Sabit Fikir: Bir direnişin anatomisi ‘Kim bu deniz gözlüklüler?’ – Hasan Cömert

Gezi Parkı direnişini elbette bu kuşakla sınırlamak mümkün değil – direniş bütün gençlerin, kadınların, ötekileştirilenlerin, temsil edilmeyenlerin direnişiydi – ama direnişe ağırlıklı olarak bu yaş grubunun damga vurduğu ortada. Peki, yıllarca neredeydi bu kuşak? Ellerinden akıllı telefon düşürmediği ya da sokaktan uzak çocukluk geçirdiği, idealist ol(a)madığı gibi türlü sebeplerle eleştirilmiş, hanesine her daim eksi notlar düşülmüş bu kuşağın derdi apolitik olması mıydı?

”Fight Club’ta gibiyiz; sabah takım elbiseyle ofiste, akşam gaz maskesiyle direnişte.” Gezi Parkı eylemlerini en iyi özetleyen tweet’lerden biri buydu galiba. Çünkü, direniş boyunca absürt bir filmin seti haline geldi İstanbul ve diğer şehirler. Taksim’e giderken deniz gözlüklü insanları görebileceğiniz bir dünyaydı bu. Bir distopyadaymışçasına yanı başınızdan geçen tıbbi maskeli binlerce insan… Bir virüs salınmıştı sanki şehre. Eczaneden alınmış 50 kuruşluk maskelerle başladı her şey. Sonra insanlar deniz gözlükleriyle dolaşmaya başladı. Oysa İstanbul’un merkezinde yüzme havuzu bulmak mümkün değil!

gezi01

En son profesyonel gaz maskeleri, kasket ve bilimum araç gereçle dolu çantalarla herkes direniş pozisyonu almaya başladı, hem de her gün. Başka bir dünya yaratıldığı aşikardı. 31 Mayıs ve 1 Haziran’daki çatışmalar sonrası Taksim’e giren kalabalık, devlet tekrar müdahale edene kadar bir bienal yarattı adeta. Dışarıdan gelenlerin şaşkınlığını gizleyemediği canlı şehir müzesi. Barikatlar arasında “kurtarılmış bir bölge.” (Eylemciler dışında geniş bir katılım vardı; sonradan direnişçi olan da, bir bakıp çıkacağım diyen de, merak edeni de oldu.) Hem direniş hem de Gezi Parkı içinde kendiliğinden oluşan dayanışma hayranlık uyandırıcı olmasının yanı sıra göz yaşartıcı bir etkiye de sahipti. Yapılan espriler, nostaljik göndermeler gerçeğe dönüştürülmüştü adeta. Voltran oluşturulmuştu mesela. Şaka değil; Red Hack’i, Çarşı’sı, Kırmızılı Kadın’ı, Siyahlı Kadın’ı, Duran Adam’ı, TOMA’nın önüne yatan engelli vatandaşı, Vendetta teyzesi, uzaklardan sosyal medya desteği vereni, tencere tavasıyla binlerce insan polisin orantısız gücüne karşı bir araya gelmişti. Cümle kurulduğunda bile fazla romantik, olağandışı gelse bile gerçek buydu. Ve şimdi, neydi bu dayanışma, nasıl bir direnişti gibi soruların cevabını bulmaya çalışmak o yaratılan atmosferin, yaşananların, çekilen görüntülerin, çizimlerin, duvar yazılarının, atılan tweet’lerin yanında bir hayli sıkıcı kalacak elbette. O yüzden o ana/anlara dönme çabası belki biraz daha içeriden bakmaya, anlamaya yardımcı olabilir diye düşünüyorum.

Kimsenin beklemediği, tahmin dahi edemediği, büyümesini öngöremediği, nasıl biteceğini kestiremediği bir hareketti bu. Her şeyin nasıl başladığı malum. Neler yaşandığı da çokça yazıldı, çizildi. Şimdiden onlarca makale, sosyolojik inceleme kaleme alındı. Kitaplar yazılacak, belgeseller çekildi ve daha da çekilecek hakkında. Bu topraklardaki en büyük sivil hareket olarak görülen Gezi Parkı direnişinin hem kısa hem de uzun vadede çok fazla şeyi değiştirdiği/değiştireceğini tahmin etmek zor değil. Peki böylesine büyük bir hareketin içine sızabilirsek neler görürüz? Eylemcilerin Facebook’ta ailelerine yazdığı mektuptan başlayalım: “Biz bu ülkenin, tüm dünyada apolitikliğiyle ün salmış, küçümsenmiş, dalga geçilmiş nesliyiz. Apolitikliğimiz yüzünden sanat, spor, doğduğumuz şehir ve hatta takıldığımız mekanlar üzerine gruplaşıp birbirimize kıl olmuş, birbirimizi yemiş ve hatta öldürmüş nesiliz. Okudukça insanlardan soğumuş, uzaklaşmış, kendi çekirdek arkadaş gruplarımıza çekilmiş nesiliz. % 90′ı hayatında asla ideolojik bir mücadele vermemiş, yolda rastladığı eylemi beyhude ya da ‘gereksiz yol tıkama şovu’ diye nitelendirmiş gençlerden oluşan bir nesiliz.” Burada da vurgulandığı gibi eylemden uzak böylesi bir kuşak nasıl oldu da hakkını aramak için sokağa çıktı?

Direnişi ilk günlerinde sansürleyen ana akım medya, etki arttıkça bu kitleyi görmek zorunda kaldı (yine eksik ve yanlıydı elbette) ve hemen haftasonu eklerinde eylemcilerin profilini çıkarmaya çalıştı. Ancak, Y kuşağı olarak adlandırılan ve apolitik olarak nitelendirdikleri bu kuşağı anlatırken kitabi olmaktan kurtulamadılar. Yıllardır yazılanları tersyüz etmiş bir kuşağı anlatmak için yine belli kalıpları kullanmak baştan sorunlu bir yaklaşımı beraberinde getiriyordu çünkü. Yukarıdaki alıntıda olduğu gibi eylemciler kendilerini gayet açık ve net anlatıyor zaten. Onların yazdıkları onları anlamak için en doğru yol. Sonrasında ise sorulara cevap bulmak daha da kolaylaşıyor. Gerçekten çoğu kesimin ve kendilerinin de tanımladığı gibi apolitikler mi? Yoksa, tam tersine, sokağa çıktıkları ve polisin aşırı şiddetine rağmen vazgeçmeden eyleme devam ettiklerinden dolayı apolitik olmadıkları çıkarımı yapılabilir mi? Ya da şöyle soralım; sokağa çıkmak için illa ki politik mi olmak gerekir? Kişisel olan her şeyi politik olarak kabul ettiğimizde ise tüm bu sorular anlamını yitiriyor zaten.

Nedir bu Y kuşağı?

1981-99 yılları arası doğan, yaşları 15-33 arasında değişen grup  Y kuşağı olarak tanımlanıyor. Gezi Parkı direnişini elbette bu kuşakla sınırlamak mümkün değil –direniş bütün gençlerin, kadınların, ötekileştirilenlerin, temsil edilmeyenlerin direnişiydi–  ama ağırlıklı olarak bu yaş grubunun damgasını vurduğu ortada. Peki, yıllarca neredeydi bu kuşak? Ellerinden akıllı telefonlarını düşürmedikleri ya da sokaktan uzak çocukluk geçirdikleri, idealist ol(a)madıkları gibi türlü sebeplerle eleştirilmiş, mutlaka hanesine eksi notlar düşülmüş bu kuşağın derdi apolitik olması mıydı? Meseleyi sadece politik-apolitik üzerinden okursak hiç anlamamış sayabiliriz kendimizi. Önce, kıyaslandıkları 68 kuşağının yaşayan önemli isimlerinden biri olan BDP Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’ye kulak verelim: “Direnişin tamamına rengini veren bir unsur var; özgürlüğünü ve şahsiyetini başka şeylerin önünde tutan bir genç nüfus. Bir yandan polisle çatışıp öbür taraftan polisi eğitmeye çalışan ya da aynı anda bir devrimci Müslümanla ya da bir gay’le ıkınıp sıkınmadan dayanışabilen bir başka davranış kalıbı var. Bu direnişten geriye bir şey kalacaksa eğer, siyasete gelen bu yeni insan topluluğuyla ilişkiler olduğunu düşünüyorum.” Anahtar kelime olarak bu basit “özgürlük” sözcüğü kabul edilmeli. Birçok kesimden insanı aynı tarafta buluşturan ve dayanışmaya iten şey farklı farklı dayatmalara maruz kalınmasıydı. Yirmi günlük süre içerisinde yapılan araştırma ve anketlerde de hep benzer sonuçlar çıktı. Gezi Parkı içinde eylemini sürdürenlerin yüzde 80′i kendisini özgürlükçü olarak tanımlıyor ve siyasi bir partiye ait hissetmediğini söylüyor. Ve, yine eylemcilerin büyük bir çoğunluğu “neyi protesto ediyorsunuz” sorusuna; sırasıyla Başbakan’ın otoriter tavrı, hayat tarzına müdahale ve polis şiddeti cevabını veriyor. Özellikle referandum sonrasında yaşanan Uludere katliamı, gazetecilerin tutuklanması, kürtaj yasası, Reyhanlı olayı, İdris Naim Şahin, Melih Gökçek gibi siyasetçilerin kullandığı dil, 1 Mayıs, Emek Sineması, kentsel dönüşüm, alkol yasası gibi birçok olay hem üst üste birikti hem de farklı mağduriyet alanlarını birbirine yakınlaştırdı. Öğrenciler, taraftar grupları, beyaz yakalılar, sosyalist partiler, Kürtler, Aleviler, Atatürkçüler, LGBT, Antikapitalist Müslümanlar, Kollektifler, feministler, gazeteciler, avukatlar… diye uzayan bir liste. Ancak, her şeye rağmen itici güç Gezi Parkı’ndaki ağaçları bekleyen yirmi kişi ve sonrasında hayat tarzına müdahale edildiği için artık “yeter” diyen Y kuşağı başta olmak üzere binlerce kişinin sokaklara çıkması oldu.

“Halka koyun dediniz”

Yine soralım; sokağa çıkmak için gerçekten politik olmaya gerek var mı? Politik angajmanı olan çok sayıda insan meydanlara döküldü elbette ama bir o kadar da “apolitik” kişi vardı. Bu ayrım mantıklı bile olsa (ki değil) bu eylem için ne kadar geçerli olabilir? Örneğin, sadece “ben Atatürkçüyüm, onun ilkeleri yaşam tarzımdır,” diyen bir kişi politik sayılabilir mi? Ya da “benim vücudum benim kararım,” diyen bir başkası ya da giyeceği başörtüsüne karışılmamasını isteyen bir diğeri yeterince politik değil mi? İçki içmesine, doğuracağı çocuğa karışıldığını düşünen birinin sokağa çıkması için illa “politik” sayılması mı gerekiyor? Eylemler devam ederken eylemcileri sürekli aşağılayıcı sıfatlarla niteleyen Erdoğan onlara “çapulcu”, “marjinal” diyerek ortak paydayı biraz daha güçlendirdiği gibi, bu soruların da cevabını aralamış oldu bir bakıma. Önünde sıfat olmayan “normal” bir vatandaş sokağa çıkıp hakkını arayamaz mı? Anayasaya göre evet. Uluslararası hukuka göre evet. İnsanın doğası gereği de evet. O zaman genel olarak sokakta hakkını aramak, nümayişe katılmak, protestoda bulunmak için Karl Marx, Bakunin ya da Karşı Devrim ve Başkaldırı yahut Emile Zola okumanın gerek olmadığı açık! Halbuki yıllarca bu söylem/ezber üzerinden siyaset yapılmıştı, analizler de hep bu yöndeydi. Taksim “kurtarılmış bölge”yken birçok duvara “halka koyun dediniz” diye başlayan yazılar yazılmıştı. Bu yazılar hem bunca sene evde oturmanın bir patlaması hem de ezber analizlere bir cevap olarak görülebilir. Sonrasında Başbakan’ın “bunlar hep ideolojik” demesi de bu tartışma için zihin açıcı bir pratiğe dönüştü. Aynı sorular ama bu kez cevabı daha net sanki: İdeolojik olmak kötü bir şey mi? Kötüyse neden? Daha doğrusu, dünyada ideolojik olmayan bir düşünce, hareket olabilir mi? Gezi eylemleri toplumsal bir birikmeyi ifade ettiği için aynı sorulara farklı ve daha “gerçek” cevaplar yaratması açısından da büyük önem taşıyor

Gaz bombalarına karşı

68 kuşağı, Wall Street eylemleri, Tahrir Meydanı, Arap Baharı ile karşılaştırıldı Gezi Parkı. Bu karşılaştırmalar etraflıca başka bir yazının konusu ama en azından birkaç not düşülebilir yukarıdaki politik olmak meselesiyle bağlantılı olarak. Gezi direnişi ile karşılaştırıldığı hareketler arasında benzerlikler ya da bolca fark bulunabilir fakat altı çizilmesi gereken asıl mesele hareketin pratiğiydi. Yani, içerik olarak mevzu gayet açıktı. Lidersiz, hiyerarşinin olmadığı, iyi organize olan, gittikçe büyüyen, iktidarın her darbesinde çoğalan, partileri, flamaları dışlayan, sivil itaatsizliğin merkezinde, şehir konusunda ortak bir tutarlılık yakalayan, barışçıl, ne istediğini bilen ve daha da önemlisi geleceği belirleme şansı yüksek, devletin insana bakışını değiştirebilecek geniş ölçekli bir eylem.

Ancak, diğer hareketlerden daha yumuşak, şiddete karşı tecrübesi olmayan bir kitle (taraftar grupları ve sol grupların dışında kalan çoğunluk mevzu bahis) sokaktaydı ve polisin kolayca püskürtebileceği düşünülen bu kalabalık nasıl oldu da vazgeçmeden sabahlara kadar polise karşı direndi? Onca tazyikli su, plastik mermi ve tabii ki biber gazına sokak pratiği olmayan bu kitle nasıl dayandı? Bu, cevabı olmayan bir soru olarak kayda geçebilir ya da bizi tekrar o ideolojik sorulara götürebilir. Başbakan’ın ideolojik olarak gördüğü temel yaşam hakkı ve şehirle ilgili dayatmalar dindirilemez bir patlamayı harekete geçirmişti diyebiliriz. Şişli’den Cihangir’e kadar birçok kent sakini sadece yaşamları için sokakların savaş alanına dönmesine razı geldiler. Onca gaz bombasına dayanmayı sağlayan şey, belki de sadece yaşadığı hayat ve iktidar partisinin o hayatı şekillendirmesine duyduğu tepkiyle alakalıdır.

“Medya yok, hepimiz muhabiriz”

Daha güçlü –hatta en önemli– etken ise elbette sosyal medyaydı. Ana akım medyanın sokaklar savaş alanına dönmüşken bile görmezden geldiği, iktidara yakın ya da muhafazakar basının “yalan haberler” ürettiği bir ortamda Twitter başta olmak üzere sosyal medya gerçek iletişim aracı olurken eylemciler kendi haberlerini kendileri yaptılar. “Direniş televizyonlarda yayınlanmayacak” sözü ilk günden dile getirildi ve ana akım medya gözden çıkarıldı. Eylemcilerin “Medya yok hepimiz muhabiriz” düsturuyla etkileyici bir iş çıkardıkları ortada! Bir kez daha onlara bağlanalım: “Lütfen en çok bizim çektiğimiz videoları izleyin, bizim yazdıklarımızı okuyun. Onlar yalan söylüyor, çarpıtıyor; biz her şeyi olduğu gibi aktarıyoruz.” Elbette iletişim araçlarının dönüştüğü ve teknolojinin bu kadar ilerlediği bir dünyada bu teknolojiye sahip olan kuşak kazanacaktı. Onlarca provokasyona, kışkırtmaya, yalan habere, kötü photoshop’a(!) rağmen hızlı ve etkili bilgi akışı, yardım çağrıları, eylem planları ve doğru yönlendirmeyle direnişi üst seviyelere taşıdılar.

Sokakta bir milyon eylemci varsa, bu bir milyon gazeteci anlamına geliyordu aynı zamanda. Sosyal medya onlar için bir araç değil realitenin kendisi haline gelmişti. Eylemi dışarıdan bakan bir göz değil, içeriden gözler belgeledi çünkü. Şaşırtıcı bir şey yok aslında ortada. Commodore 64 geyikleri yapan, Nintendo, Play Station ile büyüyen, sokağı bilmeyen, akıllı telefonlarla yaşayan, 1000 mesajlık kampanyaları anlamlı hale getiren, mesaj yazma parmakları aşırı gelişen bir 90 kuşağı söz konusu. Robotların dünyayı ele geçirmesinden daha imkansız görünse de, Türkiye tarihinin en önemli sivil direnişinde bu “çocuklar” başroldeydi. Sadece tweet’lerle değil, live stream’le (canlı yayınlarla) televizyonların yapamadığını yaptılar. Hem yaşadılar, hem direndiler/çatıştılar hem de izleyeni ortak ettiler. Polis şiddetini saklayan medyaya karşı, “Tarih eskisi gibi yazılmıyor artık! İstediğiniz kadar yalan söyleyin. Milyonlarca video ve fotoğraf tüm halkın elinde delil!” diye seslendiler. Gezi Parkı’nda eylemcilerin kurduğu Çapul TV olanı biteni anlatmak için gerçek bir alternatif oldu. Sadece direnen bir kitle yoktu ve iktidarı en çok zorlayan da bu oldu elbette. Sokakta çatışırken de, Gezi Parkı’nda ortak bir yaşam alanı oluştururken de herkese ilham veren, gülümseten bir ortak zeka kendini gösterdi. Sosyal medya kendi dilini yarattı. Direniş şehir şehir dolaşırken kullanılan direnistanbul, direnankara, direnantakya hashtag’leri gündelik hayatın birer parçası oldu. En büyük sıkıntı olan telefon şarjı için diren iPhone, kötü mizah ve yalan haberler üreten medya için direnzeka, baskıların devam etmesi üzerine direndemokrasi gibi onlarca benzeri zihinlere kazındı. (Bu yazı yazılırken) 4 kişinin öldüğü eylemlerde birbirine canla başla yardım etmek isteyenler bir süre sonra dezenformasyona karşı tweet’inin sonuna “kesin bilgi” notları eklemeye başladı. Bu bile eylemin mizahı içinde binlerce parçadan biri haline geldi.

Devrim ve bilgisayar oyunları!

Direniş boyunca öylesine zekice şeyler yazıldı ki Twitter’a, duvarlara, yerlere… Bu kuşağın analizini, sadece bu yazılanlardan yola çıkarak kurmak bile mümkün. Peki, böylesine lidersiz bir direnişi nasıl okuyabiliriz? Sonuçlarından öte kendisi başlı başına değerli olan, böylesi bir direnişi… Marksizim ya da anarşizm külliyatı? Ekim Devrimi, Gladkov, Mayakovski? David Harvey’in şehir ve kentsel devrim kitapları? David Thoreau, Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş? Eric Hobsbawm, Alan Badiou? Fahrenheit 451’in baskıcı ortamı ve pasif direnişi? Hepsi ve çok daha fazlası belki…

Ama tüm bunlar direnişi yalnızca dışarıdan değerlendirmek, üzerine düşünmek için gerekli ve faydalı olabilir. İçeriye kafamızı uzattığımızda; eylemcilerin neler okuduğunu ya da nelerden beslendiğini merak ettiğimizde başka isimlerle karşılaşıyoruz. Herhangi bir kuşağı tanımlamak için belirli isim ya da kitaplardan bahsetmek yanıltıcı olabilir, ancak belli bir çoğunluğu göz önüne aldığımızda bakmaya/izlemeye yatkın bir kuşak olduğunu söylemek mümkün. Yani, yaşadıkları çağın ve iletişim imkanlarının onları daha doğrudan bir interaktif sürece dahil ettiği ortada. Örneğin, okuyacakları kitapları –her zaman olmasa da– görsel hafızalarının belirlediğini görebiliyoruz. İzledikleri filmin uyarlandığı eser ya da zihinlerindeki görsel kırıntıların onları götürdüğü parçalar gibi… J. G. Ballard, Bukowski ya da Beat kuşağıyla aile, okul vs ile değil, tamamen kendi imkanları ve beslendikleri kaynaklar sayesinde tanışmaları da bu sebepten. İzledikleri bir film ya da oyun onları bambaşka alanlar, disiplinlere sürükleyebiliyor. Palahniuk ya da sadece Dövüş Kulübüokuduklarını tahmin etmek zor değil örneğin. Sistemle sorunu olan V for VendettaGhost in the ShellMatrixYaşamın Renkleri (Pleasantville), Truman Show gibi filmleri sevdiklerini, çizgi roman koleksiyonu yaptıklarını da…

Direniş boyunca ortaya çıkan mizahla ünlü mizahçıları bile kendilerine hayran bıraktıları da unutulmamalı; Penguen, Uykusuz okumalarının ötesinde kendi ürettikleriyle fazlasıyla değerli olduklarını gösterdiler. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz,” diye bağıran kitleye, direnişin ruhunu hatırlatmak için duvara “Mustafa Keser’in askerleriyiz” yazarak karşılık veren bir kitleden bahsediyoruz. Öyle bilinçli, bir yandan böyle kurnaz.

“Kötülerle” uzun süredir savaşıyorlardı

Bu direnişin kahramanı olan Y Kuşağı çocuklarının yazılı basından çok interneti tercih ettiklerini söylemek ayıp olur. Bu çocuklar, teknoloji çağına ait. Hemen hemen doğduklarından beri bilgisayar kullanıyorlar. Bilgisayarda en çok vakit harcadıkları alan olan oyunlar, dolayısıyla, es geçilmemeli. Masa başında, koltuk üstünde “boş boş oturup” oyun oynarken aslında kötülerle, canavarlarla, yaratıklarla savaşıyorlardı. Gerçek elbette oyunlardaki, filmlerdeki gibi değil ama bu detay da tarihin bir cilvesi işte…

Edebiyata dönersek; “Okuyacakları kitapları –her zaman olmasa da– görsel hafızalarının belirlediğini görebiliyoruz,” demiştik. Bunun dışında kalan bir kesim de var elbette. Bu kesimin genellikle klasikleşmiş, herkesin saygı duyduğu isimleri referans almadıklarını söylemek yanlış olmasa gerek. Tam tersine herhangi bir şekilde yollarının kesiştiği akımlar, isimler onlar için belirleyici oluyor. Yeraltı edebiyatı, punk estetiği ya da çizgi roman dünyasına yakın olmaları biraz da yaşam biçimleriyle ilgili. Dostoyevski, Tolstoy, Proust okumadıklarını söylemek elbette yüzeysel bir tespit olur fakat Philip K. Dick okuma ihtimallerinin daha yüksek olduğunu pekala söyleyebiliriz. Özellikle bilimkurgu edebiyatına ya da sistemi deşifre eden hikaye ve romanlara ilgi duydukları bilgisini ortaya çıkan slogan, yazı ve referansları göz önüne alarak ulaşabiliriz. Onları anlamayan aile, okul ve devlet var ortada. Kendilerini anlatamadıkları, yer bulamadıkları, ses çıkaramadıkları bir sistem.

Sonuçta nasıl bir yelpaze oluşursa oluşsun bu kuşağın büyük hikayeler anlatan ve sıradan insanı atlayan metinlerle işi olmadığı, belki de en doğru analiz. Çünkü, bireysel hikayelerin gücüne inanan bir kuşak söz konusu. Kendini anlayan, sorunlarını dile getiren, katharsis yapabileceği karakterler… Bu Barış Bıçakçı’nın toplu konutlarda sıradan dertleriyle yaşayan karakteri Cemil de, Hakan Günday’ın hayatın en dışına itilmiş, dışlanmış karakterleri de olabilir. Ya da kimbilir belki biraz daha öncesi; Yusuf Atılgan, Oğuz Atay…

“Beni umursamıyorsan ben de seni umursamıyorum,” diyen bu kuşağı belki de çok sevdikleri Chuck Palahniuk’un sözleri en iyi biçimde anlatıyor(du): ”Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz. Bir amacımız yok; ne büyük savaş ne de büyük bir buhran yaşadık. Bizim savaşımız ruhani savaş… Ve bunalımımız kendi hayatlarımız…” Öyle ya da böyle, herkesi kendilerine hayran bırakan bu gençlerin, Palahniuk’un bu cümlelerini direniş boyunca çok daha başka, çok daha anlamlı bir şeye çevirdikleri kesin.

Hasan Cömert
9 Temmuz 2013
Haberin kaynağı için tıklayınız; sabitfikir.com