduğunu ve deminden beri konuştuğumuz bu hegemonya bitimi devresinde bunların birleşik, ortak gücünün çok büyük bir çekim merkezi haline gelebileceğini düşünüyorum.

Gezi’yi gözümüzün önüne getirelim, bir gün içerisinde bir park savunusundan halkın hakları savunusuna dönebileceği kadar muazzam bir sıçrama imkanı içeren bir dinamizm ile halk yanıt verdi bu AKP’nin saldırılarına. Kent haklarından başlayan tartışma sonunda toplumun tamamının sermaye karşısındaki hakları noktasına kadar evrildi ve bu açıdan baktığımızda Gezi’nin bir antikapitalist isyan ruhunu neresinden bakarsak bakalım her noktasında beslediğini görebileceğimizi söyleyebiliriz. Bu sürecin Kürdistan’daki süreçle eş zamanlı olarak işlediğini ve herkesin kendi hakkını savunurken ötekinin hakkını da dillendirdiği bir yeni düzenleme kurabildiğimiz takdirde çok büyük adımlarla ilerlememizin önünde hiçbir engel yok. Yeter ki meşruiyet çizgisi bizde olsun. İkincisi, devletin ve iktidarın halkın nispeten geri çoğunluğunu en kolay ikna edebildiği nokta olan yersiz ve hedefsiz şiddet meselesinden uzak durulabilsin. Güvenlik gerekçesine konu olmayacak şekilde bir hareket tarzı benimsensin. Doğrusu çok büyük bir hızla, oldukça geniş bir onay kazanan ortaklığı inşa edebileceğimizi düşünüyorum. Nitekim Yunanistan’da bugünkü Syriza sadece iki yıl önce yüzde iki ya da üç oy alan bir Sinaspismos’tan ibaretti. Doğru zamanda doğru yerde doğru adım atılınca, saflarını genişletip de krize yanıt verecek hamleleri doğru zamanda yapınca, şimdi Yunanistan’ın en büyük sosyal muhalefet gücünün politik temsilcisi Syriza doğdu. Nitekim Almanya’da De Linke böyle kabarmıştı, şimdi bu momentumu kaybetti ama baktığımızda hepsinde farklı antikapitalist muhalifleri anlamlı bir program etrafında yan yana dizmenin merkezi rolü oynadığını görüyoruz. Bu manada Kürdistan özgürlük mücadelesinin de bir antikapitalist dinamik olduğunu söyleyebilirim çünkü Kürdistan özgürlük mücadelesinin temelinde yer alan emekçilerin tamamı aynı zamanda sosyal haklar için de mücadele ediyorlar ve şimdiden aslında bu çözüm süreci dolayısıyla Kürdistan’da ortaya çıkan gerilimler kısmen özgürlük, özerlik, özyönetim, bağımsızlık vs tartışmaları itibariyle hangi yoldan yürüneceğine, proleter yoldan mı burjuva yoldan mı ilerleneceğine dair dair bir tartışmayla da çok yakından ilgili.

Siyaset: Kürt özgürlük hareketinin esasen ulusal temel üzerinde yükseldiğini düşündüğümüzde, bunun antikapitalist bir kanala akıtılması mümkün mü? Bu noktada Halkların Demokratik Kongresi’nin işlevi nedir?

Kürkçü: Öcalan, PKK, BDP burada esasen emek yolunu, yoksulların yolunu zorluyorlar bir de bunların karşısında geleneksel milliyetçi yol var. Dolayısıyla orada da kuvvetler hem yan yana yürüyor hem birbirinden ayrışıyor. Bu noktada bizim için temel karar şudur; eğer doğrultu buysa eğer ortaklık Kürdistan hareketi bakımından temel mesele haline gelmişse, geleceği burada tayin etmeye karar vermişse, o zaman buna eşlik edecek bir formülasyonu bulmak ve bu antikapitalist dinamiği Türkiye’nin tamamındaki bütün diğer dinamiklerle birbirine bakacağı bir zemine kavuşturmamız icap ediyor. Biliyorsunuz Halkların Demokratik Kongresi (HDK) bunun arayışı olarak ortaya çıktı. HDK kendisine bir parlamenter seçim ifadesi bulmaya çalışıyor Halkların Demokratik Partisi (HDP) olarak; ama asıl hareket HDK olarak varlığını sürdürecek. Aslında bileşenlerin büyük çoğunluğunun kuvvetlerinin pek azını aktarmalarına rağmen mantık doğru olduğu için, ihtiyaca yanıt verdiği için HDK hala kendi gerçeğinden büyük bir şey olarak süre gidiyor. Bu içeriği hakikaten HDK’ye verecek miyiz vermeyecek miyiz? Bu tartışmaya Kürdistan Özgürlük Hareketi bizi davet etmiş oldu. Öcalan’ın sürece müdahalesi 21 Mart’taki çağrıyla sınırlı kalmadı. Aslında bir HDK çağrısı da 2011 seçimlerinin arkasından başta Öcalan’dan gelmişti. Şimdi bir seçim siyaseti teklifi de Öcalan’dan geliyor. Aslında Öcalan bana sorarsanız fikir kurucu, yol tayin edici özne olarak rolünü oynamaya devam ediyor. Fakat bu rolün gereği olarak ortaya koyduğu pozisyon ne kadar içselleştiriliyor ve buna biz ve özgürlük hareketi ne kadar eşlik edebiliyoruz? Bunların hepsi daha uzun bir başka tartışmanın konusu olabilir ama doğrusu şu an HDK’de kendi ifadesini bulan ve genişlemesi muhakkak gereken ittifakın çok önemli olduğunu, tarihsel bir önemde olduğunu, bizim gördüğümüzden görebileceğimizden çok daha büyük bir önem kazandığını söyleyebiliriz. Kişisel kanaatim Türkiye’de rejim iki büyük gerilim üzerinde kendisini var ediyor. Bir tanesi Türkler ve diğer milliyetler arasındaki gerilim, ki bu diğer milliyetlerin yok sayılması esası üzerine kuruluyor. İkincisi de Alevilerle Sünniler arasındaki gerilim. Devlet çadırını ayakta tutan ipler böyle geriliyor. Dolayısıyla bu rejimin bütün meşruiyet gerekçeleri bugün tartışılır hale gelmiş ise eğer bu tartışmayı sonuna kadar vardırıp, bu gerilimleri başka bir yöne doğru sevk edecek, emekçilerle diğerleri arasındaki gerilime bunu tercüme edebilecek çoğulcu bir mekanizmaya ihtiyacımız var. Alevinin hakkını da savunmayı asla ihmal etmeyen ama onu Sünni emekçiden ayırt etmeyen bir sosyal haklar zemini üzerinde, kimlik haklarını kuran bir program ile eğer sürece müdahil olabilir, buna cevap verebilirse, o zaman doğrusu bir iki yıl içerisinde bizim de içinde yer aldığımız ezilenler koalisyonu Türkiye’nin başlıca politik öznesi haline gelebilir. Çünkü anlayabildiğim, görebildiğim kadarıyla Hükümet’in savuşturmayı başardığı 2009 uluslararası mali krizinin ilk dalgalarının ardından gelecek olan diğer dalgalar Türkiye’yi sallayacağa benzer. Kaldı ki siyasi açıdan zaten bir meşruiyet problemi ile yüz yüze olan hükümetin bu krize yanıt veremeyeceğini ön görebiliriz. Çünkü krizi karşılayacak kaynaklar işçinin çalışma gücünden başka bir yerde birikmiş değildir. Birikmiş bir şey yoktur. O zaman tabii hükümet halkla daha sert bir karşıtlık içerisine gireceği için bu gerilim bir yeniden bölüşüm, yeniden kuruluş, yeniden güçlerin dizilmesi talebine çok büyük bir haklılık kazandıracaktır.

Ekim devriminin arefesinde sorulan “Peki ama iktidara kim gelecek? Var mı böyle bir parti?” sorusuna Lenin’in verdiği “Var, evet öyle bir parti. Biz varız” gibi bir cevabı verme gücünü biz de kendimizde görebilirsek, o noktaya getirebilirsek, evet, pekala böyle bir olasılık içerisinden yepyeni imkanlar doğabilir. O nedenle şu an şartlar elverişliyken bütün bunları yerine getirmek için devrimci bir enerjiyle çalışmamız gerektiğini, bundan hiç birimizin şüphesi olmamamsı gerektiğini düşünüyorum.

Tabii bütün bunlar temennilerle olacak şeyler değil, fikir kaynağı, her şeye yol gösteren bütün öteki kafa karışıklıklarını gideren, etrafı aydınlatan, bulanık fikirleri berraklaştıran bir müdahaleye ihtiyaç var. Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi eğer bu süreçte hakikaten yapıcı, kurucu bir rolü olacaksa en önemli işlevinin bu olacağını düşünüyorum. Çünkü eğer kendimize yakıştırdığımız konum doğru ise, bunu hak ediyor isek komünistler için Marks’ın söylediği şuydu “Onlar kendilerini işçi sınıfı partilerinden ayırt etmezler. Sadece bir tek nedenle ayırt edilebilirler, onlar hareketin en uzağı gören ve genel ortak amaçları en iyi aydınlatabilenleri oldukları için öteki işçi sınıfı partilerinden ayrıdırlar.” Şimdi bu rolü yerine getirecek miyiz, getirmeyecek miyiz sorusu bizim için çok önemli. Tabii ki bu sadece fikriyat meselesi değil, doğru fikrin gerektirdiği bir devrimci eylem de peşinen icap eder.

Siyaset: Bugün SYKP’de buluşan sosyalist güçlerin yıllardır savunduğu “üçüncü kutbu oluşturma” hedefinin güncel bir olasılığa dönüştüğünü mü söylüyorsunuz?

Kürkçü: SYKP bütün bileşenleriyle, aralarında nüanslar olmakla birlikte son on yıldır bu tezi hep işledi, bir üçüncü kutup ihtiyacını hep ortaya koydu. Bunun etrafında yaptığı çalışma bugün aslında kendisini Türkiye sosyalist hareketine kabul ettirmiştir. Herkes bizim gibi konuşmaktadır artık. Bu az bir şey değil. 2004’ten beri biz bunu konuşurken bize gülenler vardı, “Ne bu ya, üçüncü kutup nereden çıktı? Kutup dediğin zaten iki tane olur” diyorlardı, meğerse öyle değilmiş kazın ayağı. Ama bütün mesele burada, bunu öngörmek ve söylemek. Bugün de naiv geliyor pek çok insana, “Gezi’den bu kadar şeyi nasıl türetiyorsun?” diyorlar ama bu sadece bir Gezi değil, Gezi’ye imkan veren şartlar aslında en önemli mesele. Bu şartlar da birbirinin karşısına konulmuş ve birbiriyle karşıtlığı üzerine egemenlik stratejileri inşa edilmiş olan iki halkın ve onların devrimci kuvvetlerinin birbirine bakmaya başlamış olmasıyla ilgili. Bu yepyeni bir durum ve bu yeni durumun avantajlarını herkesten önce bizim görmemiz ve göstermemiz lazım. Öcalan’ın başarısı bence bu avantajları bilerek hareket ediyor olması ve ortaya çıkan sonuçlara herkesin dikkatini çekiyor olması. Şüphesiz onun bulunduğu yerden ve onun bulunduğu zaviyeden her şey başka türlü görünebilir ama nihayet çıkarttığı, hepimizi ilgilendiren pek çok sonuç var. Biz de eğer ta evvelden beri aynı sonuçlara doğru adım atıp geliyorsak şimdi bunu tescil eden bir davranışa ihtiyacımız var. O nedenle bizim Kürt özgürlük mücadelesiyle ittifakımız stratejik derken bir kalıp olarak “işçi köylü ittifakı” gibi bir şeyden söz etmiyorum. İnsanlar böyle düşünmeye eğilimliler. “Bura”nın proleter “ora”nın köylü olduğunu dolayısıyla da ittifakın böyle olacağını düşünüyorlar ama birincisi Kürdistan’ın dinamik muhalefet güçleri bütün Türkiye’ye yayılmış durumdalar, ikincisi Kürdistan’daki muhalefet de sadece köylü muhalefeti değil. Hatta hiç köylü muhalefeti bile değil. Kürdistan kırında insan kalmadı, herkes büyük şehirlere depo edildi, boca edildi. Orada bir kent yoksulları okyanusu haline geldi bütün Kürdistan. Dolayısıyla burada mevcut hakimiyet rejimi altında ezilen emekçilerin kendiliğinden davranışları var. Bunlara anlamlı bir karakter kazandırmak çok önemli. O nedenle önümüzde açılan bu fırsatlar dünyasına radikal, devrimci ve hızlı bir yaklaşım yapmamızın aslında potansiyellerimizin çokluğunu görmemize de imkan vereceğini düşünüyorum. Çünkü hareket etmeyince görmüyorsunuz. Gene Gezi örneğine dönecek olursak, Gezi olmasaydı bu kadar çok birikmiş yanıcı madde olduğunu kim görebilirdi.

Söylüyorduk ama biz kendimiz bile o kadar inanmıyorduk söylediğimize. Bu hakikatmiş meğer! Basit bir örnek vereyim, ben İstanbul’da Cihangir’de oturuyorum, 20 yıldır da bu mahallede yaşıyorum. Bu mahalle halkını ben bugüne kadar hiçbir şeyi protesto ederken görmedim. Her yer yıkılır, Cihangir’de hiç kimse hiçbir şeyi protesto etmezdi. Oylarını da AKP ile CHP arasında taksim eden bir yerdi. Fakat Gezi’den bu yana polisin mahalleye yaptığı baskınlara insanlar sadece kızarak karşılık vermiyor. Sokağa çıkıyor, kaçanları evlerine alıyor, saklıyor, onlara bakıyor ve polislere “sermayenin uşakları” diye bağırıyordu ev kadınları. Sonuçta böyle bir yerdeyiz, insanların bilinçlerini katladığı bir noktadayız. Bu çok mühim bir nokta.

Şöyle bir şey de söyleyebilirim, eskiden varolan ambargolar da çok büyük ölçüde kalktı. Mesela BDP parlamento grubundaki bir milletvekili olarak yani BDP’li milletvekili olarak bugüne kadar hiçbir yerde hiç kimseden kötü bir muamele görmedim. Faşistlerin olduğu yerlere de gidiyorum, trende, otobüste, vapurda seyahat ediyorum, yolda yürüyorum ve bugüne kadar insanlar benim yolumu sadece sevgi saygı göstermek için kestiler ve bunu yapanlar sadece bize oy vermiş insanlar değillerdi. Herhangi birisi de bunu yapıyor. Bu şunu gösteriyor, insanlar hükümete karşı anlamlı bir itiraz yükselten herkesi dinlemek istiyor. Yani “CHP’yi dinleriz BDP’yi dinlemeyiz ya da sosyal demokratı dinleriz komünisti dinlemeyiz” hikayeleri bitti. Bütün bunların yıkıldığı bir dönemden geçiyoruz. İşin tuhafı bizim aleyhimizdeki bu propagandayı daha çok AKP yapmaya çalışıyor. O nedenle bütün göstergeler olumlu bir değişim imkanına işaret ederken kolları sıvayıp yürümekten başka yapılacak bir iş olmadığını, SYKP’nin kendisini kurmasının bu manada çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu arada SYKP’nin önünde de şöyle bir handikap var, onu anlatmamız lazım. İnsanlar hep partilerin öteki partilere karşı kurulduğunu düşündükleri için, yan yana gelinerek birlik oluşturulduğunu, öteki partilerin karşısına değil yanına bir parti konulduğunu çok iyi idrak edemiyorlar. Bu açıdan da varlığını bu şekilde anlamlandıracak, dikkatleri kendi üzerinde toplayacak ortaklık fikrini işlerken bir adım ilerisini gösterebilecek bir çalışkanlık, zihin açıklığı içerisinde kendini ortaya koyması çok önemli. Bu başlangıcın yapılması gerekiyordu, çünkü böyle bir yapısallık olmadan da laflar havaya uçup gidiyordu. Şimdi bunları artık siyasi sorumlulukla taşıyabileceğimiz bir mekanizma var. Aradaki farkı siz benden iyi gördünüz diye düşünüyorum. Eskiden parti girişimi ya da dergi çevresi olarak yaşarkenki mesuliyetlerle partiyi kurduktan sonraki mesuliyetler kendi hayatınızda da ne kadar farklılık yarattı. Bunu görüyorsunuz, biliyorsunuz.

Siyaset: Şimdi Öcalan’dan gelen yeni bir öneri var: HDP’nin belki BDP’yi de içine alacak çok daha geniş bir partiye dönüştürülmesi, yani ilk öngörülen biçimden çok daha ötede bir misyon kazanması… Bu konudaki görüşünüz nedir?

Kürkçü: Şimdi bu şöyle: Süreci Öcalan’dan önce Öcalan’dan sonra diye ayırt edebiliriz. Şöyle hissediyorum, BDP’nin eşbaşkanlarının ikisini de çok takdir ediyorum ama zaten BDP bir başkanlar hareketi değil, orada kolektif bir akıl var, başkanlar da buna ortaklık ediyorlar ve bunu iyi ifade ediyorlar, iyi sözcülük ediyorlar fakat bu heyet HDK’ye çok fazla anlam veremedi. Aslında bu şununla da ilgiliydi; bu hükümetle PKK arasında sürüp giden savaş o kadar büyük alanlar ve manevi üstünlük yarattı ki hareket için, insanların dikkatleri ortak mücadeleden çok kendi geleceklerine odaklandı. Öte yandan diğer parçalar da Rojava’da, İran’da ve Irak’ta ortaya çıkan yeni kabarışlar da şunu düşündürttü haklı olarak; Kürtlerin yıldızının parladığı bir yeni çığır açılıyor, bir “Kürt Baharı” ya da “Kürdistan Devrimleri” çığırı açılıyor. Nitekim hakikaten Rojava’da olana devrim demeyeceksek ne diyeceğiz? Bir devrim de böyle bir şeydir. Sosyal devrim değil ama bir siyasi devrim oldu Rojava’da. İran’da bir pat durumu var. Irak’ta giderek artan, bir devrime gerek kalmadan kendi zeminini genişleten bir devrimci nüfuz var. Bu şartlar altında Kürdistan halkı da, devrimcileri de dikkatlerini artan bir biçimde doğuya ya da Kürdistan’ın ortak alanına yönelttiler. Merkeze daha az bakar oldular. 2011 seçimlerinde beklenen şeyler gerçekleşmeyince, Oslo müzakereleri çökünce bunun yerini savaş alınca savaş dinamiği içerisinde PKK giderek savaşta güç kazanmaya başladıkça Kürt halkının dikkati, devrimcilerin dikkati oraya döndü. Fakat bence Öcalan doğru bir gözlem yaptı, o hepimizden iyi gözlüyordu. Evet bir yandan askeri olarak üstünlük elde ama öbür taraftan da bağımsız bir devlet kurma fikriyle beraber gitmediği için bu, içerideki nefret söylemi, karşılıklı gerilimler, milli nefretler kabardıkça da Yugoslavya tarzı karşı karşıya geliş, birbirinin gözünü oyma iklimine doğru da gideceği endişesini hepimiz taşıyorduk. Şimdi dönüp baksam kaç tane yazı yazdığımı görüyorum. Reşadiye’deki saldırıyla o zaman PKK’nin ilan ettiği ateşkeslerden biri kesildikten “bu Reşadiye saldırısının ne anlamı var” diye yazdığımı hatırlıyorum. Öcalan’ın bakış açısı ya da PKK’ye benimsettiği bakış açısı şu; “bir ulus-devlet kurarak bu meseleyi çözmüş olamayız. Dolayısıyla biz devletsizliği esas alıyoruz.” Marksist teori karşısında bu sözler anlamlıdır, anlamsızdır tartışması ayrı ama bir fikri aydınlattığını biliyoruz. Öcalan PKK’nin mücadelesi bir ulus-devlet kurma uğruna değildi diye baktığı için bu gerilimlerin de o noktaya gittiğini görünce düğmeye basma ihtiyacı hissetti ve çatışmayı durdurmak üzere devreye girdi. Ancak ondan sonra çatışmasızlık ve ortaklık fikri üzerine kurulu yeni tezlerin geçerlilik imkanı doğdu. Buradan başlayarak tabii Öcalan hep bir adım önde oldu. Yani Barış Konferansları da Öcalan’ın önerisi. Halkların Demokratik Partisi hedefi başlangıçta vardı ama içi boş bir kabuk olarak duruyordu, bunu harekete geçirmek ihtiyacı doğdu ve şu an HDP ile seçimlere girilmesi için ısrar eden de Öcalan’dır. Ben onun kadar ısrar etmiyordum. Seçimlere BDP girsin, HDP’ye dahil olmasın, HDP ile batıda ittifak etsin diyordum. Şimdiki gibi HDP batıda, BDP Kürdistan’da girsin demek HDP’yi etnik olarak kodlama riskini taşıyor. HDP Türklerin partisi, oysa proje bu değil. O nedenle Öcalan’ın 21 Mart’taki müdahalesinden sonra HDP de giderek önemli bir enstrüman haline geldi. Öcalan’ın önerisi aslında HDP’nin Barış Konferansları’nın yarattığı zemin üzerine yerleşmesidir. Sadece sosyalist ve devrimci güçleri değil demokratik ve barışçı güçleri de kendi etrafında toplayan bir geniş radikal demokratik programla ilerleyen parti olması yönündedir çağrısı. Bu hızlanma bununla ilgili çünkü yerel seçimler de kapıya geldi dayandı. Eğer HDP bu seçimlere sokulmazsa tabii hiçbir seçime girmemiş ve kendini sınamamış parti olarak genel seçimler öncesinde çaylak kalabilir. O nedenle de HDP’yi seçimlere hazırlamak önemliydi. Öcalan da bu aklın yolunu yansıtan uyarılarda bulunduktan sonra HDP süreci hız kazandı.

Siyaset: Sizin HDP eşbaşkanlığına geçmeniz önerisi dile getirildi. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kürkçü: Kendi başıma bir şey yapmayı düşünmüyorum. Bu hamur daha çok su kaldırır. Öcalan’ın bu görüşünü dinledik, hepimiz görüşümüzü söyledik. “Bu çok büyük bir onur ama bunun herkes tarafından kabul edildiği bir yerden konuşmak isterim, bunun için de her şey çok erken” diye söyledim düşüncemi. Ben Öcalan’ın bütün hamlelerinin doğru olduğu kanaatindeyim. Ama Kürt siyasi hareketinde, BDP’de geniş bir mutabakatın olmadığı koşullarda, ne Sebahat ne ben, olmak ya da olmamak istiyoruz demedik. Fakat bu bir hakikat mi? Bu laf ortada mı? Evet ortada. Burada mesele, bileşenlerin, Türkiye sosyalist hareketiyle ve Kürdistan devrimci hareketinin doğru biçimde temsil edilmesi meselesi. Kimle ifade edersen et, o kadar önemli değil. Fakat tabii Öcalan bunu önerirken daha çok neyi imliyor, neyin imgesidir bu? Bence şunun: Demek istiyor ki “Türkiye’nin devrimci tarihi ile barışığız, onlarla beraberiz, onları kendimizden sayıyoruz. Sebahat’i eş başkan olarak önermekle de yanlış anlamayın biz Kürdistan’ın hem kadın hem feminist hem devrimci hem yoksul hem aydın hem Alevi kesimlerinin sözü olmak istiyoruz.” Bu önerinin söylediği şey bence bu. Bu adlar bence buradan çıkıyor. Ama herkes bunu beğenmeyebilir, belki de sonuçta böyle bir yere varmayız. HDP eğer kendini daha çoğul bir şey olarak kuracaksa belki daha yaygın bir temsilciler heyeti, sözcüler heyeti kendisine seçebilir. Ya da eşbaşkanların illa vekil olması gerekmez, başka birileri olabilir. O açıdan burası daha çok su kaldırır. Sonra bakarız Irak’ta, Suriye’de bir şeyler olur bütün hesaplar değişir. Ne olur bilmiyorum ama şu anki durum böyle. Bu öneri henüz geri çekilmiş değil fakat hiç birimiz üzerinde başkalarının konuştuğu kadar çok konuşmuyoruz.

Siyaset: HDP ile SYKP arasındaki ilişkiler nasıl olur? Bu ikisinin hedefleri ve çalışma yöntemleri birbirini çelmez mi, birbirini zayıflatmaz mı?

Kürkçü: Hayır zayıflatmaz. Çünkü SYKP’nin aksine, HDP kendi önüne komünist bir toplum hedefi koymuyor.

Biz bir yoksullar, ezilenler koalisyonu içerisinde hem antikapitalist hem demokratik bir bağlam içerisinde kendi yerimizi alıyoruz, bir mücadele ortaklığı açısından. Kimse bizden bayraklarımızı indirmemizi, bağımsız varlığımıza son vermemizi, karar merkezimizi başka bir iradeye bağlamamızı talep etmiyor. Böyle bir talep olsaydı zaten bu talebi reddetmemiz gerekirdi. Reddetmesek kendimize saygı duymuyor olduğumuz ortaya çıkardı. Bu süreç içerisinde başkalarından etkilenebiliriz, daha önceden benimsemediğimiz bazı fikirler bize makul görünmeye başlayabilir ve tersi olabilir, ama bunlar işin esasını değiştirmez. Bizim kendi genel kurulumuz var, kendi kongremiz var, kendi irademiz var, kendi programımız var, kendi hedeflerimiz var. Öyle olduğu için, biz bu hedeflerle uyum içerisinde bir momentte bir ortaklık kurduğumuzu düşündüğümüz için bu sürece dahil oluyoruz. Burada tabii her zaman karşımıza çıkan bir ikilem var. Kaynaklarımızın ne kadarını bu mücadeleye ayıracağız, ne kadarını ayırmayacağız? Kaynaklarımızı ve kadrolarımızı bir mücadelenin hizmetine soktuğumuza göre aslında böyle bir ikilem yaşamamamız gerekir. HDP bizim ortak zeminimizdir. Dolayısıyla bu ortaklığın organik bir parçası olarak bizim ondan kaynak esirgememiz söz konusu olamaz, sadece bizim mesaimiz artacaktır bence. Hem HDP zeminlerinde hem HDP harici zeminlerde bizim komünizm fikriyatımız, bizim nihai programımız yerli yerinde duracak, onun gereği olan planlamaları yapmaya devam etmek zorundayız. Bu tabii bizim için zaman ve enerji sıkıntısı yaratacaktır. Bunu da aşmanın yolu genişlemektir bence. Aynı işi yapacak insan sayısını ne kadar çoğaltabilirsek o kadar çok bu sıkıntıdan kurtulabiliriz. Burada bir rekabet olacağını düşünmüyorum. Dünya deneyimine baktığımız zaman da zaten bunu görüyoruz. Aslında bütün mücadeleler hep koalisyonlar, ortaklıklar, ittifaklar halinde yürüyor. Burada bence bizim için avantajlı olan tarafı daha organikliğe yatkın bir ittifak kurma imkanımız var. Çünkü temel güçler bakımından hemen hemen emekçilerin farklı kategorilerine dayanan hareketleriz, Kürdistan özgürlük mücadelesi de dahil olmak üzere. O nedenle burada bir rekabet olmayacağını düşünüyorum. Bizim şöyle bir alışkanlığımız var, bazı şeyler bazı şeylere tabi olmalı, herkes emekçi çizgisine tabi olmalı. Fakat bunun eskiden olduğu kadar kuvvetle iddia edilemeyeceği düşüncesindeyim. Emekçi olmayan kim ki? Bu süreçte emekçi olmayan bir şey görmüyorum, herkes ücretli, herkes yoksul, herkes işçi herkes ezilen. Burada ezilenlerin, yoksulların ve işçilerin çeşitli kategorileri arasında bir bağ kurma meselesi var. İkincisi antikapitalist muhalefet dinamikleri olmadan bir muhalefet dinamiği hiçbir şey olamıyor artık. Ekoloji meselesi öyle. İşsizlik meselesi öyle. Adalet meselesi öyle, eşitlik meselesi öyle. Kent hakkı meselesi öyle. Hangi hak alanına girsen orada kapitalizmin ya iktisattan ya devletten belirlediği bir hakimiyet çatışmasının içinde kendini buluyorsun. Dolayısıyla biri ötekine tabi olmaktan çok hangisi hangi aşamada bizim zinciri taşıyacağımız halka haline geliyor. Ona karar vermemiz lazım.
Mesela bu Gezi dönemine geri dönüp bakacak olursak, orada ekolojik bir gerekçelendirme olmadan Gezi kendine hiçbir meşruiyet bulamazdı. Her gün kahrolsun AKP diye bağırabilirsiniz. Ancak, Gezi meşruiyetini doğanın ve hayatın hakkı ve temel insan hakları noktasından yola çıkan iki temel itiraz üzerinden kurabildi. Bu gerekçeler olmasa bunların hiçbirisi olmayacaktı ama hepimiz gördük ki antikapitalist ya da anti otoriter bir karakter kazanmadan muhalefet kendini var edemiyor ve burada hepimiz gördük, hepsinin birbirine nasıl bakabileceğini.

SYKP’yi bu süreçte en ileriye doğru ne atabilirdi? Hareketin gidişatını görerek kendi vekillerini de kullanarak hareketin önüne doğru gitmek, uygun formülleri kurmak, öne sürmek. Bir bileşeni olduğu HDK’yi toparlamak. Bunları yaptığımızı söyleyemeyeceğim. Biz de aslında ötekiler gibi davrandık bu süreçte. Ben kendime de bundan pay çıkartıyorum, bunu inkar edecek halim yok. Daha uzak görüşlü şekilde davranmak mümkündü. Bu itirazın Emek Sineması direnişi darlığı içerisinde kalacağını düşündüm. Samimi söyleyeyim. O yüzden de HDK’nin Ekoloji Komisyonu’ndan arkadaşlar “Bir an önce atlayın, gelin” deyince, “Acele ne? Telaş ne? Yarın gelir yeriz sopamızı” demiştim.

SYKP’nin kendisi ve onun gibi sınıf mücadelesine dayalı radikal düşünce ve program merkezleri, bunların müdahaleleri, bunların öngörüleri olmazsa HDP çok büyük bir hızla demokratizme doğru meyledebilir. Bu çatı partisi fikri hatırlayacaksınız liberal bir proje olarak doğmuştu. Kürt Özgürlük Hareketini liberal bir değişim çerçevesine ortak kılmak hedefindeydi. O projenin üzerinde yükseldiği program reddedilmeden daha sonraki Emek, Demokrasi, Özgürlük ittifakı ortaya çıkmazdı. Bu itirazı yükseltirken bu ittifakın doğup doğmayacağını bilmiyordum ama o programla yürürsek biz sonuçtaTaraf gazetesinin sözcülüğünü yaptığı zemine düşecektik, yani o programın varacağı doğal sonuç oydu. Kendimizi esirgemiş olduk. Ben, bir de Mahir itiraz etti yüksek sesle. Kendi insanlarımız bile bize o kadar itibar etmedi. Fakat bu tutum soruları çoğalttı ve insanlar kendilerine soru sormaya başladı. Bir tek o yüzden de olmuş değil. Ben de eminim başka bir sürü sebep olduğuna ama bu itiraz bize kazandırdı. O nedenle hepsinden çok bir istikamet gösterme, yön belirtme bir sınıf mücadelesi imkanı araştırma ve burada sosyalist projeyi ilerletme dinamiği olarak kendisini muhafaza etmedikçe komünist hareket, bu kendiliğinden mücadelenin hep ekonomizm ve demokratizme doğru geri düşeceğini tarihsel deneylerden biliyoruz. O yüzden tersine ısrar etmeliyiz. Fakat kendimizi hareketin karşısına koyarak değil, hareketin içine ve yanına koyarak, onun çektiği eziyeti paylaşarak, kendi meşru haklarımızı kazanarak ve kullanarak bunu yapacağız.

(Siyaset gazetesi sayı 7, Eylül 2013 – Tam metin)

25 Eylül 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; soldefter.com