Şiddetin Kaynağı! – Gün Zileli

metin-dalbudakPolisin attığı biber gazı kapsülüyle başından yaralanan Melih Dalbudak, Alman Hastanesinin önünde - 10 Eylül 2013

Çevrenizde sağa sola “orospu” diye çamur atanlara, yerli yersiz “namus”tan söz edenlere kuşkuyla bakın. Randevuevi işleticisi, kadın pazarlayıcısı olmaları ihtimali yüksektir.

Bu girişten sonra gözümüzü bugün en çok terörden, şiddetten söz edenlere, şikayet edenlere, “terörle mücadele” nutukları çekenlere çevirelim. Ne görüyoruz? Neyin üstünde oturuyorlar? En büyük şiddet araçlarının üzerinde. Büyükten küçüğe doğru, atom bombalarının, nükleer füzelerin, kimyasal silahların, korkunç savaş makinelerinin, terör örgütleyen ve ihraç eden gizli istihbarat teşkilatlarının, uçak gemilerinin, bombardıman uçaklarının, cephaneliklerin, orduların, polis teşkilatlarının, tankların, topların, makineli tüfeklerin, tomaların, biber gazlarının, plastik mermilerin, boyalı mermilerin, işkencehanelerin, karakolların, mayınların, hapishanelerin, infaz kurumlarının, paramiliter sivil güçlerin vb. vb. vb. Halktan topladıkları vergilerin çok önemli bir kısmını halkın tepesinde terör estirmek için yeni baştan ve gittikçe artan miktarlarda bunlara akıtmakta, yatırmaktadırlar.

Peki, aslında dünyadaki terör aygıtlarının, araçlarının ve teşkilatlarının neredeyse yüzde 99’u bunların elinde olduğu halde neden bu kadar büyük terör ve şiddet çığırtkanlığı yapmaktadırlar? Bence bunun önde gelen üç sebebi vardır: Birincisi, kendi terör örgütlerini ve araçlarını sözde terörle mücadele eden araçlar ve aygıtlar olarak gösterip terörlerini halkın gözünde meşru hale getirmek; ikincisi, kendilerine karşı mücadele eden ya da potansiyel olarak mücadele etmek isteyen güçleri bastırmak ve peşinen terörize etmek; üçüncüsü de şiddet tekelini ellerinde tutmak. Dedik ya, mahallenin baş kadın pazarlayıcısı, hem kendini gizlemek, dikkati başka yöne çekmek, hem karşısına çıkabileceğini düşündüğü potansiyel rakipleri baştan bastırmak, böylece fuhuş tekelini elinde tutabilmek için namus taciri kesilir.

Şunu net bir şekilde söyleyebiliriz: Şiddetin kaynağı ne darbeci veya ihtilalci gruplar, ne halk veya sokak hareketi, ne devrimci sol veya anarşist gruplar ve örgütler, ne kabile veya aşiretler, ne şiddete eğilimli insanlardır. Şiddetin bir tek kaynağı vardır, o da iktidar ya da devletin bizzat kendisidir. Şiddet tekeli yasal olarak kimin elindeyse şiddetin kaynağı odur.

Şu dünyanın haline bakın. Ortalığı kana bulayanlar kimlerdir? Dünyanın her yerinde, gerek içerdeki halklara karşı, gerekse komşularına karşı kanlı saldırılara girişen bir sürü devlet şiddet faaliyeti içindedir. Bu şiddetin o kadar görünür olmadığı pek “uygar” batı ülkelerinde de şiddet aygıtları her an müteyakkız bir şekilde halkın ensesinde beklemektedir. İngiltere gibi ülkelerde karakollardaki polis şiddetinden ölenlerin ortalaması haftada birdir. Çok uzağa gitmeye gerek yok. T.C. devleti, artık içeride halklara uyguladığı şiddetle yetinmeyip terör ihracına başlamıştır. Elbette bu ihracat yıllık ihracat rakamlarında gösterilmemektedir ama korkunç bir şiddet ihracıdır bu. Kelle avcıları, hem de bile bile, hem paraca, hem silahça, hem de istihbarat örgütü elemanlarınca açıktan açığa desteklenmektedir.

İhracat böyledir de, içerideki gayrisafi şiddet hasılası çok mu azdır? Hiç de değil. Mayıs’tan bu yana halka karşı tonlarca biber gazı sıktılar. Biber gazı kapsüllerini bazuka mermisi gibi kullanıp savunmasız göstericileri vurdular. Birçok insan kafasından ve muhtelif yerlerinden yaralandı; sakat kalanlar, kör olanlar oldu. Altı genç insan bu mermilerle ya da sivil polislerin örgütlediği paramiliter güçlerin darbeleriyle hayatını kaybetti. Gerçi Gülay Göktürk Kurnaz, bu sayıyı yeterli bulmamış ama aslında üç ay gibi kısa bir sürede, tamamen barışçı gösterilerde altı insanın polisçe katledilmesi, örneğin benzeri olaylarla çalkalanan Yunanistan’la kıyaslarsak olağanüstüdür. “Gezi’nin başlangıcıyla gururlandığını” söyleyen Cumhurbaşkanı’nın bir yandan da polis şiddetini onaylaması gerçekten şizofrenik bir durumdur. Aynı şizofrenik durumu birçok kişinin yaşadığını görünce insan onların adına üzülüyor. Örneğin dün gece bizim Habertürk’teki tartışma programından önce, Balçicek İlter’in konuğu olan Kurtul Ataman adlı, sanatçı olduğu söylenen birinin söylediklerini dinlediğimde de aynı üzüntüyü yaşadım. Kurtul Ataman’a göre, Gezi başlangıçta iyiymiş de sonrasında bozulmuş. Neden? İşin içine şiddet yanlıları karışmış. Bir de “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağırılmış. Oysa Gezi, sonuna kadar şiddet dışı ve özgürlükçü tutumunu sürdürmekte ısrar etmiştir. Orada “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağırılması, Gezi isyanının özgürlükçülüğünü gösterir. Ne yapılsaydı yani? Polisin jandarması, polisi gibi, slogan atanların üzerine mi yürünseydi? Bu sloganı atanlar hareketin sadece bir bileşeniydi. Ama bu sloganı benimsemeyenler çoğunlukta olduğu halde onu yasaklama yoluna gitmedi. Herkes bildiğince bağırsın denildi; en fazla karşı slogan atıldı. Gezi’nin şiddete yöneldiği de bir palavradır. Gezi, sadece polisin şiddetine karşı haklı bir özsavunma çizgisinde olmuştur. Polis 1 Haziran’da Taksim’den atılınca şiddet de sona erdi. On gün boyunca o kadar farklı görüşte insan ve grup kardeşçe bir arada yaşadı Gezi’de, ortak forumlar düzenledi. Bırakın şiddet denebilecek bir olayı, en ufak bir ağız dalaşı bile yaşanmadı orada. Sonra 11’inde polis zuhur etti ve şiddet yeniden başladı. İnsanlar sadece kendilerini çıplak elleriyle ve ellerine geçirdikleri taşlarla savunmaya çalıştılar dev polis makinesinin karşısında. Ve polis şiddetini meşru görenler, bu kahramanca, özverili savunmaya şiddet damgasını vururken bir an için bile utanmadılar. Kurtul Ataman iyi atamamış. Başbakan’ın himayesine girmesine daha inandırıcı sebepler bulmalıydı. Bir de kalkmış, mahalle baskısından, insanların birbirlerinden korktuğundan söz ediyor. Oysa en büyük korkuyu kendisi yaşamış ki, Başbakan’ın himayesine girmiş. Kurtul ataman gibilerini gördükçe, insanın mayasının sağlamlığına olan inancı sarsılıyor insanın.

Gezi’nin üzerinden zaman geçtikçe herkesin eski reflekslerine yeniden geri döndüğünü söylemiştim bundan önceki bir yazımda. Gezi karşısında bir şaşkınlık geçiren AKP devleti de yeniden hafızasını yokladı ve derinlerden bir yerlerden, o eski DHKP-C’yi bulup yeniden piyasaya sürmeye başladı son günlerde. Oysa Gezi’de bir başka DHKP-C vardı. Kör polis lojmanı duvarlarına bazuka atmak gibi saçma eylemler düzenleyen bir DHKP-C değil, Taksim meydanında halkla birlikte kahramanca direnen bir DHKP-C’ydi bu. O çocukları hücre evlerinde sıkıştırıp katletmeye alışmıştınız, değil mi? Ama o meydanda halkla birlikte direnen DHKP-C’ye bunu yapamadınız ve bu durum hiç hoşunuza gitmedi. Şimdi o çocukları yine o hücre izbelerinde sıkıştırmaya hazırlandığınızı görmüyor muyuz sanıyorsunuz: Sizi küçük akıllı bezirgânlar.

Sonuç olarak ortada büyük bir hakikat duruyor: Şiddetin tek kaynağı devlettir, devletlerdir, devletin şiddet aygıtlarıdır. Devleti karşısına almayan, devlete, bugünkü AKP tek parti diktatörlüğüne sırtını dayayan, şiddete karşı olmaktan söz etmesin. Devlet aygıtını ele geçirmeyi ya da yeni bir devlet aygıtını devrim adına inşa etmeyi düşünenler de, bu gerçekleştiğinde bugünkü zalimlerden farkları kalmayacağını unutmasınlar.

Gün Zileli
26 Eylül 2013
Kaynak; gunzileli.com