Sendika.org: Yeni sendikalaşma biçimleri üretmeliyiz – Michael Hardt

Michael Hardt, Duke Üniversitesi’nde İtalyan Dili ve Edebiyatı profesörü olarak idame ettirdiği görevini, siyasal yazım ve aktivizm ile içe içe geçirmiş; İtalyan Marksist Antonio Negri ile birlikte çalışarak içinde bulunduğumuz zamanlara dair yüksek tesirli bir eleştiri çalışması ortaya koymuştur. “Empire” (İmparatorluk), “Multitude” (Çokluk) ve “Commonwealth” (Ortak Zenginlik) isimli kitaplarından oluşan üçlemeleri, Slavoj Zizek tarafından “21. Yüzyılın Komünist Manifestosu” olarak tanımlanmıştır.

mhardt

Occupied Times: Son zamanlarda yayımladığınız “Declaration” (Duyuru) adlı çalışmada, Profesör Negri ile birlikte, herhangi bir siyasal değişiklik için elzem olan 4 farklı politik arketipin, yani kendi deyiminizle “Paradigmatik Öznellikler”in tanımlamasını yaptınız. Bunlar: “Borçlandırılmış”, “Temsil Edilmiş”, “Medyalaştırılmış” ve “Güvenlikleştirilmiş”lerdi. Borçlu olanı değerlendirirken, post-Fordist kapitalizme maruz kalmış biri olarak “borçlandırılmış”ın ehemmiyetini; bizi borçlu bırakanlara yönelik daha uygulanabilir bir karşı duruş bilinç yükseltmesine nasıl dönüştürebiliriz? 

Michael Hardt: Bu arketiplerle sermaye ve krizlerin ortaya çıkardığı ve günümüzde de nükseden öznel kişilikleri tanımlamayı amaçlıyoruz. İşte bu, sermayenin bizi neye dönüştürdüğüdür. Bizim varsayımımız ya da iddiamız, sermayenin odaklanmış bir şekilde özneleşme üretiminde işlev görmesidir. Bize öyle geliyor ki, aynı zamanda bu kişilikler pek çok çağdaş hareketin saldırıya geçmek için fırsat kolladığı kişiliklerdir.

Borçlu olmanın iki ana unsuru, bireyselleştirme hegemonyası ve koşulların ahlaksal etkileridir: Borçlarından ötürü sorumlu olan sensin, hatta bunun suçlusu sensin. Bu da yetmezmiş gibi, Amerika Birleşik Devletleri’nde, en azından üniversiteye gitmek, sağlık hizmeti almak, bir evde barınmak gibi şeyler için; hakikaten makul bir hayat yaşamak için borçlanmak durumundasın. Bu konuda Christian Marazzi’nin, daha önceden sosyal devlet tarafından karşılanan eğitim, sağlık, yaşam alanı gibi ihtiyaçların şimdilerde kişisel borçlanma yoluyla tedarik edilmekte olduğu anlamına gelen, sosyal refahtan sosyal borçlanmaya geçiş olarak ortaya koyduğu ifadesini beğeniyorum.

Bundan dolayı, borçlanmanın geniş sosyal tabiatını ortaya çıkaran hareketler, borcun bireyselleştirilmesi durumunu silebilmek için bir adım atmaktadır. İkinci bir adım ise, borçluları kolektif talepleri olan bir hareket içinde örgütlemektir. ABD’de Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) hareketinin dışında meydana gelen “Strike Debt” akımının borçluluk durumuna değinen mükemmel bir örnek örgütlenme şekli olduğunu düşünüyorum.

OT: Peki ya beşinci öznellik olan “damgalanmış” olanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Akıl hastası, engelli ve trans bireyler gerek devlet gerekse de geniş toplum kitlelerince ayrımcılık için meşru hedef olarak görülüyorlar. Damgalanmış olanlar, yapmış olduğunuz diğer gruplamalarınızda bahsettiğiniz oluşum sürecinde bir kilit nokta olan soyutlanmanın aynısına tâbi tutuluyorlar ve genellikle neoliberal devletin saldırıları karşısında ön saflarda olma ihtimalleri diğerlerinden daha yüksek olduğu için siyasal olarak daha bilinçli ve aktif olmaya mecbur bırakılıyorlar. 

MH: Evet, güzel bir nokta. Bu tartışmayı, normal ve anormal olanın geleneksel tahlilleri ile de bağdaştırabilirsiniz.

Biz, oluşturduğumuz kısa listeyi hiçbir şekilde eksiksiz olarak görmedik. Bunun, mücadele etme ihtiyacı hissettiğimiz, sermaye tarafından ortaya çıkarılan diğer öznel figürleri teşvik edebileceğini umut ediyoruz. Olay basitçe şudur: Kapitalizmin özneleşme üretiminde kullandığı metotları tanımlamak ve mücadele etmenin ya da tersine çevirmenin yollarını keşfetmek.

OT: Peki Graeber ve Lazzarato’ya yakın duranların son dönemlerde borçlanma hakkında ortaya attığı teorilerin çoğunluğuna katılıyor musunuz? İşçi sınıfının, daha geniş bir kapsamda, toplumsal kontrol için kullanıldığını ve yığınsal sermaye birikiminin bizim borçlarımız üzerinden yapıldığına dair ortaya attıkları tezlerinde haklılar mı? 

MH: Borçlanmanın, günümüzde kontrolün yapısal çekirdeği ve öznel mekanizması olduğuna tümüyle katılıyorum. David ve Maurizio’nun kitaplarını bu anlamda olağanüstü faydalı ve aydınlatıcı buluyorum.

Ancak, günümüzde borçlandırmanın, sanki artık işçi sınıfı otorite istismarının merkezi unsuru değilmişçesine işçi sınıfının yerini alıp birincil otorite biçimi haline geldiğini düşünmek bir hata olur. David ya da Maurizio’nun kitaplarından da zaten böyle bir anlam çıkarmıyorum. Gittikçe büyüyen borç, sömürünün yöntemleri arasına katılmış ve işleri daha da kötü bir duruma getirmiştir.

O halde, bir önceki önermenizi takiben, borç  üzerine yapılmış olan herhangi bir siyasal odaklanmanın aynı  şekilde işgücüne de odaklanması gerektiğini ekleyip altını  çizmeliyiz. Bu, bizlere borçlandırılanların ve güvencesizlerin kesişme noktalarının açıklığa kavuşturulabilmesini ve kontrol ile otoritenin hatlarını aydınlatabilmesi olanağını sağlayacaktır.

OT: Son dönemlerde burada, Birleşik Krallık’ta, istihdam programının bir idare yöntemi olarak kullanıldığını gördük. Kapitalist sömürünün yeni biçimleri karşısında oluşturulmuş bir sendikalaşmanın, geleneksel sendikalaşmaya karşı başarılı bir post-Fordist alternatif olabileceğine katılıyor musunuz? Şayet borçlandırılanlar, güvencesizler ve işsizler, belirli çalışma biçimleri etrafında tanımlamalar üzerine eğilen mevcut işçi sendikaları haricinde kolektif olarak örgütlenirlerse, bunun potansiyel akıbeti/sonucu/değişimi nasıl olur?  

MH: Benim görüşüm, her iki koldan da çalışmak zorunda olduğumuz yönünde. Dediğin gibi; güvencesizleri, borçlandırılanları, göçmenleri ve işsizleri, içinde bulundukları koşulların yarattığı, göğüs gerdikleri mücadelelerin karşısında yeterli olabilecek ve dik durabilecek örgütlenme deneyimleri ile etkili bir biçimde örgütleyebilecek yeni sendikalaşma biçimleri üretmeliyiz. Aynı zamanda, geleneksel işçi sendikaları da büyük şirketlerin yoğun etkisi ve baskısı altında belirlediği yönetim anlayışı etrafındaki yapılanmalarından kurtulmalı ve kendilerini daha büyük emekçi kitleleri kapsamak için uğraş verecek şekilde dönüştürmelidirler. Bu iki süreç birbirlerinin tamamlayıcısıdır.

OT: Daha önceden aktardığınız anekdotlardan birine dönüş yaparsak; birkaç yıl önce Latin Amerika’da aktivistlerin size eve döndüğünüz takdirde mücadeleye çok daha büyük katkı sağlayabileceğinizi söylediğini iletmiştiniz. Mücadelenin karşı konulamaz bir biçimde yerele odaklanmasının mı ya da, İspanya İç Savaşı’nda olduğu gibi, gezici aktivistlerin atılımının mı günümüzde geçerli olarak kabul edildiği konusunda bir münakaşanın var olduğunu düşünüyor musunuz? 

M.H: Bu anekdot, bir anlamda 1980’lerin ortalarında Amerika Birleşik Devletleri’nde devrimci ya da dönüştürücü bir hareketin nasıl geliştirilebileceğinin hayalini canlandırmakta bile ne kadar büyük zorluklar yaşadığımı göstermektir – ki bu konuda yalnız olduğumu düşünmüyorum. Ancak, o andan sonra durumlar değişti. En azından benim tecrübe ettiğime göre; ACT-UP ve Queer Nation ile başlayan ve alternatif küreselleşme hareketleri aracığıyla, Zapatista KolekftikleriOccupy (İşgal Et) ve diğerleri olmak üzere pek çok önem teşkil eden deneyimler yaşandı.

Hareketlerin yerel bölgelerde kemikleşmesinin etkili ve önemli olduğunu düşünüyorum. 2011 yılı boyunca, özellikle Kuzey Afrika ve İspanya’da ortaya çıkan karargâh kurma ve işgal hareketleri açık bir ifadeyle bunu gözler önüne serdi.

Ancak, elbette sadece yerel ya da ulusal bir çerçeve ile kısıtlı kalmamak da önemli. Başarının anahtarı tek başına sadece dayanışma olmayacaktır, bunun yanına ilişki kurma ve başka bir yerdeki mücadeleden ilham almak da eklenmeli. İlaveten, karşı durduğumuz baskı ve kuvvetlerin küresel tabiatını kavrayabilmek için tahliller geliştirmek de buna dâhil. Bu ilişki üzerinden değerlendirildiğinde alternatif küreselleşme hareketleri büyük önem taşıyordu.

Ayrıca, bizler için de siyasete atılımımızı sadece nereli olduğumuza indirgemek için hiçbir sebep yok. İspanya’daki Indignados (öfkeliler hareketi) protestolarında Arjantinlilerin ve diğer Güney Amerikalıların oynadığı rolü bir düşünün ve Zuccotti Park’ın işgalinde her taraftan insanların merkezde bulunduğunu… Bunların, sizdekiSt. Paul işgalinde Büyük Britanya kökenli olmayanların merkezi eksende katılımı ile yaşadığınız tecrübeyle oldukça benzer olabileceği kanaatindeyim.

OT: Günümüzün manifestosu İmparatorluk’un, küresel değerini göz önünde bulundurursak, yasal düzeneklerin çoğu hükümranlığa karşı ulusal düzeyde bir hakkından gelme mücadelesi veriyorken, günümüzde, somut ya da uygulanabilir bir biçimde bu uluslarüstü İmparatorluk’u bir arada tutmayı hedefleyen yapılanmalar bulunmakta mıdır? Eğer yoksa, bu yapılanmalar kurulabilir mi? Ya da kurulmalı mıdır? 

MH: Ben tüm benliğimle mevcut uluslarüstü yapılanmalar aracılığıyla uluslararası hukuk ihlalleri, yoksullara destek ve mültecilere yardım gibi konular üzerinde çalışmaktan yanayım. Örneğin, Birleşmiş Milletler’in içindeki yapılanmalardan Batı Şeria’daki Filistinli mültecilere destek gibi ya da insan hakları ihlallerine karşı durmak gibi pek çok getirisi olacağını düşünüyorum.

Aynı zamanda, bütün bunlara rağmen, uluslarüstü  yapılanmalardan çok da fazla şey beklememek gerekir.  Bu yapılanmalar değişmez siyasal ve ideolojik sınırlandırmalar çerçevesinde yönetilir. Çeşitli özerklik ve doğrudan siyasal eylem formlarının olması gerekir. Basitçe demek istediğim, ikisinden birinin seçimi konusunda bir sorgulama yapılmamasıdır.

OT: İtalyan Özerklik Yanlısı Ekol’ün kazandırdığı önemli görüşlerden biri manevi emek ya da duygusal emek kavramıdır. David Graeber manevi emeğin  “ilkel, eski kafalı Marksizm”e bel bağladığını öne sürmesine rağmen, “dünyanın ayrık nesnelerden değil, devinim ve aşamalardan meydana geldiği” gibi temel bir Marksist kavramı hiçe sayıyor. Bu tip bir işçi sınıfı, Silvia Federici’nin de işaret ettiği gibi, geleneksel olarak kadınların ortaya koyduğu çalışma alanlarındadır; fakat yine de her zaman geleneksel Marksizm’in temel ilkelerinden biri olmuştur. Graeber’in tezinden nasıl bir çıkarım yapıyorsunuz? Sizce manevi emek teorileri geleneksel Marksist teorilerden hangi noktada ayrışıyor? 

MH: Bence öncelikli hareket noktası, her dönem ve her durumda bireyin öncelikle sınıfsal oluşumuna dair bir tahlil yapma gerekliliği olarak belirlenmeli. Bütün hatalı çıkarım türleri, birinin işçi sınıfının oluşumunun bire bir eskiden olduğu gibi ya da bir başka yerde olduğu gibi olduğunu farz etmesinden kaynaklanır. Yani, başka bir deyişle, şunu sormalıyız: İnsanlar çalışma hayatlarında neler yaşıyorlar? Aralarındaki dayanışmayı ne şekilde kurmuşlar? Hiyerarşik olarak ırk, cinsiyet ve diğer faktörler tarafından ne şekilde bölünmüşler? Ve siyasal olarak nasıl örgütlendirilebilirler?

İşçi sınıfına bu çerçevede bakma girişimimizde, Toni ve ben de, pek çok diğerleri gibi, manevi üretim, biyopolitik üretim, duygusal emek, güvencesiz çalışma ve benzeri gibi kavramlara ulaşıyoruz. Bu kavramlar üzerinden, insanların günümüzde çalışma hayatlarında neler yaptığını kavramaya çalışarak az önce ileri sürdüğüm sorulara cevap bulmaya çalışıyoruz.

Yani, eğer geleneksel Marksist teori ile siyasal bir stratejinin temeli olarak devamlı geriye dönük sınıfsal oluşum tahlilleri yapmayı kastediyorsanız, evet, bizim izlediğimiz yöntem budur. Ancak tabii ki, bugün, bu yöntem bizi endüstriyel işçi sınıfı merkezli, ikinci derecede önemli sayılan, maaşsız çalışan yerel kadın işçi sınıfı veya köylü işçi sınıfı gibi bazı geleneksel ve Ortodoks Marksist iddialardan uzaklaştırıyor. Başka bir deyişle, hedefimiz, sınıfsal oluşumların kesintisiz bir değişim içinde olduğunun farkına varmaktır.

OT: Federici “Güvencesiz İşçi Sınıfı: Feminist Bir Bakış Açışı” adlı makalesinde, duygusal emek teorisinin, ev işi ve üreme gibi konularda sarf edilen emeğin feminist analizden tümden arındırma kuvvetiyle sıyrıldığını öne sürüyor. Buna katılıyor musunuz? Güvencesiz çalışma koşullarının etrafında dolanan teoriler, Federici’nin iddia ettiği gibi feminist teoriyi göz ardı mı ediyor?

MH: Kendi tecrübeme istinaden, geçtiğimiz son on yılda manevi ve biyopolitik üretim hakkında en çok tartışma, özellikle Fransa’da, “Bilişsel İşgücü” ve yeni cognitariat (bilişsel proletarya) üzerine odaklandı. Bu çalışmanın son derece önemli olduğunu düşünüyor olsam da bazı yerlerde, yazarların niyetleri öyle olmamasına rağmen, iş gücünün üst düzeylerde yer alan bölümlerine odaklanma eğilimde olan entelektüel bir çalışma olduğunu düşünüyorum.

Bu bağlamda, duygusal emek kavramına odaklanarak, bu konudaki tartışmaları hizmet sektörünün çeşitli bölümlerine ve bu çalışma biçimlerinin cinsiyetlendirilmiş yapısına kadar genişletme potansiyeline sahip olduğunu anladım. Toni ve benim için, duygusal emek kavramı iki farklı geleneği bir araya getirmiştir. Bunlardan birinin kökeni Spinoza’nın arzulara dair yapmış olduğu tahliller, bir diğeri de bakıcılık, aile işleri, annelik işleri, duygusal işler, üretim işleri ve benzeri gibi konular üzerine yapılan Anglo-Amerikan sosyalist feminist tahlillere dayanarak ortaya çıkmıştır.

Bu sebepten, duygusal emek kavramı tahlillerinin çalışma hayatındaki cinsiyet hiyerarşisi üzerinde durması konusunda ve mümkün olduğunda, yönünü feminist siyasal harekete çevirmesi konularında hemfikirim.

[The Occupied Times’taki İngilizcesinden Roza Kamiloglu ve Serhat Bilgiç tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

14 Eylül 2013
Kaynak; sendika.org